30 Aralık 2009

"YENİ YIL DİLEKLERİM" ve AMA'lar!

Yeni yılın;

SAĞLIKLI ( domuz gribine yakalanmadan, eczaneler kapanmadan, marketlerden ilaç almak zorunda kalmadan);
HUZURLU ( sorun var sorun var diye tutturanların akıllarını başlarına aldığı ve huzursuzluk çıkarmanın akılcı bir yol olmadığını anladıkları, kötümser haberlerin azaldığı);
MUTLU ( gelecek endişesinin, işten ne zaman atılacağım ya da ne zaman iş bulacağım korkularının yaşanmadığı);
BİR YIL
OLMASINI DİLERİM.


18 Aralık 2009

Gündemdeki son kamyon yazıları!...

Teknoloji geliştikçe bazı alışkanlıklarımızdan vazgeçtiğimiz bir gerçek. Kamyon yazıları da öyle. Çok fazla yaratıcılığı olmasa da birileri kamyon yazılarını toparlamış ve elektronik posta ile yaymış. Ben de bu yazıları son günlerdeki karamsar gündemlerden biraz sıyrılmak ve gülümsemek için sizlerle paylaşmak istiyorum:

·Paran varsa âleme çık, âlem adam görsün; paran yoksa eve git, çoluk çocuk baba görsün.
·Yüzük lordun, yol Ford’un.
·Paran varsa Range Rover, paran yoksa game over.
·Dikkat: Araçta yalnız var.
·Bir sana bir de sabah uykusuna doyamadım.
·Sağlam şoför kalmaz rampada, Müslüm baba sığmaz ipod’a.
·Senin araban namaz kılıyo mu, benimki Clio.
·Sarı kızın nazı, Ford’un ara gazı.
·Güzeli sevdikçe nazlanır, Ford’a bastıkça şahlanır.
·Beni çekemiyorsan anten tak.
·Hatalıysam çaldır kapat, ben seni ararım.
·Parayı buldum, şimdi kıro olacağım.
·Menfaat yolunda edinilen dostluk, çile yokuşunda son bulurmuş.
·Kızın gülüşüne, kışın güneşine aldanma.
·Evlenip gideceğime balayına, evlenmem giderim alayına.
·Dünyayla nişanlı, ölümle sözlüyüm.
·Önünü görmeden sollama, evine acı haber yollama.
·Fakiri fakir yapan kuru inat, zengini fakir yapan hayırsız evlat, memuru fakir yapan süslü avrat.
·Dünyada MAN ahrette iman.
·Karayollarında değil, senin kollarında öleyim.
·Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orda sen varsın.
·Ankara İstanbul 6 saat, sana sevgim 24 saat.

13 Aralık 2009

Kuşlardaki acımazsızlık ve insanlar!...

Daha önce yazmış olduğum bir yazıda kuşların barış içinde yaşadıklarını gözlemlediğimden bahsetmiştim. Bu tespitime daha sonra da devam ettim.
Kuluçka döneminde barış içinde yaşayan kuşların, yavrular yumurtadan çıkıp biraz palazlandıklarında ortada barışın kalmadığını gördüm.
Bu tespitimi nereden mi yapıyorum?
Oturduğum daireye bakan binanın bacalarında yuva yapan martı ailesinin iki tane yavrusu dünyaya geldi. Bu yavrular yürüyüp çatıda dolaşmaya başladıklarında artık martı, güvercin barışının bittiğini, martıların güvercinlerin yavrulara zarar veremeyeceğini anladıklarında tekrar eski vahşi hallerine döndüklerini gözlemledim.
Bir sabah baktığımda kiremitlerin üzerinde öldürülmüş bir güvercinin yendikten sonra arta kalan kanat ve tüylerinin durduğunu gördüm. Demek ki ne çöplükten beslenmeleri, ne de şehirde yaşamaları doğalarında olan o vahşiliği engelleyemiyor.
Aslında bu tüm canlılar için geçerli değil mi?
Yüzyıllarca bir arada yaşayan en gelişmiş canlı insan bile ufacık bir kıvılcımda nasıl da vahşileşiyor. En yakınını, komşusunu bile gözünü kırpmadan yok edebiliyor.
Son zamanlarda bu vahşileşmenin örneklerini çokça görür olduk.
Hayvanlar yaşamak için vahşileşiyor. Ya insanlar?

