28 Mayıs 2009

Beyoğlu’nu “fark etme” gezisi!...

İstanbul Eczacılar Odası geçenlerde önemli bir etkinlik başlattı. "Kültür Gezileri". Bu gezilerin ilki olan Beyoğlu- Pera Gezisi’ne eşimle birlikte katıldık. Öğretim Görevlisi yılların rehberi Sezai Gülşen’in anlatımları ile Beyoğlu’nu farklı bir gözle gezdik. Daha doğrusu yıllardır önünden geçtiğimiz binaları, pasajları, camileri ve kiliseleri “FARK ETTİK!”.
Ufkumuzu açan bu gezide, anlatılanların hepsini aklımızda tutamazdık tabii. Fotoğraflarla ilgili bilgiler için, Murat Belge’nin "İstanbul Gezi Rehberi" kitabından da faydalandık.
İşte fotoğraflarla “Beyoğlu’nu fark etme" gezisi:
TAKSİM’İN ADI: Belki binlerce kez önünden geçilen bir taş yapı. Merak ettiniz mi hiç bu yapının ne olduğunu. Ben söyleyeyim uzaklardan getirilen suyun çeşitli semtlere dağıtıldığı eski deyimle “taksim” edildiği yer. Bu bölgeye Taksim ismi de bu nedenle verilmiş.
ESEYAN ERMENİ OKULU: Eseyan Ermeni Okulu, Mıgırdiç, Hovannes Esayan kardeşler tarafından yaptırılmış, okulun içindeki harap bir durumda bulunan kilisenin onarımını da bu kardeşler üstlenmişler. Ancak Esayan Kardeşler okulun inşaatını ve kilisenin onarımını yapmayı kabul ederken okula kendi soyadlarını verilmesini de istemişler. İnşaat 1895 yılı Eylül ayında bitmiş. Okulun içindeki kilisenin özelliği burada cenaze törenlerinin yapılmaması. Sanırım bu kilise içinde cenaze töreni yapılmayan tek kilise.AĞA CAMİİ VE ŞADIRVANI: İstiklal Caddesi'nde yer alan cami, 1597 yılında İsmail Ağa tarafından yaptırılmış. Duvar yazıları, Hattat İbrahim Altınbeşer'e ait. Çinileri yakın zamanlardaki onarımlarda değiştirilmiş. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslü. Caminin şadırvanı, Mimar Sinan’ın eseri. Kasımpaşa’daki Sinan Paşa Camiinden getirtilmiş. Ağa Camiinin banisi Hüseyin Ağanın kabri, mihrab duvarının önündedir.
ANADOLU PASAJI: Beyoğlu bir pasajlar bölgesi. Hemen hemen adım başı bir pasaj görmek mümkün. Anadolu Pasajı da bunlardan biri. Bu bina Abdülhamit’in Mabeyincibaşısı Ragıp Paşa’nın. Paşa’nın bu bölgede bir çok hanı olduğu biliniyor.
ÇİÇEK PASAJI: Rum bankerlerinden Hristaki Zoğrafos Efendi, yanan Naum Tiyatrosu’nun yerine içinde bir çarşı ve apartman bulunduran, bir bina yaptırır. Projeyi İtalyan mimar Cleanthy Zanno çizer. Bina yapımı 1876 yılında biter. Binanın altında 24 dükkan, üstünde ise 18 lüks daire vardır. 1908 yılında, bina Sadrazam Sait Paşa’ya geçer ve pasaj “Sait Paşa Geçidi” olarak anılır. 1940 yıllarında, pasajdaki küçük dükkanlara, çiçekçiler yerleşir. Beyaz Rus kadınları, baronesler ve düşesler de burada çiçek satarlar. Cite de Pera, bir süre çiçek mezat yeri olarak da kullanılır. Beyoğlu’ndaki tüm çiçekçiler, pasaja toplanır ve pasajın adı “Çiçekçiler Pasajı” na dönüşür.Daha sonra meyhaneler açılmaya başlar. Bina sakinleri ve çiçekçiler kaçar buradan.
