İkincisini şöyle anlatabilirim. Büyük gazetelerin biliyorsunuzdur Londra muhabirleri vardır. Bizim de vardı. Bir akşam muhabirimiz, beni yemeğe götürmek istedi. Tamam dedim. Doğru bir kebapçıya. Biz İstanbul’da kebap yiyemiyoruz ya. Doğru Londra’da bir Türk kebapçısına. Neyse.
Kebapçının bulunduğu semtte geldik. Park yeri yok. Sağa git yok. Sola git yok. Bir ara bir dört yol ağzına geldik. Sağdaki sokağa dönüşte bir arabalık park yeri bize göz kırpıyor. Bak dedim işte yer. Muhabirimiz, aman Ağabey orası dönüş yolu. Park etmek yasak. Tamam dedim yahu. Gecenin bu saatinde kim görecek senin arabanı. Öyle deme ağabey dedi. Burada herkes polis. Kim görürse hemen polise haber verirler. Dakikasında gelirler. Ne araba kalır ne de ben kalırım Londra’da. Başka bir muhabir bulursunuz.
O zaman kafama dank etmişti. İhbar etmek bizde muhbirlik sayılıyor, onlarda ise vatandaşlık görevi.
Gelelim asıl hikayeye.
Londra’yı ziyareti nedeniyle Evren’e Belediye Meclisi’nde nişan verilecek. Neden verdiler hatırlamıyorum ama frakları giyip törene gittiğimizi iyi hatırlıyorum. Bir parantez açmakta fayda var. Benim yaşımda olanlar hatırlarlar. Hürriyet Gazetesi yazarı Oktay Ekşi frakını bizim gibi Londra’dan kiralamamış, Türkiye’den getirmişti. Oktay ağabey otel idaresine ütülesinler diye frakını vermiş, frak kaybolmuştu. Tabii törene katılamamıştı. Sonradan Oktay ağabeyin Karadenizli inadı tutmuş, oteli mahkemeye vermiş ve tazminat kazanmıştı. Kazanmıştı ama hep hayıflanırdı “Ben ne yapayım tazminatı. Gazeteci olarak töreni kaçırdım ona yanarım ona”.Şimdi biz gelelim katıldığımız törene. Fotoğraflardan da gördüğünüz gibi Belediye Meclisi üyeleri büyük bir salonda karşılıklı oturuyorlar. Birbirlerini görerek tartışıyorlar. Meclistekiler yerlerini almış. Biz de frakları çektik. Toplantı salonunun kapısına geldik. Mübaşir gibi görev yapan biri davetiyemi aldı ve kapıyı açıp beni içeri saldı. Bir yandan da davetiyeden ismimi okuyarak bağırdı. Mister bilmem kim. İçeri girdim. Şaşırdım. İki yanda tribün gibi oturma yerleri. Filmlerde gördüğümüz gibi ortaçağ kıyafetli adamlar. Beni alkışlıyorlar. Kendimi bir an tiyatroda sandım.
Evet tiyatroda sandım.Ama tiyatro değildi. Ve ciddi ciddi işlerini yapıyorlardı. Yürüdüm. Karşılıklı iki tribünü geçtikten sonra bir başka mihmandar beni karşıladı. Bir platform üzerine dizilmiş iskemlelerden birine, etekli bir beyin yanına oturttu. Herkes bu sırat köprüsünden geçip gösterilen yerlere oturdu. Benim yerim neresi. İstediğim yere oturayım. Yok oradan göremem. En iyi yer neresidir. Orayı kapayım gibi düşünceleri düşündürtmüyorlar size. Robot gibi oluyorsunuz bir anda.Tören başladı. Evren’e bir şeyler taktılar. Törenden sonra yemek var. Bitişikteki salonda. Ben bu sıradan nasıl çıkacağım diye düşünüyorum. Öyle ya bu kadar insan var. Daracık koridorlar. Bırak düşünme dedim kendi kendime. İngilizler bunu da düşünmüşlerdir. Evet onu da düşünmüşler. Tören bitti. Kimse kalkmıyor. Herkesin ismi anons edilecek. İsmi okunan yandaki salona girecek dediler. Ve isimler okunmaya başladı. EEEE diyorsunuz buraya kadar ilginç ne var ki. Sıkı durun. Çok basit bir şey yaptılar. Kapıda davetiyeleri toplayan mübaşir vardı ya. Davetiyeleri geliş sırasına göre üst üste koymuştu. Ne olmuştu peki. En son gelen en üstte kalmıştı. İşte en üstten başlayıp geriye doğru isimleri okumaya başladılar. İsmi okunan kalkıyor, yandaki salona geçiyordu.