6 Aralık 2009

Leyleklerin şaşmayan rotaları!...

Ağustosun ortalarıydı. Gemiyle seyir halinde giderken geçit yapan kuş sürülerine rastlamıştık. Görebildiğim kadarıyla sürünün bir ucu Sivri Ada’nın Doğusundan Kınalıadayı aşmış, diğer tarafı Yeşilköy’e doğru uzanıyordu. Sürü deniz seviyesinin bir iki metre kadar üstünden uçuyordu. Biraz daha yaklaşınca bunların leylek sürüleri olduğunu anladım.
Bu yaşıma kadar böyle kalabalık sürü görmemiştim. Gözümün görebildiği bölgede binlerce leylek vardı ve hepsi aynı rotada, aynı yükseklikte yollarına devam ediyorlardı. Gemiyle aralarından geçmek zorundaydık, o zaman gemi yüksekliği kadar yükselip tekrar su seviyesine indiler.
Birkaç gün sonra yine aynı bölgeden geçiyorduk ve yine aynı yöne giden sürülere rastladık.
Sanki bir rota çizilmiş ve onlara verilmiş gibi hiç şaşmadan aynı hattı takip ediyorlardı.
Yaradan’ın onlara vermiş olduğu yeteneğe şaşmamak elde değil. O nasıl bir makinedir ki binlerce kilometre yolu her yıl şaşmadan aynı rota üzerinde gidiyorlar. Yeryüzündeki bir yıllık tüm değişimlere karşın yine de yollarını kaybetmiyorlar.
Bu konuyla ilgili konuştuğum insanlar bilim adamlarının bu konuyu incelediklerini ve göç eden kuşların kafataslarında madeni parçacıklar olduğunu tespit ettiklerini söylediler. Bu toz halindeki parçacıklar bir nevi pusulalarda bulunan mıknatıs gibi yönlerini tayin etmelerini sağlıyorlarmış.

2 Aralık 2009

Kefir deyip geçmeyin!

Kabus gibi üstümüze çöken domuz gribi salgını nedeniyle ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Bazı doktorlar aşı olun derken, bazıları da aman ha diyorlar.
Anladığım kadarı ile bu tip salgınlarla baş edebilmek için önce bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyor. Bağışıklık sistemini güçlendiren bir çok yol var. İlaçlar ve bitkisel çözümler. Kefirin de bu çözümlerden biri olduğunu söylüyor doktorlar.
Eşim yıllardan beri evde kefir çoğaltır ve bize de içirir. Zaman zaman da isteyen dostlara dağıtır.
Kefir tekrar ön plana çıkınca şöyle bir araştırma yaptım. Bu araştırmayı sizlerle paylaşmak isterim:
Kefiri Kafkas Türkleri keşfetmiş. Kafkasya’dan tüm dünyaya dağılmış.Yüz yıllardır içiliyor.
Kefiri her yerde bulmak zor. Bildiğim kadarı ile Ege Ziraat fakültesi gibi bazı fakülteler kefiri üretiyor. Aktarlarda da kuru kefir bulunabilir. En kestirmesi evinde kefir üreten tanıdıklardan temin etmek.
Marketlerde satılanların ne kadar sağlıklı olduğunu bilemiyorum. Kefir taneleri karnabahar görünümünde ve lastik kıvamında. Eşim kefiri ılık sütte üremektedir. Mayalanan süt 20 derece civarında bir sıcaklıkta ışık almayan karanlık bir yerde 24-48 saat bekletilir. Mayalanmış süt -dikkat edin- madeni olmayan bir süzgeçten ya da tülbentten süzülür. Süzülen kısım içilecek kısımdır. Süzgeç üzerinde kalan kefirler yıkanarak tekrar maya olarak kullanılır. Kefir taneleri hemen kullanılmayacaksa ağzı kapalı bir cam kavanozda kefir tanelerini örtecek kadar suyun içinde buzdolabında saklanır.
Kefirin faydaları sayılamayacak kadar çok. Bunlardan en önemlileri;
Kabızlık,ishal ve bağırsak tahrişlerine iyi gelmesi,
Bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı olmak,
Kansere iyi gelmek,
Sindirime yardımcı olması,
Bozulan bağırsak dengesini düzeltmek,
Kolestrolü kontrol altında tutmak,
Kan basıncının düşmesine yardımcı olmak.
Kefirin en uygun tüketim zamanı ise genellikle sabahları aç karnına ya da akşamları yatmadan önceymiş.

