31 Temmuz 2011

Medya neden "organik ürün" konusunu işlemez?

80’li yıllardı. Ardı ardına manşetleri sıralıyorduk Bulvar’da. Tüketici hakları diye tutturmuştuk. Bir gün domatesin hangi tarlalarda, hangi gübrelerle yetiştirildiğini işliyor, kimler aracılığıyla tüketiciye ulaştığını inceleyen haberler üretiyorduk.
Araştırmaya dayalı haberlerdi bunlar.
Bir gün un dolayısıyla ekmek araştırılıyor, bir başka gün beyaz eşya. Balık.
Hasılı tüm tüketiciyi ilgilendiren işlenmiş haberlerle karar vericiler üzerinde baskı kurmaya çalışıyorduk.
Sonunda tüketici yasasının Meclis’ten çıkmasını başarmıştık.
Tüketici haberlerini yapan Mehmet Barak arkadaşımız  tüketici derneği de kurmuştu.
Uzun yıllar da başkanlık yaptı dernekte.
O günleri neden hatırladım?
Geçenlerde bir yaşındaki torunumla birlikte yazlığa torba torba sebze, mama ve yiyecekle geldi bizimkiler
Çoğu sebzeler buruşmuştu bile.
Oysa kapıdan her gün taze sebze satan satıcılar vızır vızır geçiyordu.
Bunlar dediler “organik ürünler”. Sertifikalı.
Kafama takılmıştı bu organik ürün işi. Yeni nesil çarşıda, sokakta satılanlara güvenmiyordu ve üç misline satılan organik ürünlere bel bağlamıştı.
Bir test yapmak boynumun borcu olmuştu. Büyük bir marketin “organik ürünler” yazan reyonunun önünde durdum. Eşime “sen dolaş ben biraz burada takılacağım” dedim.
Ürünleri inceliyormuş gibi yapıp 20-25 dakika bekledim.
Arı  kovanı gibi reyonları talan eden genç, yaşlı kadın erkek alıcılardan hiç biri organik ürünler reyonuna uğramadı. Şöyle bir bakan ve etiketleri gören anında kaçıyordu oradan.
Kafama takıldı bir kere bu organik ürün işi.
Medyada tek bir satır göremiyorum bu konuda. Bazı televizyonlar  organik ürün satan pazarları tanıtıyorlar bazen. O da apaçık hatır haberlerine benziyor.
Kimse özellikle medya, bu organik işi nedir diye işin peşine düşmüyor.  Organik ürünle organik olmayan ürün arasındaki farklar nedir?
Neden tüm ürünlerimiz organik değildir? Bunun için neler yapılması gerekir?
Hadi aslanlarım. Büyük gazeteciler. Abuk subuk telefon gazeteciliğini, kolaycılığı bırakın da düşün şu işin peşine. Öyle bir kampanya yapın ki halk kanıksamasın. Gübreden başlayın, tarlayı aracıları yasaları denetimsizlikleri gözler önüne serin.
İsrar edin. Bir daha bir daha. Milleti uyandırın. Tüm ürünlerimiz organik olsun.
Biz zehirlendik, gelecek nesillerimiz zehirlenmesin.
Hadi hadi. Biraz gazetecilik yapın yahu!

25 Temmuz 2011

Şüphelinin hiç mi hakkı yok!