NEVİZADE : Krepen Pasajı’nda iplikçi, terzi, matbaalar ve kunduracı dükkanları varmış. 1941 de ilk meyhane açılmış. Bu meyhaneyi diğer meyhaneler izlemiş. Krepen Pasajı yıkılınca meyhaneler Nevizade’ye taşınmış. İlk zamanlardaki Rum Meyhaneleri yerini, Türk meyhanelere ve meyhanecilere bırakmaya başlamış. Nevizade de bugün bir tane Rum Meyhanesi kalmış.
REJANS: 1917 Rus Devrimi’nden ve iç savaştan sonra Beyaz Ruslar Beyoğlu’na farklı bir eğlence tarzı getirmiş. Rejans Beyaz Ruslar’ca kurulan bir lokanta. Atatürk’ün İstanbul’daki buluşmalarına ev sahipliği yapmış. Agahta Christie’leri, Muhsin Ertuğrul’ları, İbrahim Çallı’ları ağırlamış. 1931 yılında bu mekan, Tevfik Manars, Veronika Protoppova ve Vera Çirik Rejans adıyla ve bir Rus lokantası olarak işletilmek üzere devr alınmış. Şöhreti bugünlere kadar gelmiş.
ELLİNCİ YIL ANITI: Anıt 1973’te ellinci yıl anısına Sadi Çalık tarafından yapılmış. Göğe yükselen elli çelik boru, Cumhuriyet’in dinamizmini simgeliyor.
SANTA MARİA DRAPERİS KİLİSESİ: Kiliseye merdivenlerle iniliyor. Bir Katolik kilisesi. Kiliseyi Fransiskenler tarikatı üyeleri yaptırmış. Kapısında bir plaka var. Bu plakada Karl Ambros Bernard’ın Türkiye’de modern tıp ve eczacılık öğretimini başlatan hekim ve cerrah olduğu yazılı. Hekimin mezarı kilisenin içinde.
GALATA MEVLEVİHANESİ : 1491 yılında İskender Paşa tarafından yaptırılmış bu tekke. Mevleviler sofu halktan uzak durmayı tercih ettikleri için bu bölgeyi tercih etmişler. Bugün Divan Edebiyatı Müzesi olarak faaliyet gösteriyor. 1975 yılında müze olarak hizmete açılmış. Mevlevihane, İstanbul'un en eski Mevlevihanesi. İlk şeyhi Mehmed Semâ-i Çelebi.
SEN ANTUAN KİLİSESİ: Fransiskenler tarikatının bu kilisesi, İstanbul’daki en büyük Katolik kilisesi. Ön cephesinde bir dizi kemerli balkonları ilgi çekiyor. İtalyan gotiği tarzında inşa edilen kilisenin mimarı Mongeri.
CERCLE D’ORİENT : Ermeni Katolik Abraham Paşa’nın mülkü. Bu Paşanın İstanbul’da çok sayıda arazinin, apartmanların sahibi olduğu biliniyor. Bu binada, üyeleri İstanbul’da yaşayan Avrupalılardan ve gayrimüslimlerden oluşan o zamanların en şık kulübü Cercle D’Orient faaliyet göstermiş. Bugün aynı binada SESAM var.
SURİYE PASAJI: 1880’li yıllarda bir Suriye paşası tarafından yaptırılmış. Döneminin en popüler yapılarından biri. Alt katı çarşı, üst kısımlar ise ev olarak düşünülüp yapılmış ilk bina. Altı çarşı, üstü konut olmak üzere üç ayrı bina olarak yapılan pasaj binaları, birbirine sonradan bağlanmış.
KIRIM KİLİSESİ: Kilise, Osmanlıların Britanya ve Fransa ile aynı safta katıldığı Kırım Savaşı’nı anmak için yaptırılmış. Kilisenin girişinde pinekleyen Uzak Doğulular şaşırtıyor bizi. Kilisenin rahibi, Protestan kilisesinde cemaat kalmayınca Sri Lankalı bir grubu cemaat olarak kabul ediyor. Bugün kiliseye Sri Lankalılar bakıyor.
NARMANLI YURDU: Fossati’lerden önceki Rus elçiliği burada faaliyet gösteriyormuş. " 1831 yılında inşa edilmiş. 1880 yılına kadar Rusya Büyükelçiliği ve ardından 1914'e dek Rus hapishanesi olarak kullanılmış. Bina daha sonra Narmanlı ailesinin mülkü olmuş. 1990'ların başından bu yana Narmalı Han'ın otele dönüştürme çalışmaları ise sonuç vermemiş.

