27 Ağustos 2022

Midilli’de ikinci gün: Agiasos, Kato Tritos, Melinda, Skala Kalloni

 Suzan  Peker yazdı

Midilli’de ilk güne uyandık. Deniz mavi, hava güzel. Bugünkü rotamız, Agiasos, Kato Tritos, Plomari, Skala Kalloni…

Otelin kahvaltısı, bizim kahvaltıya çok benzese de çay konusunda biraz zayıflar. Bizim gibi çaykolikseniz, yanınızda kettle getirip, çayınızı kendiniz demlemelisiniz. Neyse kahvaltıdan sonra yola koyulduk. 

Agiagos..

İlk durağımız Olympos Dağı’nın eteğindeki Agiasos. Anneannemin annesi Agiasos doğumluymuş. O yüzden bu şirin köyü de hissederek dolaştık. Midilli’de en sevdiğimiz köylerden biri oldu Agiasos. Arnavut kaldırımlı sokakları, yeşilliği, tarih kokan rengarenk dükkanları, serin, huzur veren cafeleriyle sevimli bir dağ köyü burası. Ahşap oymacılığı ile ünlü Agiasos’ta, el yapımı seramiklere de hayran kaldık. Küçük seramik dükkanlarını arasından, iki katlı sevimli evlerin arasından ilerleyip yukarıya doğru çıkarsanız cafelerin olduğu bir meydana geliyorsunuz. Burada Türk kahvesine çok benzeyen Greek cafe içebilir, baklava, muhallebili börek gibi tatlılardan tadabilirsiniz. 

Agiagos'tan bir köşe...
Agiagos...

Meydandaki Panagia Kilisesi, Ortodokslar’ın haç noktası. Kiliseye MS. 4. Yüzyılda getirilen Meryem Ana’nın muhteşem Bakir Çocuk Tablosu’nun, bölgenin en önemli hazinesi olduğu söyleniyor. 

Panagia Kilisesi...

Agiasos’a çok uzak olmayan Kato Tritos, yine Olympos Dağı eteklerinde Gera Körfezi’ne tepeden bakan bir köy. Sakin, sokaklarında birkaç kişi gördüğümüz bu köyde Osmanlı’dan kalan iki çeşme ve bir de hamam bulunuyor. Köyün küçücük meydanında da Madam Stratula’nın cafesi. Ceviz ve zeytin ağaçlarının arasındaki evler, çok bakımlı değil. Bazıları terkedilmiş izlenimi veriyor. Anneannemin mübadeleden önce yaşadığı bu köy, acıların izlerini taşıyor sanki. Sakin, sessiz, hüzünlü. 

Kato Tritos'ta kardeşim...

Köyü arkamızda bırakıp, güneye Plomari’ye doğru iniyoruz. Plomari’nin adı, Yunan milli içkisi Uzo ile anılıyor. Uzo’nun ilk üretildiği yer olan Plomari’de, bir de Uzo müzesi var. Biz vaktimiz olmadığı için müzeyi gezemedik. Gitmek isterseniz, müzede tadım yaptırıldığını da söylemiş olalım. Zeytinyağı fabrikaları, tabakhaneler eskiyi günümüze taşıyor. Restore edilen eski sabun fabrikası, modern bir kültür merkezine dönüştürülmüş. 

Melinda...

Biz denizi solumuza alıp ilerliyoruz. Daracık yollardan şirin evlerin arasından geçiyoruz. Amacımız, kendimizi serin sulara bırakmak. Melinda’da mola veriyoruz. Burası birkaç küçük restoranın bulunduğu bir sahil bölgesi. Evler, kumsalın hemen bitiminde. Diamond Restoran’da karar kılıyoruz. Sıcacık bir aile işletmesi. Bahçe duvarlarında sanırım sahiplerinin düğün fotoğrafları asılı. Deniz sıcacık, biraz taşlık. Duş ve şezlong ücretsiz. Birkaç basamakla restorana inip çıkabiliyorsunuz. Akşam yemeği için Skala Kalloni’yi planladığımız için burada patates, bira gibi birşeyler atıştıracağız. Ama ne mümkün. Patatesler kallavi, kalamar yumuşacık (ki sonradan yediğimiz en iyi kalamar olarak bunu seçiyoruz)  salatalar lezzetli. Üstüne ikram dondurmalar da gelince akşam yemeğine yer kalmıyor midemizde. 

Yeniden yola koyuluyoruz. Dağlara tırmandıkça, manzara daha da güzelleşiyor. Zeytin ağaçlarının arasından denize baktığımızda karşımıza Karaburun ve Sakız Adası’nın silüeti çıkıyor. 

Skala Kalloni'derestoran önlerinde uzo şişeleri...

Köy kahvelerinde oturan Yunanlılar’ın aralarından, daracık sokaklardan ilerliyoruz. Tekerleğimiz ayaklarının üzerinden geçecek diye korkuyoruz ama onlar, biz İstanbullular’ın alışık olmadığı bir sakinlik içinde. 

Skala Kalloni. Ünlü düşünür Aristo'nun heykeli..

Kalloni’den sonra Skala Kalloni’ye varıyoruz. Körfezin kıyısındaki bu sahil kasabası restoranlarıyla ünlü. Ama bizim yiyecek halimiz yok. Aristo’nun şehrinde, O’nun heykeliyle fotoğraf çekip, biraz da sokaklarında gezinip, yine kuzeye Petra’ya dönüyoruz. 

Yarın başka bir macera bekliyor bizi.  


23 Ağustos 2022

Midilli’de ilk gün...