Dönüp dolaşıp olaylara ve gelişmelere baktıkça, tartışma programlarını izledikçe ilk soruşturmanın gizli olmasının önemini bir kez daha anlıyorum.
Gazeteci arkadaş televizyonda gerine gerine “halkın haber alma özgürlüğü var. Onun için ben gizlilik kuralını çiğnerim” diyebiliyor .
Mahkum olduğunda hapis cezalarının paraya çevrileceğini bildiği için de kahramanlık taslıyor; “hakkımda açılmış şu kadar yıllık davaya aldırmam. Haberimi yaparım. Halka haber veririm”.
Karşısında da sonradan şöhret olan avukat arkadaş sesini yükselterek “ gazeteciliğini tebrik ederim ama sen daha iddianamesi hazırlanmamış bir soruşturmada şüpheliyi hem yargıladın, hem de mahkum ettin. Buna hakkın var mı?”diye soruyor.
O hala halkın haber alma özgürlüğünden bahsediyor.
Son yıllarda medyanın sığındığı bir liman oldu bu halkın haber alma özgürlüğü.
Ne özgürlüğü kardeşim. Her özgürlüğün bir başka özgürlükle sınırlı olduğunu bilmiyor musun?
İş, dönüp dolaşıp hep söylediğim ve söylemekten de bıkmadığım kurala gelip takılıyor.
“İlk soruşturmanın gizliliği”.
Gazeteciye göre hava hoş. O ilk soruşturmadaki delil toplama bilgilerini haber yaparak popüler olmuş. Hatta bu gizliliğe karşıyım diye efeleniyor. Kime gam.
Serde halkın haber alma özgürlüğü var ya.
Avukat şunu soramıyor gazeteci arkadaşa; “kardeşim halkın haber alma özgürlüğü nerede başlar?
Daha doğrusu haber nedir? Bir bilgi ne zaman haber olur ve tüm toplumu ilgilendirir?
Haberini yaptığın kişi de halktan biri değil midir? Onun bu konuda hiç mi hakkı yoktur. Masumiyet karinesi neden konmuştur?.
Bazı ülkelerde duruşma salonundan fotoğraf bile çektirilmez. Neden çektirilmez.
Halkın haber alma özgürlüğü kisvesi altında istediğini yapabilmek etik midir? Gazetecilik midir?
Tüm dünyada ve bizde kural olarak ilk soruşturma gizlidir. Bu gizliliğin nedeni soruşturma yapılan kişinin kişilik haklarını, onurunu ve kariyerini korumaktır.
Otuz beş yıllık meslek hayatımda, yazı işleri müdürü olarak çalıştığım dönemlerde ilk soruşturma bilgilerinden üretilen haberleri gazeteye koymamaya özen gösterdim.
Muhabir haberi yapar, önemli olan o haberi medya organlarında yayımlamaya karar verecek yazı işleridir.
Gizlilik kuralına herkesten önce“yayıma karar verenler” uymalıdır.
Bırak birileri gizliği ihlal etsin, suç işlesin. Sen henüz haber haline gelmemiş bilgileri atla ama kimsenin kişilik haklarına dokunma, onuru ile oynama.
Bu durum senin başına geldiğinde de diğer medya kuruluşlarını arayıp “ne olur benim hakkımda açılan soruşturmayı haber yapmayın” diye sağa sola yalvarma.
Bu yalvarışları çok gördük.
İşte kısaca bu pencereden bakıldığında medyanın geldiği nokta çok açık görünüyor ve gazeteciyim demeye dilim varmıyor.
İyi ki bu dönemde bu mesleği yapmıyorum. Yoksa her gün genel yayın müdürü ile kavga ederdim ve kovulurdum.

5 Temmuz 2011

Geleceğimiz karanlık bir tünele girmiş bile!

Bir kır düğünü idi. Bahçeden içeri girdik eşimle. Kapıda bizi kızın annesi ve babası karşıladı. Damadın annesi ve babası yoktu ortalıkta. Biz zaten kız tarafını tanıyorduk.
Kırlık alana girince ilginç bir görüntü dikkatimi çekti. Çekmeyecek gibi değildi. Bir tarafta şık kıyafetleri ile hanımlar, genç kızlar. Diğer tarafta nikâh kıyılacak yerin karşısındaki oturma yerlerini kapmış ya da oraya oturmayı tercih edip nikâhı bekleyen türbanlı hanımlar.
Onları görünce kafama dank etti. Erkek tarafı tümüyle türbanlılardan oluşuyordu. Bir ara kayınvalideyi gösterdiler bize. Burnuna kadar başörtüsünü örtmüş yaşlı bir bayan.
Gençler ailelerini dinlemeden birbirlerini sevmişler kim karışır edasında hayatlarını birleştiriyorlar. Mutlu bir yola baş koymuşlar.
Kazın ayağı öyle mi acaba?
Bizim kültürümüzde çocukların evliliklerinde mutluluğun bir başka anahtarı da ailelerin kaynaşabilmesi. Görüntü pek kaynaşacak bir ortamı yansıtmıyordu.
Kızın anne ve babası bizim masada oturdu. Bir ara babaya sordum; sizin dünürlerle bir masada oturmanız gerekmiyor muydu?
“Çok zor ” dedi. “Çok zor. Bu evliliğin cicim ayları bir geçsin. Bakalım neler göreceğiz?”
Bir düğün gözünüzün önüne getirin. Bir tarafta eğlenen modern giyimli hanımlar, diğer tarafta nikâhtan sonra eğlenceye kalmayan, düğünü terk eden türbanlılar.  Damadın çok yakınları hariç tabii.
Şöyle bir düşündüm.
Hani diyor ya başbakan bize oy vermeyen yüzde elliyi anlamaya çalışacağız?
Bence hiç çalışmasın. Toplumu ikiye çoktan bölmüşler bile. Gözümüz alıştı artık türbanlı, türbansıza ama beyinlerde kaynaşma olmamış.
Ötekileştirme ailelere kadar inmiş.
Güneydoğudaki etnik bölünme kadar bu ayrıştırma da tehlikeli bir yola girmiş durumda.
İnanamıyordum ama bu ayrışma görüntüsü, geleceğimizin karanlık bir tünele girdiğini göstermesi bakımından son derece üzücü.
Umarım ben yanılırım, ayrışma olmaz, kaynaşma olur.