26 Kasım 2009

Mehmetçik Vakfı'nı neden seçtik?

Biz aile olarak;
Bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimiz için;
Sakat kalan gazilerimiz için;
Atatürk'ü sevdiğimiz ve ilkelerini benimsediğimiz için;
Vatanın bölünmezliğini, kardeşliği savunduğumuz için;
Dinimizi şeklen değil kalbimizle sevdiğimiz için;
Kurban konusunda Mehmetçik Vakfı’nı tercih ettik.
KURBAN BAYRAMINIZI KUTLAR, SAĞLIKLI , KARDEŞÇE YAŞANACAK GÜZEL GÜNLER DİLERİM.

23 Kasım 2009

Karadenizlinin inadı işte böyle bir şey!

Fotoğraf Pınar hobi sitesinden alınmıştır.
Büyüklerimden dinlediğim yaşanmış bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Maksut dedem aslında babamın amcası olur. Dedem çok genç yaşta vefat edince, amcaları babamlara sahip çıkmış ve onları kendi çocuklarından ayırmamış. Biz de küçüklüğümüzden itibaren onu dede bildik.
O, hayatını iyilik yapmaya adamış, etrafındaki insanları kalkındırmış ama kendi çıkarını hiç düşünmemiş benim çok değerli dedemdi.
Maksut dedem veciz sözleri ve de inadıyla da meşhurdu.
Maksut dedemin gençlik yıllarında takalarla Rize’den Rusya’ya gidilir orada balıkçılık yapılırmış.
Dedem aynı zamanda tekne ustasıydı.
Bir balık sezonu öncesi Rize’den arkadaşı Kalkavanlardan biriyle balıkçılık sezonundan sonra takalarıyla Çayeli açığından Rize’ye kadar yelken yarışı yapmak için iddialaşmışlar ve ortaya da değerli bir ödül koymuşlar. Maksut dedem, Liman köydeki denize sıfır evin altındaki kayıkhanede yeni bir takanın yapımına başlamış.
O zaman takaların modelleri mavna biçiminde imiş, dedem yeni bir model yaratmış. Denizde giderken sürtünmeyi en aza indirecek ve o nispette sürat yapacak bir modeli yapıyormuş.
Takanın kafesi bitmiş, artık tahta sarma işlemine gelince balık sezonu için Rusya’ya gitmek zorunda kalmış.
Giderken yine kendisi gibi tekne ustası olan babasına “baba ben gelene kadar bu tekneyi bitir” demiş.
Rusya’ ya gitmişler, balık sezonunu tamamlayıp dönmüşler.
Limanköy’deki denize sıfır evin önünde kıyıya bitişik bir büyük taş varmış. ( Bugün kıyı yolu o taşı yok etmiş).
İskele olarakta kullanılan taşa yanaşmış ‘hoş geldin’ lerden sonra babasına “baba tekne bitti mi” diye sormuş, "bitiremedim oğlum"cevabını alınca eve çıkmadan doğru kayıkhaneye girmiş ve çalışmaya başlamış.
Rusya’dan aylar sonra gelmiş olmasına rağmen üst kattaki eşinin ve çocuklarının yanına tüm ısrarlara rağmen çıkmamış.
Günlerce yemeğini kayıkhanede yemiş, tekneyi bitirip denize indirmiş ve kararlaştırılan günde yarış mevkiinde olmuş.
Tabiî ki yeni model takasıyla yarışı açık ara kazanmış, eşinin ve çocuklarının yanına ancak o zaman çıkmış.
Maksut dedemin bazı veciz sözleri:
Hamsi yeduk birbirini anladuk. (Birini anlamak, tanımak istiyorsan onunla mutlaka iş yapmalısın.)
Dukuz manda’nun çeviremeduğu adami bir kadun çevirur.
Kırk gun tavuk gibi yaşiyacağuna bi gun horoz gibi yaşa.