Suzan Peker yazdı

Bir önceki ‘Anneanneme mektup’ yazısında, Midilli’nin bizim için öneminden bahsetmiştim. Bu  sefer gezdiğimiz yerleri, gördüklerimizi, yediklerimizi anlatacağım.

Bizim Midilli dediğimiz adanın asıl adı Lesvos. Merkezi ise Mitilini. Pandemiden önce uygulanan günübirlik kapı vizesi, artık yok. Konsolosluğun anlaştığı şirket Kosmos aracılığıyla Schengen vizesi alıyorsunuz. Küçükkuyu’dan adaya ulaşımı da kaldırmışlar.

Ayvalık’tan Midilli’ye Turyol ve JalemTur feribotlarıyla geçiliyor. Biz Turyol’u tercih ettik. Kişi başı 30 Euro ve aracımızla geçtiğimiz için araca da 80 Euro ödedik. Araç için ayrıca sigorta şirketi aracılığıyla 50 Euro’ya Green Kart çıkartmak gerekiyor. Kendi aracınızla geçmek yerine adada günlüğü 30-40 Euro’ya araç da kiralayabilirsiniz.

Saat 9.00’da kalkacak feribot için 7.30’da Avvalık’taydık. Biletlerimizi on-line aldığımız için Turyol’un ofisinden bileti bastırmak gerekiyormuş. Biraz kuyruk oluştu ama hızlı hallettik. 150 TL’lik yurtdışı çıkış harcını, limanda ödeyebiliyorsunuz. Gümrük ve pasaport işlemlerinden sonra aracımızla feribota bindik. Yaklaşık yarım saatlik gecikmeyle kalkan feribot, 11.00 gibi Mitilini’deydi. Aracımızı park edip, pasaport kontrolünden geçtik. Artık Sapho’nun, Aristo’nun, Elitis’in ve bizim için en önemlisi anneannemizin adasını keşfetmeye hazırdık.

Petra...

Midilli’ye birkaç kez giden komşularımızın; yardımıyla dersimizi çalışmış, gün gün gezilecek yerleri belirlemiştik. Mitilini, adanın güneydoğusunda. İlk gün buradan otelimizin bulunduğu kuzeydeki Petra’ya doğru, kıyı kıyı gidecektik. Ama öncelikle adaya özgü yiyeceklerin de  satıldığı alışveriş caddesi Ermou’yu görecektik. Aracımızı park edip Ermou’yu keşfe çıktık. Sırası gelmişken, Midilli’de araba park sorunu yok. Sokak aralarına ya da önerilen park yerlerine rahatça ücretsiz park edebiliyorsunuz.

Ermou...

Ermou, küçük bir cadde. Zeytinyağı, peynir, tuzlu balık gibi ürünlerin satıldığı küçük şarküteri tarzı dükkanlar, kasaplar, balıkçılar, kahve dükkanları, hediyelik eşya ve giysi mağazaları yan yana sıralanmış. Küçük bir Ege kasabasındaki eski dükkanların kokusu gelebilir burnunuza gezerken. Caddenin başında etkileyici kubbesiyle Agios Therapon Kilisesi, sonunda Yeni Cami bulunuyor. Midilli Kalesi, Özgürlük Anıtı, Sapho Heykeli; şehrin simgelerinden. Caddeye de şehre de sakinlik hakim.

Ermou küçük bir cadde...

Ermou’yu bitirip yola koyulduk. Kuzeye doğru giderken, mistik balıkçı kasabası Panagiouda’ya, kaplıcalarıyla ünlü Thermi’ye uğrayarak ilerliyoruz . Girip çıktığımız küçük yerleşim yerlerinde denizle buluşup Ege’nin karşı kıyısına selam veriyoruz.

Mandamados yol üzerindeki önemli bir durağımız. Türkçedeki Manda kelimesinden adını alan Mandamados, süt ürünleriyle ünlü. Girişte ‘koyun yoğurdu’ yazısını görünce şaşırmayın sakın. Birçok yerde Türkçe yazılar görebilirsiniz Midilli’de.

Baş meleğe adanmış Taksiarhis Manastırı şehrin birkaç km dışında. 140 ibadethanenin merkezi olarak bilinen manastırın bahçesinde sütlaç, lokma tatlısı, koyun yoğurdu gibi bildik lezzetlerin ‘komşu’ elinden çıkmışlarını tadabilirsiniz. Biz, manastırı ziyaret edip, bu lezzetleri yiyerek soluklandık. Taksiarhis Manastırı, 1870’li yıllarda bugünkü halini almış. Paskalya’da binlerce ziyaretçi çektiği söyleniyor.


Mandamados’tan ayrıldıktan sonra kuzeye doğru ilerliyoruz. Sikaminia ve Molivos’u keyifle gezmeye bırakıp Petra’ya ilerliyoruz. Petra, Yunanca taş ve kaya anlamına geliyor. Kasaba adını köyün tam ortasındaki 35 metre yüksekliğindeki kayadan alıyor.

Kayanın üzerinde 114 basamakla çıkılan bir kilise var: Panagia Glikofilusa. Kilisenin 1600’lü yılların başında inşa edildiği tahmin ediliyor.

Otelimiz Clara Hotel, Petra’yı yaklaşık 2 km geçtikten sonra. Bodrum evlerine benzeyen otel, Türkiye ana karasının en batı ucu, Babakale’ye bakıyor. Bir gün önce küçük kahvesinde oturup baktığımız karşı kıyıya, bu kez karşı kıyıdan selam gönderiyoruz. Aramızda kuş uçuşu 11 km var.İlk gece akşam yemeğini Petra’da yemeyi planlamıştık. Güneş, denize batarken, biz de kendimize yan yana dizili restoranlardan birini seçiyoruz. ‘Yediğin senin olsun, gezdiğin, gördüğün yerleri anlat’ derler ama, yediklerimizi de anlatmadan geçemeyeceğim. Ahtapot ızgara ki alıştığımız kıvama göre biraz sertti, kalamar ızgara, Greek salata, deniz ürünlü makarna, hatırlayamadığım birkaç meze daha ve 20’lik Uzo’dan oluşan yemeğimize, Türkiye’deki gibi hatta biraz daha az bir hesap geliyor. Midilli’de porsiyonlar büyük, fiyatlar her yerde üç aşağı, beş yukarı aynı, yemek üstüne tatlı ikram.