14 Haziran 2011

Dokuzdeğirmen Köyü'nde rafting!

Türkiye'nin seçimini yaptığı gün, biz de seçimimizi yapmıştık. Düzce'nin Dokuzdeğirmen Köyü'nde, Melen Çayı'nda rafting yaparak, seçim heyecanına, bir heyecan daha eklemekti niyetimiz. Sabah 8.00 gibi oylarımızı kullandıktan sonra, bir minibüse doluşarak Dokuzdeğirmen'e doğru yola çıktık...
Haziran ayının ortalarına gelmemize rağmen yol boyunca yağmur damlaları eşlik etti bize. TEM Otoyolu’ndan Düzce'ye doğru giderken Hendek’i geçtikten sonraki ilk sapaktan girip sonra saat 11.00 gibi Cumayeri ilçesinin şirin köyü Dokuzdeğirmen'e ulaştık.
Köyün merkezinde 600 yıllık anıt çınar ağacı karşıladı bizi ve tabii, altındaki köy kahvesi...
Anıt çınarın hemen karşısında Düzce Rafting'in tesisleri var.
Küçük şirin bir yer burası, seçim günü olduğu için de sakin. Kapıda rafting eğitmeni Özgür Tatar karşıladı grubu. Melen Çayı'na karşı kahvaltımızı yaparken, peşimizi bırakmayan yağmur damlalarına bu kez kuş sesleri de eşlik ediyordu. Keyif çaylarımızı da yudumladıktan sonra sıra kimlerin rafting yapacağına geldi.


Özgür Tatar, kalp hastalığı ve panik atağı olmayanların raftinge katılabileceğini söyledi. Eşim ve ben bel fıtığımız olduğu için kendimize güvenemedik. Aramızdan sadece dört gönüllü çıktı. Diğerlerinin görevi onların heyecanına fotoğraf ve video çekerek ortak olmaktı. Gönüllülerimiz, 10 dakikalık bir eğitimden sonra Özgür Tatar ile birlikte rafta binerek Melen Çayı'na açıldılar. Onlar kürek çekerek hızla akan çayda gözden kaybolana kadar, hepimiz deklanşörlere bastık.
SÜNGÜT TAŞINDAN EVLER
Onlar adrenalin peşindeyken biz küçük rehberimiz Tayfun'la birlikte köyü gezmek için yola koyulduk. Dokuzdeğirmen Köyü, adını yıllar önce köyde bulunan dokuz su değirmeninden alıyor. Köydeki su değirmenlerine gelen su kanallarının Rumlar tarafından yapıldığı söyleniyor. Rumlar'ın mübadeledenin ardından köyü boşaltmasından sonra Karadenizliler gelip köye yerleşmiş. Bu nedenle mimaride Karadeniz izlerini görmek mümkün. Sonradan öğrendiğimize göre bu evler gazbeton benzeri ısı izolasyonu sağlayan süngüt taşından yapılıyormuş. Süngüt taşı ise Kocaeli’nin bir köyü olan Süngüt Köyü’nden elde ediliyormuş. Fındık, mısır ve dağ çileği köyün en önemli geçim kaynaklarından. Son 10 yıldır köy ekonomisine en büyük katkı ise rafting turizminden geliyor.

Rehberimiz  küçük Tayfun..