24 Mayıs 2009

"Bir bilen"le Antalya Kaleiçi'ni gezmek!...

Antalya denince aklınıza ne gelir? Tatil. Alırsınız mayonuzu yanınıza, soluğu kesenize uygun bir tatil köyünde ya da havuzlu, denize sıfır bir otelde alırsınız. Deniz kum ve güneş. Dinlenir gelirsiniz. Eşimle birlikte biz de Antalya’ya doğru yola çıktık ama tatil yapmaya değil. Şehirdeki görülecek yerleri, civar ilçeleri gezmeğe. İlk durağımız Antalya Kaleiçi. Kaleiçi’ni öyle serseri mayın gibi dolaşmadık. “Bir bilen”le gezdik. Bize zaman ayırma inceliğini gösteren Sevgili Tijen ile. (Mutfaktazen ). Tijen'e buradan bir kere daha teşekkür ediyoruz.
Kaleiçi gerçekten görülmesi gereken bir alan. Antalya’ya gittiğinizde mutlaka Kaleiçi’ni gezin. Suna-İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi’ni de görün.
İşte fotoğraflarla Kaleiçi:



EVLER YIĞMA TAŞTAN: Antalya’da kent merkezine bugün "Kale İçi" deniyor. Kale İçi'nin sokakları dar. Evler sahiplerinin ekonomik güçleri ve kullanılış amaçlarına göre farklılık gösteriyor. Ortak özellikleri yığma taştan ve ağaç bağlantılı olarak yapılmış olmaları.CUMBALAR, DAR SOKAKLAR: Kale surlarının içinde yer alan evlerin iki cephesi var. Biri sokağa bakıyor, diğeri de bahçeye. Sokağa bakan yüzde, ilk katta pencere çok az. Üst katta ise "Cumba" lar var. Çıkmalar ağaç süslemelerle bezenmiş. Cumbalar evlere ayrı bir güzellik katıyor. Evlerin zemin katları hizmet bölümü, üst katlar ise yaşam alanları. Üst katlar daha aydınlık. Kale içi artık restoranların, hediyelik eşya satan dükkanların bulunduğu bir turizm merkezi olmuş. KINA GECESİ: Suna-İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi'nin ilk binasının odalarında Misafir kabulü, kahve İkramı, Damat Tırajı ve Kına Gecesi (üstteki fotoğraf) gibi geleneksel Türk Halk Kültürü ögeleri yer alıyor. Müzeye giriş ücreti olarak alınan ücretlerin Eğitim Vakfı'na kalması da ayrı bir güzellik.
İKİ KATLI TÜRK EVİ'NDEN MÜZE: Suna- İnan kıraç Kaleiçi Müzesi harap durumda satın alınan iki binada yer alıyor. 1993-1995 yılları arasında onarılan bu yapılardan ilki, geç döneme ait geleneksel dış sofalı Türk Evi’nin iki katlı bir örneği.
GİRİŞTEKİ MOZAİKLER: Günlük yaşam daha çok taşlıkta ya da hayatta geçer. Müzenin girişindeki küçük çakıl taşlarının kireç harç üzerine tek tek döşenmesiyle oluşturulan bitkisel ve geometrik bezekli mozaikler, binlerce yıllık bir geleneğin uzantısı.
ORTODOSK KİLİSESİ: Suna-İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi'nin bahçesindeki ikinci bina ise Aya Yorgi adına yapılmış bir Ortodosk Kilisesi. Kilise dikdörtgen planlı, tek hacimli ve üzeri tonoz örtülü bir yapı. Kilisede kültür ve sanat eserleri sergileniyor.
CAM ZEMİNLİ HADRİAN KAPISI:Tarihi kapıdan geçerken cam zemin dikkatimizi çekiyor. Antalyalılar bu cam zeminin konmasından rahatsız olduklarını dile getiriyorlar. Cam tarihi taşları korumak için konmuş. Bir Roma eseri olan yapı, Roma İmparatoru Hadrian adına yapılmış. Sur kalıntılarının yıkılması ile kapı ortaya çıkarılmış. Üst kısımları kubbe şeklinde üç açıklık var. Sütunları hariç tamamen beyaz mermerden yapılmış. Oyma ve kabartma süslemeleri gerçekten görülmeye değer.