Gece Petra’nın çarşısında geziyoruz. Hediyelik eşyaların satıldığı birkaç dükkan, sohbetin bol olduğu cafeler, sokak aralarında canlı müzik, baklava, dondurma, pasta satan pastaneler. Bugün çok yorulduk. Yarın keşif için dinlenmek gerekiyor. Midilli’de ilk gün sona eriyor.

17 Ağustos 2022

Anneanneme mektup!

Suzan Peker yazdı

Sana hiç mektup yazmadım değil mi anneanne. Hiç ihtiyaç duymadım ki, çünkü hep yanımızdaydın. Gerçekten anne annemizdin, iki kat annemizdin. Şimdi çok uzaklardasın. O yüzden yazıyorum bu mektubu. Başka nasıl anlatabilirim, doğduğun topraklara gidişimizi, hissettiklerimizi.

Henüz çocukken ayrılmak zorunda bırakıldığın topraklara ayak bastık bu yaz,Cırnık’la. Cırnık büyüdü, iki çocuğu var, biri kız, biri erkek. Benim bir oğlum var,evlendi geçen yıl. Eşlerimiz, bir de kızımızla beş kişi geldik Midilli’ye. Senin kimbilir hangi zorluklarla ayrıldığın 1924’in acı günlerinin üzerinden neredeyse bir asır geçmişken. Annen, baban ve iki küçük erkek kardeşinle kimbilir kaç gün sizi üzerinde taşıyan kara, dalgalı deniz; şimdi masmavi. Acıları derinlere gömmüş, tıpkı bizim gibi.

Senin köyünün adı, Katirtos’tu değil mi?. Kato Tritos yapmışlar adını. Altınoluk’tan görülen adanın en yüksek tepesinin altındaymış, gidince anladık. Altınoluk’a benzetirmişsin Katirtos’u. Biz de benzettik. Bir tepeden denize bakıyor evler. Gera Körfezi’ne. Bir iç deniz. Biraz ileride bir iç deniz daha var Kalloni Körfezi. Belki sen gitmemişsindir bile, yan körfeze. Balıkçılık yaparlarmış Katirtos’un iskelesinde. Skala diyor Midilliler, iskelelere. Denize bakan her köyün skalası var, tıpkı mübadeleden sonra geldiğin Altınoluk ve iskelesi gibi.

Köyün içi acı, biraz da hayıt kokusu. Kapıların önünde senin çok sevdiğin mercan çiçeklerinden var. Hala biz de ‘anneannemin çiçeği’ diyoruz mercana. İncir ağaçları çıkmış eski evlerin duvarlarının arasından. Belki senin çok sevdiğin bir teyzenindir o ev.

Annem anlattı: İki katlı, iki pencereli, merdivenli bahçeli, arkadan da kapısı olan,çeşmeye yakın bir evmiş sizinki. Cırnık’la gezdik köyü. Dar sokaklarında o ev mi,bu ev mi diye aradık. Her iki katlı, iki pencereli evde heyecanlandık. Senin her gün bastığın, son kez bastığın Arnavut kaldırımlarındaki ayak izlerini takip ettik.

Biz evini bulduk anneanne. Tam senin anneme, annemin de bize anlattığı gibiydi.Camlarında senin 14 yaşındaki halini gördük. Genceciktin. Biz senin gençliğini hiç görmemiştik anneanne. Ne güzelmişsin. Annenin, ‘Nedimeee’ diye seslendiğini duyduk. Arkası gelmedi seslenişin. Hasan ve Mehmet Dayı koşturuyordu bahçede.

Mehmet Dayı’nın boynundaki ipe asılı ekmeği gördük, yıpranmış bahçe kapısının arasından. Hani alelacele giderken kilitlemenize bile izin verilmemişti ya, artık kilitli bahçe kapısı. Kilitlerin üzerinde ipler bağlı. Kapıda 5 yazıyor. Numara mı, yoksa ‘100 yıl önce; anne, baba ve üç kardeş mi yaşadı bu evde diyor’ kapı,bilemedik.

Cırnık’la ben evin önünden, arkasından dolaştık. Cırnık gitti, dönmedi. Sen renkli televizyonun ilk dönemlerini gördün. Hani her seferinde anlatırdık da yine de aklın ermezdi, öbür dünyaya göç eden İsmet İnönü’nün nasıl televizyonda göründüğüne.

Şimdi telefon, sinema, televizyon herşey cebimizde. Küçücük bir cep telefonuyla köyün, evin fotoğraflarını ve filmini çekebiliyor, onları anında istediğimiz kişiye gönderebiliyoruz. Cırnık gitti, dönmedi dedim ya,çekim yapıyormuş evin arkasında. Sonradan paylaştı bizimle, hıçkırıkları duyuluyordu.

Köyün küçücük meydanında küçük bir cafe var. Sahibi Stratula ve Vasili. Siz,Altınoluk’a geçerken, Stratula’nın dedesi de Ayvalık’tan Katirtos’a gelmiş.Size Altınoluk’ta Rumlar’ın evleri verilirken, Rumlar’a da sizin evlerinizi vermişler. Din esasına göre değiş-tokuş..Evlerden, yaşanmışlıklardan, sevdiklerinden zorla ayrılmak, mübadele… . Stratula ile karşılıklı yaşanan acılardan ve halkların kardeşliğinden konuştuk.