DEĞİRMENCİ İLE SOHBET
Köyde kalan üç su değirmenini görmek için ilerlerken, yağmur kokusuyla ıslanmış toprağın kokusunu içimize çekiyoruz. Tayfun bize okulunu gösteriyor: Dokuzdeğirmen İlköğretim Okulu. Oyunu kullanmak için okula gelenler var. Okulun yanından yukarı tırmanıyoruz. Sol tarafımızda değirmeni görüyoruz. Küçük bir odanın içinde su gücüyle buğday ve mısırı öğüten değirmeni görüp nasıl çalıştığını anlamaya çalışıyoruz. Değirmenin merdivenlerinden inerken bastonuyla bir köylü yaklaşıyor yanımıza. Köyün son iki değirmencisinden biri olan Yusuf Şengül’le tanışmanın onuruna erişiyoruz. Yusuf Amca bize Hollandalı turistlerin gelip değirmeniyle nasıl ilgilendiğini anlatıyor gururla. Biz de onunla hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Tayfun’la sohbet ede ede yürüyoruz. Köydeki oyların büyük bölümünün AKP’ye gittiğini söylüyor Tayfun. Köy halkı halinden memnun anlaşılan.
 
Köyün son değirmencisi .....
ONBİN TURİST
Küçük köy turumuzu bitirip Düzce Rafting tesislerine döndük. Biraz köyle ve rafting turizmiyle ilgili bilgi almak istiyoruz. Şans bu ya, soru sorduğumuz kişi Şerif Ali Karanfil, Rafting Düzce İl Temsilcisi. Aynı zamanda Cumayeri Belediye Başkan Yardımcısı ve Veteriner hekim olan Ali Bey, bize rafting turizminin köyün kaderini nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Rafting turizmi aileleriyle birlikte bin kişinin geçim kaynağı olmuş. Raftinge gelenlere sunulan yemekten tutun da, raftların onarımına kadar (rafting yapılan bot) her şey burada kotarılıyor. En önemli yanı da köyün insanı dış dünyaya daha yakın hale geliyor. Ali Bey, Melen Çayı’nda 1993’ten beri rafting yapıldığını ancak gelişimin son yıllarda hızlandığını söylüyor. Dokuzdeğirmen’de 2000 yılından beri rafting şenlikleri yapılıyormuş. Şerif Ali Karanfil; Hollanda, Polonya, İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri gibi dünyanın bir çok ülkesinden turistin rafting için köye geldiğini ve bu sayede yılda 10 bin turist çektiklerini söylüyor. Bu aralar turist sayısının artmasının önündeki en büyük engel, Melen Çayı üzerine yapılmak istenen hidroelektrik santralı (HES).
Melen’in suyu zaten İstanbul’a getirilmiş durumda. Şimdiki hedef elektrik üretmek. Köylülerin isteği, HES yapılacaksa, raftinge engel olmayacak şekilde yapılması ya da en kötü olasılık suni bir parkur yaratılması. Şerif Ali Karanfil, baraj söylentisi olmasa bir yıl içinde 30 bin turiste ulaşabileceklerini söylüyor. Dokuzdeğirmen’de şimdilik 5 rafting tesisi var.
Düzce Rafting,
Talimhane Rafting,
Melen Macera,
Albutu Rafting
ve Melih Rafting.
Köye gelip kahvaltı ve öğle yemeği yiyip dinlenmek isterseniz her şey dahil 40 TL ödüyorsunuz. Raftinge katılmak isterseniz de artı 80 lira. Bu fiyata çekilen foto ve video da dahil.
Zorluk sıralamasında 3. Çay.Rafting yapanlar, akarsu yatağı içindeki doğal engelleri aşmak zorunda. Bu engeller suyun genel akışının hızını ve yönünü etkiliyor. Zorluk derecelerine göre rafting 6 klasa ayrılıyor. Klas1, basit, klas6 geçilemeyecek kadar zor bölgeleri barındırıyor. Melen Çayı, 13 km’lik bir rafting parkurundan oluşuyor. Denizden yüksekliği 150 metreyi buluyor. Zorluk sıralamasında da 3. sırada yer alıyor.
Biz raftingle ilgili bilgiler alırken, adrenalin yüklü gönüllülerimiz raftingi bitirip dönmüş, keyifle yaşadıklarını anlatıyor. Anıları, yemeklerimizi yerken dinlemeye devam ediyoruz. Çayımızı yudumlarken sicim gibi bir yağmur saçakları dövüyor, biz de nefis manzaranın tadını çıkarıyoruz..

6 Haziran 2011

Kulelere direnenler!

Maslak oto sanayiinin içi. Dev kuleleri yerleştirmişler yamaca.
Çok büyükleri de sırada.
Küçük esnaf kara kara düşünüyor. Sıra ne zaman bize gelecek diye?
"Kapımızı çalacaklar ve ekmek tekneni sat diyecekler".
Para bu. Her şeyi satın alıyor.
Ama bir bina var ki orada, satın alınamamış görünüyor.
Kulelerin gölgesinde yaşıyor.
Balkonunda asılı halıları ile birlikte.