19 Kasım 2009

Bunun adı spor mu, yoksa kan davası mı?

Hürriyet internet sitesinde haber başlıklarından biri aynen şöyle: Fenerbahçeli çocuk salondan atıldı.

Abdi İpekçi salonunda bir maç oynandı. Galatasaray- Fenerbahçe basketbol maçı. Sıradan bir karşılaşma. Ligin başlangıcı henüz. Ne kupa var ortada ne de bir şey.
Maç sırasında olaylar çıkıyor. Bildiğimiz ve gördüğümüz acı tablolarla dolu olaylar.
O onu suçluyor, bu bunu. Sanki iki düşman kulüp. Aralarında kan davası var gibi.
Spor yapılıyor aslında. Spor bir eğlence.Ama taraftarlar her yerde diş biliyorlar birbirlerine.
Kimse biz bu hale nasıl geldik diye sorgulamıyor durumları.
Olaylar sırasında bir başka görüntü dikkatimi çekiyor. Üzerinde Fenerbahçe forması bulunan küçük bir çocuğun forması çıkarılıyor, yetmiyor salondan atılıyor.
O çocukta yaratılan travmayı düşünebiliyor musunuz? Gönül Galatasaraylı yöneticilerin o çocuğa sahip çıkmasını ve yanlarına almasını hayal ediyor. Sadece hayal edebiliyor.
Medyada ise bu konuda tık yok.
Beşiktaş Ihlamurdere Caddesi üzerinde oturduğumuz yıllarda, Beşiktaş üst üste şampiyon olmuştu. 80’li yıllardı sanırım. Cadde siyah beyaz bayraklarla donatılmış, şampiyonluk kutlamaları devam ediyordu.
Bizim ikizler 11-12 yaşlarındaydı. Kafalarına esiyor, giyiyorlar Fenerbahçe formasını, caddeye çıkıyorlar. Benim haberim yok. Başlıyorlar çarşıya doğru yürümeye.
Düşünebiliyor musunuz durumu. Beşiktaş’ın göbeğinde Fenerbahçe formalı iki çocuk.
Çarşıya kadar yürüyorlar. Ne bir laf atan var. Ne de yan bakan.
Sadece bir dükkandan çağırıyorlar, “Aferin size. Biz de Fenerbahçeliyiz” diyorlar ve küçük bir hediye veriyorlar.
Çocuklar hiçbir şey olmadan eve dönüyorlar.
Hani anlatırız, bizim zamanımızda tribünlerde hep bir arada oturur, maç seyrederdik diye. Bunları anlatırken şaşkın şaşkın bakar yeni nesil bizlere.
Hadi o devirleri geçtik. Ama iş tribünden çocuk kovmaya, forma çıkarmaya kadar varmışsa bütün kulüp yöneticilerinin oturup düşünmesi ve ne oluyor bizlere demesi gerekir.
Bahanelerin altına sığındıkça olaylar daha da artacak, spor sporluktan çıkacaktır.