Ne acılar yaşamışsınız anneannem. Biz bir asır sonra bile Kato Tritos’un sokaklarında gözü yaşlı dolaşıyorsak, sizin acılarınızın tarifi yoktur. Biz sormazdık,sen de hiç bahsetmezdin bu zor günlerden. Arasıra ‘Pantesera’ diye Rumca bir şarkı tuttururdun. Bazen de ‘agustos piyos’ derdin elini sallayarak. Stratula’ya sorduk ne demek bu diye. Uzun bir süre bulamadı. Sonra doğrusunu telaffuz etti. ‘Umurumda olmaz’ gibi bir deyimmiş. Umurunda olmaması mümkün mü, bu kadar acının.

Sevgi ve özlemle…

7 Haziran 2022

Van’da müzikle mutluluk buluşması...

 Suzan Peker yazdı

Che Che Koolay  

Che Che Kofi Sa

Kofi Sa Langa

Kaka shi Langa

Whoops Ah Lay Lay…

Heyy…

Gana’nın bu neşeli  halk şarkısı, Van’ Tuşba ilçesindeki Hasan Ali Yücel İlkokulu’nun salonunda yankılanıyordu birkaç gün önce. Müzik insanı Haluk Polat’la birlikte şarkıyı söyleyen pırıl pırıl çocukların kahkahaları doldurdu salonu ve sonrasında alkışlar. Hem çocuklar hem biz çok mutluyduk.

İlkokul öğrencileriyle birlikte...
'Müzik iyileştirir’ mottosuyla yola çıkan Haluk Polat ve korist arkadaşlarının ilk durağı değil Van. Bundan önce de Kars ve Şırnak ilkokul ve sanat lisesi öğrencileri ile müzik yapıp onların ruhlarına dokunmuşlar. Bu seferki geziye biz de eşlik ettik. İyi ki bizi aralarına kabul ettiler. Birbirini hiç görmemiş insanların müzik sayesinde nasıl kaynaştığına, mutluluğun resmine ortak olduğuna ve yeni melodilere doğru yola çıktıklarına şahit olduk. 

Baykuşhane’nin ‘Sanata İhtiyacımız Var’ Projesi’nin Van Buluşması’nın ilk durağı, Van Güzel Sanatlar Lisesi’ydi. Haluk Polat ve koristleri, öğrencilerle çok sesli müzik atölyesinde biraraya geldiler. Gençlerin bizleri hayran bırakan güzel şarkılarının ardından, Haluk Polat, öğrencilerle müzik endüstrisiyle ilgili bir söyleşi gerçekleştirdi. Van Güzel Sanatlar Lisesi Müdürü Barış Değer, Şan Öğretmeni Faysal Ertaş, Müzik Öğretmeni Mekin Çetin ve Resim Öğretmeni Murat Özaras ve lisenin cana yakın öğrencilerinin misafirperverlikleri unutulmazdı. Van Güzel Sanatlar Lisesi, şehrin 22 km. dışında. Lise Müdürü Barış Değer’in çabaları sonuç vermiş ve şehir merkezinde yeni bir binanın temeli atılmış. 

Sıcacık duygularla, yeniden yollarımızın kesişeceğini umarak ayrıldık Van Güzel Sanatlar Lisesi’nden ve okulun merdivenlerinde paylaşmanın, mutluluğun fotoğrafını bırakarak. 

Yarın ilkokul öğrencileriyle buluşacağız. Bizim koristler çocuklarla birlikte şarkılar söylemeye can atıyor. Haluk Polat’ın bu geziye katılan Chorvus ve Kısmet Fatka korolarında müziğe ve müzikle  insanlara dokunmaya gönül vermiş her meslek grubundan korist var. Mühendis, doktor, diş hekimi, psikolog, avukat,  öğretmen, iletişimci…

Çocukların da heyecanlı olduğunu tahmin ediyoruz. 

Hasan Ali Yücel İlk ve Orta Öğretim Okulu’na geldiğimizde Okul Müdürü Aydın Sağınç, bizi bahçede karşılıyor. Öğrenciler etrafımızı sarıyor. İlk tanışmada hepimizin yüzündeki gülümseme görülmeye değer. 

Müzik öğretmeni Zeynep Demir’in öğrencilerinden oluşan koro, şarkılar söylerken ışık saçıyor. Önde öğrenciler arkada Chorvus ve Kısmet Fatka, sahneyi dolduruyor. ‘Arkadaşım Eşek’ söylüyorlar önce ‘ Anlıyorsun değil mi’, ‘Gül pembe’ geliyor peşi sıra.  Haluk Hoca, ‘Dağlar, dağlar’ deyince “Sonunda” diyor bu şarkıyı çok seven bir çocuk. Barış Abi, ‘adam olacak çocuklar’a dokunuyor hala. Sanat, gelecek nesillere bırakılan en güzel armağan. Ellerde marakaslar eşlik ediyor şarkılara.

 Haluk Hoca ‘ Che Che Koolay’ söylüyor, çocuklar tekrarlıyor. Şarkı bitince neşe içinde gülüp alkışlıyorlar kendilerini. Afrika’nın bir halk şarkısı, Van’da çocukları mutlu ediyor. Müzik birleştiriyor. Haluk Hoca, konser sonunda duygularını şu sözlerle ifade ediyor: 

“Çok konser yaptım. Çok sanatçıyla çalıştım ama benim için bazı konserler daha özeldir. Onu özel kılan sadece müzikal olarak çok iyi olmaları değil, ruhsal olarak ne hissettirdikleri ile ilgilidir. Bunun için hayatımdaki en iyi konserlerden bir tanesiydi”

Konser sonrası çocuklar sarıyor etrafımızı, ellerinde kağıtlar, “Bize bir şey yazar mısınız”, “Koluma imza atar mısınız”… ve “yine gelir misiniz” diyor biri. 