23 Mayıs 2011

Bükemediğin eli öpeceksin!

Atalarımız çok güzel söylemiş,
bükemediğin eli öpeceksin.
Oysa bizimkiler ne yapıyor,
şer ortaklığı.
Fenerbahçe şampiyon olmasın da
kim olursa olsun.
Hala çamur atanların öküzün altında buzağı araması
milletçe nasıl erozyona uğradığımızın
bir göstergesi.
Bükemediğimiz eli öptüğümüz de
toplum olarak bir yerlere geldik demektir.
Öyle değil mi?

20 Mayıs 2011

İşte Gıda yardımlarının kaynağı!

Yazıma bir yasa maddesi ile başlamamı yadırgayanız olabilir. Biz zaten bu maddeyi biliyoruz diyenleriniz de çıkabilir. Ben yine de bilgi olarak tekrarlamanın faydalı olacağına inanıyorum.
Gelir Vergisi Madde 40 - Safi kazancın tespit edilmesi için, aşağıdaki giderlerin indirilmesi kabul edilir:
1. Ticari kazancın elde edilmesi ve idame ettirilmesi için yapılan genel giderler.
2. (Hizmetli ve işçilerin iş yerinde veya iş yerinin müştemilatında iaşe ve ibate giderleri, tedavi ve ilaç giderleri, sigorta primleri ve emekli aidatı, 27 nci Maddede yazılı giyim giderleri,
3. İşle ilgili olmak şartiyle, mukavelenameye veya ilama veya kanun emrine istinaden ödenen zarar; ziyan ve tazminatlar,
4. İşle ilgili ve yapılan işin ehemmiyeti ve genişliği ile mütenasip seyahat ve ikamet giderleri
5.  Kiralama yoluyla edinilen veya işletmeye dahil olan ve işte kullanılan taşıtların giderleri ,
6. İşletme ile ilgili olmak şartıyla; bina, arazi, gider, istihlak, damga, belediye vergileri, harçlar ve kaydiyeler gibi ayni vergi, resim ve harçlar,
7.  Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre ayrılan amortismanlar,
8. İşverenlerce, Sendikalar Kanunun hükümlerine göre sendikalara ödenen aidatlar (şu kadar ki; ödenen aidatın bir aylık tutarı, işyerinde işçilere ödenen çıplak ücretin bir günlük toplamını aşamaz).
9.  İşverenler tarafından ücretliler adına bireysel emeklilik sistemine ödenen katkı payları.
10.  Fakirlere yardım amacıyla gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan dernek ve vakıflara Maliye Bakanlığınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedeli.
Son madde üzerinde dikkatinizi çekerim.
Bu maddeye göre, gelir veya kurumlar vergisi mükellefi  isterse vergisini devlete vermez.
Ya nereye verir?  Bünyesinde gıda bankacılığı bulunan derneklere verir. Onlar da yoksula gıda dağıtır. Nasıl dağıtır orasını bilemiyoruz.
 İçişleri Bakanlığınca bünyelerinde GIDA BANKACILIĞI kurma izni  verilen  dernekler şunlar:
  -Deniz Feneri;
 -Kimse Yok Mu  Derneği;
 -Kepez Deniz Yıldızı Sosyal yardımlaşma Derneği.
Bir vergi mükellefi, örneğin bir okul veya hastane yaptırırsa, yaptığı harcamanın sadece 5 milyon lirasını vergiden düşebiliyor.
Mehmetçik Vakfı'na, eğitim kurumlarına, Çocuk Esirgeme Kurumu'na,  Kızılay'a yaptığı yardımın yine en fazla 5 milyon lirasını vergiden düşebiliyor ama bünyesinde gıda bankacılığı bulunan derneklere yardım yaparsa, yaptığı yardımın tamamını vergiden düşebiliyor.
 

15 Mayıs 2011

Sıcaklar kendini gösterince!...

Bir pazar sabahı. Her pazardan farklı bir pazar sabahı.
İstanbul'da neredeyse karbuz kabuğu denize düştü ama kaloriferler hala yanıyordu.
İstanbul bu yıl baharı atladı, yaza ancak pazar günü giriş yaptı.

14 Mayıs 2011

Hangi partiye oy vermeliyim?