Meclis salonuna en son giren sıranın en sonunda oturduğu için ilk kalkan da o oluyor, böylece affedersiniz diye yanında oturanın ayağına basıp geçene ya da yer kapayım diye kalkıp herkesi ezen birine rastlamıyorsunuz. Organizasyonda tek şey var: Sabır, düzen ve dikkat.Aynen bir kazak örer gibi. Kazağı önce ördüler.. Sonra da söktüler.Çok mu zor. Hiç te zor değil. Yeter ki isteyelim ve işi ciddi tutalım.
Yemek salonunda da başka bir sürpriz bekliyordu bizi. Bizim masada karşımda oturan hanımefendi bir anda dikkatimi çekti. Pek İngilizlere benzemiyordu ve gelinlik tarzı bir kıyafetin yanı sıra başında da eften füften bir taç vardı. Masaya daha dikkatli bakınca bazı beylerin göğüslerinde nişanlar gördüm. En garibi bazıların tabaklarının yanına bıraktıkları iri ufaklı kupalardı.Karşımdaki hanımefendi beni dikkatli dikkatli süzdü uzun süre. Şaşırdığımı belli etmiştim herhalde. Türk müsünüz diye sordu. Evet dedim. Şaşırdığını belirtti. Benim ingilizcem de evlere şenlik. Yes no dan biraz iyi.. Çat pattan sonra ve masamızdaki elçilik çalışanlarından birinin yardımıyla sorunu çözdüm. Bizi süzen bayan Yeni Zelanda’lıydı . Bir ingilizle evliydi. Antropoloji öğrenimi görmüştü. Beni Türk’e benzetememişti.
Sonra taçların, nişanların da esrarı çözüldü. Resmi davetiyelerde hani bizde de kıyafetler smokinli ya da koyu elbiseli olacak diye şartlar konur ya. Meğer onların davetiyesinde de tüm nişanlarla birlikte diye bir şart varmış. Tüm bu tantana bundanmış. Onun için takmışlar takıştırmışlar, yemeğe öyle gelmişler. Biz şaşırmıştık, onlar da neden şaşırdığımıza şaşırmışlardı.!!!!!!!
3 yorum:
Bu güzel anınızı bizimle paylaştığınız için teşekkürler Punto amca. Burada komşunun komşuyu gözetmesi diye bir olay var. Yani evlerinin çevresinde yanlış bir olay gören, hisseden halk bunu doğrudan yetkili merciye bildiriyor ! Özellikle de hırsızlık olayları için etkin ! Sizin park yerinde yaşadığınız bu olsa gerek. Düzen konusunda da minicik detaylar ne kadar büyük iş başarıyor değil mi? Düşünmek, bir o kadar da uygulamak önemli. Antropolog hanım ukalalık etmiş ! O dünyayı at gözlüğü ile dolaşmaya devam edip, takıp takıştırıp övünsun gayrı...Paylaştığınız için çok teşekkürler.
Dediğin doğru. Biz de istersek akıl ederiz hem de alasını ederiz ama uygulama önemli. Boş vermeden israr etmek inanmak önemli.
İngilizler hakkında ne güzel bir tespit. Basit şeyleri ödün vermeden uyguluyorlar. Bu şekilde problem daha en basit halinde iken çözülüyor ve büyümüyor. Oysa biz problem büyüdükten ve iyice arapsaçına döndükten sonra çözüm bulmaya çalışmaz mıyız?
Yorum Gönder