Ayrılmadan önce Hasan Ali Yücel İlkokulu’nun merdivenlerinde bir mutluluk fotoğrafı çekiyoruz. Haluk Polat ve yol arkadaşları, umut fotoğrafları çekmeye devam edecek.   


4 Haziran 2022

Edremit Van’a bakar, içinden Samran akar’

Suzan Peker 

Gezdiğim yerleri yazmadan duramıyorum. Yıllar sonra geri dönüp okuduğumda da anılarımı tazeliyorum. Gezdiğim yerleri hatırlıyorum. Bu seferki durağımız Van.

Önce gezdiğimiz yerleri, sonra yediklerimizi, en son da Van’dan ne alınır’ı anlatayım.

Akdamar Adası:


Akdamar  Adasındaki  kilisenin yapımı M.S. 915 yılına uzanıyor.

Akdamar Adası’na gitmek için Gevaş’tan 25-30 kişilik bir motora biniyoruz. Hava çok güzel. Bulutlar, gökyüzüne küçük pamuk parçacıkları bırakılmış gibi ve gölgeleri Van Gölü’nün pürüzsüz suyuna düşüyor. Efsaneye göre adanın adı Ermeni Kilisesi’nin keşişinin kızı Tamara ile çoban bir gencin kavuşamama hikayesinden geliyor. Çoban her gece Tamara’yı görmek için adaya yüzüyor, Tamara da ona fener tutarak yol gösteriyor. Tamara’nın babası bunu öğrenince feneri farklı yerlerde tutuyor ve yorulan çoban ‘ah Tamara’ diye diye boğuluyor. Tamara da ardından kendini sulara bırakıyor. Bu hüzünlü efsane gerçek midir bilemeyiz ama Ahtamar (Akdamar) adasının güzelliği dillere destan olabilir. Özellikle badem çiçekleri döneminde ada görülmeye değer. Biz gittiğimizde çiçekler bademe dönüşüyordu. Adadaki  kilisenin yapımı M.S. 915 yılına uzanıyor. Kilisenin yapımındaki amacın, Kudüs’ten İran’a kaçırılan ve daha sonra Van’a getirilen Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiği Hakiki Haç’ın bir parçasını orada korumaktı. Kral Gagik’in yaptırdığı kilise bu nedenle Hristiyanlar için kutsal bir mekan olarak biliniyor. Akdamar Kilisesi, dış cephe kabartmaları, iç rölyefleriö mimarisiyle Türkiye’nin önemli kültürel miraslarından.

Çavuştepe Kalesi:

Çavuştepe  Kalesi. Mehmet Kuşman anlatıyor.

Geziye bir gün geç katıldığımız için Çavuştepe Kalesi gezisine katılamadık. Bu konuda çok bilgim yok. Ama, arkadaşlarımdan edindiğim bilgilere göre; 22 yıl boyunca azmiyle Urartu dilini çözen Mehmet Kuşman’la tanışmak için Çavuştepe’ye gitmek isterdim. Dünyada Urartu dilini bilen çok az kişiden biri olan Mehmet Kuşman, gelenlere Urartu dilini, alfabesini anlatmaktan büyük keyif alıyor. Mehmet Kuşman’ı anlatan Enver Şengül imzalı Kayıp Zamanın Bekçisi adlı bir kitap bulunuyor. Mehmet Kuşman uzun yıllar kalenin bekçiliğini yapmış ve halen bunu gönüllü olarak sürdürüyor.

Van Müzesi:


Rehberimizin anlattığına göre dünyanın en büyük Urartu Müzesi olan Van Müzesi, Van’ın binlerce yıllık görkemli medeniyetine ışık tutuyor.  Paleolitik dönemden başlayarak ziyaretçileri zaman yolculuğuna çıkaran müzede; Urartu sanatı, sosyal yaşamı, kültürü hakkında bilgi edinmek mümkün. Roma, Bizans, Selçuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Osmanlı dönemine ait eserleri de müze de görebilirsiniz. Müzeyi pazartesi hariç, her gün 08.00-17.00 arası ziyaret edebilirsiniz.

Küçük bir not:  ‘Edremit Van’a bakar, içinden Samran akar’ türküsündeki Şamran’ın ne olduğunu müzede öğreniyoruz. Shamran, Urartular döneminde yapılan ve dünya su mühendisliği harikası olarak kabul edilen 51 km uzunluğundaki su kanalı. Hala bu kanalların bir kısmıyla sulama yapılıyormuş.

Muradiye Şelalesi ve inci kefallerinin göçü:


 
Muradiye Şelalesi...İnci kefal göçü...

Gezimizin en keyif aldığımız yerlerinden biri Muradiye Şelalesi. Şelaleye gitmeden önce küçük  bir mola verip inci kefallerinin göçünü, izledik. Van Gölü’nün tuzlu-sodalı suyu balıkların üremesine imkan vermediği için balıklar derelere göç ediyor. Akarsuların sıcaklığı 13 dereceyi bulduğu zaman balık derelere giriyor ve yumurtasını bıraktıktan sonra tekrar göle dönüyor. Bu mücadele nisanda başlayıp temmuza kadar devam ediyor. İnci kefalleri uçarak şelaleri aşıyor ve bu nedenle uçan balık da deniyor. Bu muhteşem göçü izlemek harika.