15 Kasım 2009

Son yılların en güzel yemek tarifi!

Onu tanıdığımda daha doğrusu Milliyet'in yazıişlerinde birlikte çalıştığımızda yazı yazmıyordu, ama çarpıcı, kimsenin aklına gelmeyecek zeka dolu başlıkları ve haber spotları ile dikkat çekiyordu. İzmir'den gelmişti, İstanbul basınında kendini yalnız hissediyordu. Dürüstlüğü, samimiyeti ilgimi çekmişti. Dost olduk. Ailece görüştük. Milliyet'ten ayrılıyorum dediği gün çok üzülmüştüm. Gittiği her yerde başarılı olacağına emindim. Öyle de oldu.
Aklına geldiğimde beni arar, hal hatır sorar.
Bugün Türkiye'nin bana göre en etkili yazarlarından biri.
Her yazısında onun kıvrak zekasını görmek mümkün. İyi ki yazıyor, hem de geldiğimiz bu ortamda.
Sevgili kardeşim Yılmaz Özdil'den bahsediyorum. Onu zaman zaman bu blogda misafir ediyorum.
İşte yine çok güzel bir pazar yazısı ve son yılların en güzel yemek tarifi:


Patlıcan

Türkiye bayılır patlıcana...
Çeşit çeşit yemeği olur.
Yazarken bile insanın ağzı sulanıyor.
Parmaklarını yersin.
Ama, parmaklarını yediğinle kalırsın.
Vücuduna zerre faydası olmaz.
Besin değeri fakirdir.
Vitamini sıfıra yakındır.
Doyuyorum sanırsın...
Zayıflatır!
Çocuklara tavsiye edilmez.
Çünkü, nikotin içerir.
Uyuşturur.
.......
Patlıcan’dır, açılım...
Çiğne çiğne, hikâye.
........
Hükümet mesela...
İmambayıldı.
.......
Muhalefet desen...
Musakka’cı.
İmambayıldı’da kıyma yokmuş...
Bu iş zeytinyağlı olmazmış, filan.
......
DTP, oturtma...
Fırsat bu fırsat, Habur’da da oturtuyorlar, Meclis’te de.
......
İmralı aşçısı ise, Roj TV’den tarif veriyor, açacan, açmazsan, döşücem mayını, pat’lıcan.
......
Meclis lokantasından dövüle dövüle atılan şehit aileleri de soruyor haliyle, “Onunki can da, benimki patlıcan mı?”
......
Sezen Aksu konuşur, şak şak şak, alkışlarlar, Kevin Kostnır konuşur, şak şak şak, alkışlarlar... Nedir bu?

Şakşuka.
.......
Küreseldir, topan...
O yüzden, yalaka basın ahaliyi iştaha getirmek için yazar durur,

“Belki yarın, belki yarın da yakın, Brüksel lahanasının yerini alacak, topan patlıcanım...”
......
Çankaya?
Hünkârbeğendi.
........

Türkiye’de hıyardan sonra en bol sebzedir patlıcan...
Tek sorunu vardır:
İnsan yer, hayvana ver, yemez.

8 Kasım 2009

Atatürk'ün orduya son mesajı!...

Anıtkabir'i ziyaret edenler, Atamızın 29 Ekim 1938 tarihli ordumuza gönderdiği son mesajı okumuşlardır.
2009 Türkiye'sinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı yürütülen "sindirme" çabalarını gördükçe bu mesajdaki cümlelerin önemi bir kez daha anlaşılmaktadır.
Mesajı tekrar tekrar okuyun ve o Deha'nın o günlerden bu günleri nasıl gördüğüne şahit olun.
Sevgili Atam; seni unutturmak isteyenler unutmasınlar ki bu sevgi kalplerimize işlenmiştir, sökülüp atılamaz ve nesilden nesile devam eder.
Nur içinde yat.