Vatanın bölünmez bütünlüğünü benimseyen, kanunların değil, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına gönülden  inanan,demokratik ve laik cumhuriyete bağlılığını eylemleriyle doğrulayan,
eğitimde yaparak öğrenme ilkesinden hareketle çocuklarımızı ezbercilikten kurtaracak, aklını kullanmayı ve yaratıcılığı ön planda tutan bir sistemi getirebilen,
sağlıkta hasta sırtından vurgunları önleyecek tedbirleri alabilen,
tarımda organik üretimi destekleyen ve çok sıkı denetleyen sistemi kurabilen,
denizde, karada toplu taşımacılığı özendiren,
çevre deyince palavra atmayan, gönüllü çevreciler gibi düşünebilen, uygulayan ve denetleyen,
denizlerimize sahip çıkan, balıkçılığı balık neslini yok etmeden üretime izin verebilen ve denetimi üstün körü yapmayan,
gelir dağılımını birbirine yakın hale getirebilecek sistemi kurabilen,
dürüstçe  yapılan iyi hizmetleri övebilen, yapılamayanları yerebilen,
yolsuzluğa, talana yandaş gözetmeden karşı çıkabilen ve denetimini kamu yararına yapabilen
bir parti çıkarsa,
Punto Amca'nın oyu ona!....

7 Mayıs 2011

“Test usulü yerine metin sorulmalı”

Emekliler bir araya gelince ne yapar, biraz siyaset, biraz spor, biraz çocuklarını, torunlarını konuşur. Laf dönüp dolaşıp eski günlerde yaşananlara gelir. Yine böyle bir emekli laflamasında bir arkadaş orta öğretim yıllarındaki öğretmenlerden bahsederken "Köy Enstitü mezunu bir öğretmenimiz vardı. Her şeyi ondan öğrendim. Sadece kendi branşındaki bilgileri değil, her şeyi. Bilmediği şey yoktu. Becerilerini hayranlıkla izlerdik” dedi.
Televizyonlarda olaylara objektif bakan ve kamu yararını ön plana çıkaran bir konuşmacıya rastlamadım bugüne kadar. Her konuşmacı sorunlara kendi penceresinden bakıyor, yanlış da olsa dayatıyor. İnsanı yeter artık dedirtme noktasına getiriyor.
Sizin anlayacağınız particilik takım tutma gibi olmuş.
Aday listelerine bakarsanız, en hızlı savunucuların liderlerinin gözüne girdiğini, seçilecek yerlere konduğunu görüyorsunuz.
Dedim ya pek izlemiyorum bu programları. Kanal kanal doğru dürüst bir program ararken geçenlerde Teke Tek’e takıldım. Başından beri izleyemedim ama konuşmacı eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz olunca kanalda kaldım.
Sayın Gürüz’ün şu cümleleri dikkatimi çekti:
“Benimle ilgili iddiaları konuşmak yerine sınav sistemini tartışmak çok daha yerinde olur. Bakın elimde çok önemli raporlar var. Bu raporlarda Batılı ülkeler ve Amerika, bizim yaptığımız sınav sistemini terk ediyorlar. Çocukların bilgisini yarıştırmıyorlar. Orta öğretim başarı oranını esas alıyorlar. Öğretmenlerimize güvenelim. Orta öğretimden yüksek öğretime geçişte orta öğretim başarı oranı yüzde yetmiş olsun. Dershaneleri ortadan kaldıralım. Batıda sınav sisteminde en son gelinen nokta bu. Çocuklarımızın bilgisini daha doğrusu dershane yüklemelerini yarıştırmayalım. Öğretmenlerimizin öğrettiklerini ön plana çıkaralım”.
Altmış yıl önce terk edilmiş Köy Enstitülerinin eğitim sisteminde de öğreti ezbere dayanmıyordu. Görerek, yaparak öğreniyordu çocuklar bir çok şeyi. Ve o bilgileri hayatları boyu unutmuyorlar, öğretmen olarak gittikleri okullarda öğrencilere de öğretiyorlardı.
Kemal Gürüz bir şeyin daha altını çiziyor. Sınavlar test usulü olmasın. Metin halinde olsun. Öğrenci kompozisyon yazmasını öğrensin. Bugünün çocukları iki satır yazamıyor.
Sistemlere ideolojik bakarsanız, ben yaptım oldu derseniz, ezberciliğe yöneltirseniz, bugün yaşanan tartışmalardan kurtulamazsınız.
Bu sistemlerle geleceğimizi bu gençlere nasıl bırakırız?
Öldüğümüzde aklımız kesin geride kalacak.