Muradiye Şelalesi de doğa harikalarından biri. 18 metre yüksekten dökülen suların sesi, görüntüsü, serinliği çok keyifli. Kenarında çay ve kahve içerek dinlenmek,  üzerindeki asma köprüden yürüyerek adrenalin seviyenizi artırmak, fotoğraf çekerek eşsiz güzelliği belgelemek isterseniz, Muradiye Şelalesi’ne gitmeden dönmeyin. Merkeze 70 km ama yol boyunca size eşlik edecek manzaradan da keyif alacaksınız.

Van’da ne yenir?


Van Meceli. Yöresel yemekler...

Sokaklarda Işkın tezgahları...

Biz Van’a sabah indiğimiz için güne, Van Kahvaltısı ile başladık. Van otlu peyniri, Van Balı, cacık, murtuğa, kavut. Kahvaltının olmazsa olmazlarıymış. Murtuğa, kavrulmuş unun içine yumurta karıştırılarak yapılıyor. Kavut; dövülmüş ve kavrulmuş unun balla karıştırılmasıyla elde ediliyor. Göl kenarındaki restoranlarda yaptığımız Van Kahvaltısı’nın özellikle benim ve birkaç arkadaşımın damak tadına uymadığını söyleyebilirim.

Akşam ve öğle yemekleri için iki yerden çok memnun kaldık. Van Menceli ve Kuşhane. Van Menceli, küçük ve samimi bir restoran. Yer bulamayıp sıra bekleyebilirsiniz ama beklediğinize değecek. Biz Van’ın yöresel yemeklerinin hepsinin tadına bakmak için Mencel sofrası istedik. İki ya da üç kişilik hazırlanan Mencel sofrası; Keledoş (keşkek üzerine et parçaları), köz et, kuzu sırt, çömlek güveç ve iç pilavlı kuzu tandırdan oluşuyor. Ana yemekten önce sıcak ayran aşı çorbası geliyor ki o da çok leziz. Otantik mekanda, çalışanlar da güler yüzlü olunca memnun ayrılmamak elde değil. Şef, Adem Usta’nın yanımıza gelip memnuniyetimizi sorması da büyük incelikti.

Kuşhane’de de Keledoş, Köz et, Helise, karışık dolma yedik ve hepsi çok lezzetliydi. Kuşhane’nin tatlıları da çok leziz. Kaymaklı vişneli ekmek kadayıfının tadı hala damağımızda.

Otlu peynir....

Van’da sokaklarda çok sık rastladığımız bir yiyecek de Uckun ya da Işkın’dı. Mayıs ve Haziran aylarında yetişen Işkın, Vanlılar’ın çok sevdiği bir yiyecek. Sabah, akşam yiyebiliyorlar. Tadını beğenmeyene de şaşırıyorlar. Yüksek rakımda yetiştiği için dağ muzu da denilen ışkının ekşi bir tadı var ve birçok hastalığa iyi geldiği söyleniyor.

Otlu peynir, yufka peynir, tuzlanmış inci kefali, Van’da tadabileceğiniz farklı lezzetlerden. Peynir için, Tarihi Peynirciler Çarşısı’nı ziyaret etmenizi öneririm. Turistik mağazalarda fiyatlar buradaki fiyatları neredeyse ikiye katlıyor.

Van’dan ne alınır?

Van’dan yukarıda saydığım farklı peynir çeşitlerinden alabilirsiniz. Mayıs ayı taze peynirlerin çıktığı ay. Eski peynirler biraz kokulu. Van Balı alabilirsiniz.

Tarihte Urartular’a ev sahipliği yapan Van’daki takı kültürü, Urartular’a kadar uzanıyor. Üç çeşit teknikle yapılıyor hepsi birbirinden güzel takılar. Farklı takılardan beğendiklerinizi alabilirsiniz. Yine burada da turistik mağazaların yanı sıra daha uygun fiyatlı seçeneklerin bulunduğu Rus Pazarı ve Avrupa Pazarı öne çıkıyor.

Takıların yapım yöntemleri şöyle; 

Savat: Gümüş, bakır, kurşun ve kükürtten elde edilen alaşımla takının üzerine küçük çentiklerle motif yapılıyor. Yaklaşık 450 derece sıcaklıkta yapılan işlemden sonra üzerine tümüyle savat yapılıyor. Fazlalıklar, zımparayla alındıktan sonra motifler ortaya çıkıyor. Üzerine cila yapılıyor ve dış nakış yapılıyor. Urartu idollerinden Savat tekniği ile takılar üretiliyor. Van’ın en değerli takısının Savat olduğu söyleniyor. Van’dan takı alacaksanız, “Savat alın” diyorlar.

Granüle: Urartular’da tanrının ve tanrı eşlerinin kullandığı takı üretim yöntemiymiş. Meşe odununun üzerinde gümüş eritilerek mikron boyutunda küçük, misket gibi topçuklar elde ediliyor. Sonra bu topçuklar; güneş, ay, bereket, tapınak gibi Urartu sembollerinin üzerine monte ediliyor ve takılar ortaya çıkıyor. Bu da en zor işçiliklerden biri olarak biliniyor.

Halk Sanatı: Urartular’da halkın kullandığı takılardan esinlenerek yapılan takılar.

Van kilimleri de renkleriyle büyülüyor.

 

7 Şubat 2022

Doğaya kaçış; Yuvacık, Kartepe....

  Suzan Peker yazdı

Yine pandemi sıkıntısıyla vurduk yollara kendimizi. Kalabalıklara karışamayınca doğa en güzel kaçış yöntemi. Bu sefer istikamet Yuvacık Barajı. Sabah erken çıktık yola aracımızla, termosta çay ve çantamızda sandviçler.

Kocaeli’nin Körfez ilçesinden geçip yukarılara doğru tırmandık. İki büyük derenin birleştiği vadide yer alan Yuvacık Barajı’nın çevresi bakir doğa. Yolun kenarında küçük molalar verebileceğiniz kulübe tarzında birkaç tane çay-kahve içme mekanı var. Önlerinde birkaç tabure ve soğuk havada tüten duman.

Sol tarafımızda baraj ilerliyoruz. Barajın çevresi, bahar aylarında trekking tutkunlarının gözde mekanı. Camidüzü, Değirmendüzü, Sıcakdere, Soğukdere adlarında dört yürüyüş parkurunda yürüyüş yapılabiliyor. Dokuz km’lik Camidüzü ve 8 km’likDeğirmendüzü parkurları nispeten kolay. On km’lik Sıcakdere ve 11 km’lik Soğukdere  parkurları ise kanyon yürüyüşü olması nedeniyle zor parkurlar olarak biliniyor. Kış mevsimi olduğu için trekking yapan yok.

Servetiye Köprüsü ve çevresi...

Tarihi Servetiye Köprüsü

Yukarıya doğru çıkınca Tarihi Servetiye Köprüsü’ne ulaşıyoruz. Burada gürül gürül akan derenin iki yanına yerleşmiş dinlenme ve yeme içme mekanları var ama kış nedeniyle kapalı. Servetiye Köprüsü derenin iki tarafını birleştiren bir taş köprü. 19. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen bu taş köprünün, 20 m uzunluğunda ve 2.9 metre genişliğinde tek açıklıklı bir Osmanlı köprüsü olduğunu köprünün başındaki tabeladan öğreniyoruz. Köprü, 2016 yılında Karayolları tarafından restore edilmiş. Birkaç fotoğraf karesi çektikten sonra ayrılıyoruz. Yolda yöresel ürünler satan birkaç dükkanın toplu halde bulunduğu bir pazar var. Erişte, salça, tarhana gibi el yapımı ürünler satılıyor burada. Barajın çevresini dolaşırken yolda dikkatimi bir tabela çekiyor; İnsan Sapanı. Araştırınca bunun son dönemlerde adrenalin tutkunlarının yeni merakı olduğunu öğreniyorum.

Adrenalin tutkunlarına İnsan Sapanı

Yuvacık’ın yanı sıra Fırtına Vadisi’nde, Safranbolu’da, Antalya Tahtalı Dağı’nda, Kemerburgaz’da da insan sapanı varmış. Küçük çocukların kullandığı sapanların lastiklerinin arasına kendinizin yerleştirildiğini ve saatte 100 km hızla derin bir vadiye doğru fırlatıldığınızı düşünün. Korkunç değil mi. Ben ürperdim ama bundan keyif alanlar az da olsa var demek ki.  Tabii fırlatılırken emniyet kemerleriniz var ama ben yapmak istemem. 

Kahvaltı vakti geldi de geçiyor bile. Yol kenarında baraja nazır bir defne ağacının dibini sevdik. Çay sıcak, hava soğuk, manzara mis gibi.

Green Park'a ait olan bölgenin kapısından girip bakmak kişi başı 50 TL.

Kartepe

Geldiğimiz yoldan geri dönerken ‘ Kartepe yakın mı acaba buraya’ diyoruz. Sağolsun navigasyon, Ara yollardan Kartepe’ye ulaşmak 45 dakika sürdü. Yükseldikçe sis ve kar başlıyor.  Kartepe’nin tepesi GreenPark Otel’e kiralanmış. Giriş kişi başı 50 Tl. Kaymayacaksın, otele gitmeyeceksin, kara bi bakıp çıkacaksın. İki kişi 100 Tl. Otelin çevresi de değil, dağın bir bölümü. İniş yolunda çekeriz biz de fotoğraf diyoruz. Bi bakıyoruz orada da bir görevli 50 Tl kişi başı diyor.

Gündemden ve pandemiden kaçmak biraz stres atmak için çıktığımız yolda yine siyasetin içine düşüp ülkemizin haline üzülüyoruz.

.

20 Aralık 2021

“Yanık ülke” Kula’da tarih ve doğa iç içe…

 Suzan Peker yazdı

Birgi’den sonraki durağımız Kula. Birgi’den ayrıldıktan yaklaşık 2 saat sonra Kula’daydık ve akşam olmak üzereydi. İnternet araştırmalarımıza göre Kula’da kalacak yer sorunu yoktu. Ancak gördük ki, konaklama Kula’da en büyük sorunlardan biri.  Turist potansiyeline göre yatak sayısı az. Oteller daha çok Alaşehir civarında. Bu da yaklaşık 1saatlik uzaklık demek. Tarihi Kula Evleri’nde kalmak isterseniz Anemon Kula Otel’de kalabilirsiniz ama önceden yer ayırtmadan gitmeyin. Biz şehrin labirent gibi sokaklarında kaybolduktan sonra yine Anemon Grubu’na ait Yanık Ülke Villa Estet Bağ Otel’de kaldık. Yanık Ülke bağlarına hakim bir tepede yeralan otelin, üzüm isimlerinden oluşan 16 odası bulunuyor. Yanık Ülke şarapları da bu bağların ürünü.

Kula’ya yanık ülke denmesinin nedeni Divlit Yanardağı’ndan geliyor. Eski zamanlarda lav püskürten bu yanardağ sayesinde simsiyah lav taşları bulunan alüvyonik topraklar, bağcılık açısından büyük şans olmuş. Antik çağın en önemli bağcılık merkezlerinden biri olan Kula’ya, “Katakekaume” yani “Yanık Ülke” denmiş.

Türkiye’nin ilk ve tek Unesco sertifikalı jeoparkı olma özelliğini taşıyan Kula, tarihi evleri, peri bacaları, camileriyle ziyareti hak ediyor.

Peri bacalarına benzer volkanik oluşumlar...
Kuladokya

Kula gezimize, Kuladokya’dan başlamaya karar verdik.  Kapadokya’daki Peri Bacaları’na benzediği için Kuladokya denen bu doğa harikası; merkeze 16 km uzaklıkta ve Burgaz Vadisi’nde yer alıyor. Yağmur damlası erozyonu, yüzey erozyonu ve yumuşak tabaka içerisinde gelişen tünel etkisiyle oluşan peri bacalarının oluşum süreci hala devam ediyormuş. Fazla aşınanlar yıkılırken, yerlerini yeni oluşumlar alıyormuş. Aracınızla park alanına girip tepeye doğru çıkarsanız yolun iki yanında doğa harikası peri bacalarını görebilirsiniz. Kuladokya’dan şehre doğru geri dönerken yolun her iki tarafında Meşhur Kula Ekmeği satan fırınlar var. Kula’nın ekşi mayalı ekmeği meşhur.

Sokaklar....

Kula evleri. 

Tarihi Kula Evleri

Kula, doğal bir SİT alanı. Kula Belediyesi’nin verilerine göre bin 50 adedi 1. derece toplam 3 bin tescilli tarihi yapı bulunuyor. 18. ve 19. Yüzyıl Türk-Osmanlı ve Rum mimarisinin özelliklerini taşıyan Tarihi Kula Evleri’ni gezerken sokaklarda eski günlerin kokusunu alabiliyorsunuz. Labirent gibi sokakların köşelerindeki belediye tabelalarıyla yönlendirilmeseniz kaybolmanız işten bile değil. Ahşap işçiliği, kök boya süslemeleriyle hepsi birer hazine olan evlerin kimisini müze gibi gezebilirsiniz. Restore edilerek cafe olarak işletilen evlerin bahçesinde oturup çay, kahve içip soluklanabilirsiniz. Tarihi evlerin bazılarına ise yıkılma tehlikesine karşı levhalar asılmış.

Zafer İlkokulu.....

Çocukların yönlendirmesiyle Zafer İlkokulu’nu da görmek istiyoruz. Yıkık dökük okul, çocukların oyun alanı olmuş. Çocuklar, fotoğraf çektirmek için birbiriyle yarışıyor. Meryem Ana Kilisesi ise restore edilmiş ancak çalışan yetersizliği nedeniyle kapalı.

Kula Volkanik Jeoparkı, Türkiye’nin en genç volkanik sahalarından biri. Antik Yunan coğrafyacısı Strabon, “Geographica” adlı eserinde Kula’yı “Katakekaumene” “Yanık Ülke” olarak betimliyor. Jeoparkı gezerek siyah toprak yapısını görmek mümkün.

Sıradışı bir cami, Carullah Bin Süleyman Camii

Kula’dan ayrılırken, Yunus Emre ve Tapduk Emre türbeleriyle Carullah Bin Süleyman Camii’ni de görmeden geçemedik. Kula’dan İzmir’e giderken Emre Köyü tabelalarını takip ederseniz, Yunus Emre ve hocası Tapduk Emre’nin türbesine ulaşabilirsiniz. Tapduk Emre Türbesi’nin eşiğinde Yunus Emre’nin kabri yer alıyor. Söylentiye göre Tapduk Emre, ününün kendisini aştığını söyleyerek Yunus Emre’nin kabrinin ondan önce olmasını istemiş. Türkiye’de Yunus Emre’yi sahiplenen çok yer ve bir çok yerde de mezarı olduğunu söylemeden de geçmeyelim.

Yunus Emre'nin kabri....

Emre Köyü’nün içinde Carullah Bin Süleyman tarafından 1547-1548 yıllarında yapılan aynı adı taşıyan caminin bahçesinde bir zamanlar medrese odaları olduğu söyleniyor. İbadete açık olan Emre Köyü’nün camisi, kalem işi süslemeleriyle sıra dışı bir camii. İslam’da hat süslemeleri dışında gerçekçi resimlere yer verilmemesine rağmen, Carullah Bin Süleyman Camii’nin duvarları; vazo içinde çiçekler, piyano, yel değirmeni, apartman, tekne resimleriyle süslü. Mihrabın iki yanına üzerinde çiçekler ve üzümler  olan iki piyanonun resmedilmesi hayli ilginç geldi bize. 

 Carullah Bin Süleyman Camii...


Cami içinde bulunan kitabede bu süslemeleri, 1821-1822 yıllarında Şeyhzade Abdurrahman Efendi’nin yaptığı belirtiliyor.  Resimlerde sık rastlanan manzara tasvirleri ve 3 ila 6 kat arasında değişen apartmanların resmedilmiş olması da ilginç. En yaygın süsleme olarak karşımıza çıkan natürmortların bazıları ilk bakışta tekrar gibi görünse de kompozisyonların hiçbiri diğerinin aynısı değil. Natürmortlarda karanfil, lale, gül gibi çiçekler ile nar, armut, üzüm, çam fıstığı kozalağı, kiraz gibi meyveler sık olarak kullanılmış. Anadolu’da duvar ressamı olarak iki sanatçı; Zileli Emin ve Ali Miralaygil tanınırken, Sehzade Abdurrahman Efendi üçünçü duvar ressamı olarak bu camide karşımıza çıkıyor ve en erke tarihli imzaya sahip.