KESİK MİNARE:Antik bir tapınak üzerine Bazilika olarak yapılmış bina, II. Beyazid'in oğlu Sultan Korkud tarafından cami'ye çevrilmiş ve yapıya bir minare eklenmiş. Minare'nin ağaç kısmı XIX. yüzyılda çıkan bir yangında yanmış ve o zamandan beri Kesik Minare adı yerleşmiş.
Kaynak:
Antalya web Sitesi, Suna-İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi tanıtım broşürü

22 Mayıs 2009

Kazak okurumun sorusu ve cevabı!...

Sevgili Olga Smirnyagina Punto’da yayımlanan "Nedense lehçe, şive ve ağız hep karıştırılır!..." yazımıza şu yorumu yaptı:
“Ben Kazakistanlı olarak bu konuyla ilgili bir soru merak ediyorum.
Sizin verdiğiniz şive tanıtımını göze alarak Avrupa'ya bakalım. İtalyanca, Fransızca, İspanyolca izlenebilen tarihi dönemlerinde Latince’den ayrılmış kollarıdır, ama ses, şekil ve kelime ayrılıkları büyüktür. Onlar şive mi, dil mi?
Bence Kazakça ve Türkçe’nin arasındaki fark, Fransızca ve İspanyolca arasındaki fark kadar büyük, ve onlara aynı terimler kullanılmalı.
İngilizce ve
Rusça okuduğum kaynaklarında siz (ve Türkiye dilbilimcilerin) şive dediğiniz Kazakça vs. aynı dil ailesinde olan farklı diller olarak tanımlıyor.
Bence Türkiyede siyasi nedenlerle Türk dillerine lehçe ve şive terimleri icat etmişler.
Umarım ki yazınız eski almasına rağmen cevap verirsiniz. Çok teşekkür ederim.
Türkistan Türkçesi dediğiniz dil hangi dil? Özbekçe, kazakça ya da Uygurca mı?
Hatalarım için özür dilerim, Türkçe’yi hala öğreniyorum”.

Yorumdaki soru beni aşan bir soruydu. Eşime sordum ve aşağıdaki cevabı aldım. Cevap çok uzun olduğu için bu konuyu DDD yani Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi koruyalım etkinliği içinde değerlendirdim. Belki birileri bu bilgilerden faydalanır diye. İşte cevabı yazımız:
“Türk dili hakkındaki incelemeler, diğer dillere göre daha yeni bir tarihte 18. yy.ın ikinci yarısında yapılmaya başlanmıştır. Dil bilimciler arasında fikir ayrılıkları olmakla beraber genel kanı, Türk dilinin üç lehçesi olduğu, bu lehçelerin de şivelere ayrıldığıdır.
Lehçe, bir ana dilden bilinmeyen karanlık bir zamanda ayrılan dil koludur. Ayrım çok eski zamanda olduğu için artık o lehçe, pek çok değişime uğramış ayrı bir dil sayılabilir; ama ana dil bakımından diğerleriyle akrabadır, aynı ailedendir. Dil bilimciler, Göktürk Yazıtlarıyla VII.yy.da başlayan Eski Türkçe Döneminden önce,
A) Altay Dönemi
B) En Eski Türkçe Dönemi (Hun çağı, lehçelerin ayrıldığı varsayılan dönem)
C) İlk Türkçe Dönemi ayırımlarını yapmışlardır.
Bizim dil ailemiz olan Ural-Altay ailesinin Altay kolunda, bütün şivelerimizi içine alan Türkçe ile Mogolca ve Tunguzca’nın yanı sıra Japonca ve Kore dilinin de bu aileden olduğu (son eklemeli olmaları bakımından) iddia edilmektedir. Ural kolunda ise başlıca diller, Fince, Macarca, Samoyedce ve Ugurca’dır. Bizim lehçelerimiz:
Çuvaşça
Yakutça
Türkçe’dir.
Bizim ilgilendiğimiz lehçe Türk lehçesi diye adlandırabileceğimiz olandır. Bu lehçenin içindeki diller şive olarak adlandırılır. Şivelerimiz, İlk Türkçe’den ne zaman ayrıldığı, yazıya ne zaman geçirildiği bilinen veya tahmin edilen dil kollarıdır. Buna rağmen yine de lehçe-şive sınıflandırmalarında çeşitli görüşler ileri sürülür. En çok benimsenen sınıflandırma yazı diline göre olandır. Bugüne kadar otuza yakın Türk şivesi yazıya geçirilmiş ve gruplandırılmıştır. Gruplandırmalar ve şiveler genellikle şöyle ayrılmaktadır:

A.Güney-Batı (Oğuz) Grubu

1. Türkiye Türkçesi
2. Türkmen Türkçesi
3. Azerbaycan Türkçesi
4. Gagauz Türkçesi

B. Kuzey-Batı (Kıpçak) Grubu:

1. Kazak Türkçesi
2. Tatar (Kazan) Türkçesi
3. Kırgız Türkçesi
4. Başkurt Türkçesi
5. Karaçay-Malkar Türkçesi
6. Karakalpak Türkçesi
7. Kumuk Türkçesi
8. Nogay Türkçesi
9. Altay Türkçesi
10: Tuva Türkçesi
11. Hakas Türkçesi
12. Karaim Türkçesi (Polonya’da)
Altay, Tuva, Hakas, Karaim grubuna Kuzey-Doğu Grubu adını veren dil bilimciler de vardır.

C. Güney-Doğu Grubu:

1. Uygur Türkçesi
2. Özbek Türkçesi

XIII. yy.dan sonra şiveler arasında ayırım başlamıştır. Yine de ortak özelliklerimiz vardır:
Büyük-küçük ünlü uyumları, l,r,z nin (yansıma dışında) kelime başında kullanılmaması, kelime başında çift ünsüz olmaması, kelimelerin dişi-erkek ayırımı olmaması, fiil tabanlarının emir kipi olması, kök-ekler diziminin olması, iyelik bildiriminin ayrı kelime ile değil, ekle olması, cümlede özne-tümleç-yüklem sırasına dikkat edilmesi, zarfların fiillerden, sıfatların da isimlerden önce gelmesi, bütün şivelerin çekimli diller olması gibi özellikler, bu şivelerin ayrı dil sayılmamasına örnektir."

Kaynak: Osman Göker: Uygulamalı Türkçe Bilgileri 1

20 Mayıs 2009

Yayalar kenti ESKİŞEHİR!...

Eşim leyleği havada gördüğü için mayıs ayında yollar dostumuz oldu. Antalya seferimizde ilk durağımız son yılların öne çıkan şehri Eskişehir. Arabamızı bir alışveriş merkezinin otoparkına bıraktık, yayan gezdik Eskişehir’i.Tabii Porsuk Çayı çevresini.
Eskişehir'deki Porsuk Çayı'nın iki yakasını birbirine bağlayan köprülerde çeşitli heykeller dikkat çekici. Şehrin her köşesinde parklara, yeşilliklere, heykellere ve havuzlara rastlamak çok olağan. İnsarlara huzur veren bu görüntüler şehre özellik katmış.
Porsuk çayı'nda isterseniz tekne ile gezebilirsiniz. Küçük tekneler bu iş için kıyılarda bekliyor.Gerçekten toplu taşımacılığa ağırlık verilince şehirde özel araçlara ayrılan yollarda azaltılmış. Şehir merkezi yayalara bırakılmış.
Eskişehir tarih boyunca yerleşime elverişli bir alan olmuş. Antik devirdeki “Phrygia Epiktetos" un Eskişehir – Afyon - Kütahya illerinin büyük bölümünü içine alan " Dağlık Frigya" bölgesi bu kültür merkezi olgusunun en karakteristik örneği.
Eskişehir toprakları, Taş Devri’nden günümüze kadar binlerce kültürü yaşatmış. M.Ö.4000 yıllarında Eskişehir, nüfusun en yoğun olduğu bölge olarak kabul edilmiş. Eskişehir, Frigya’nın batı sınırı içinde. Bu nedenle Frig Çağı, Eskişehir’in tarihinde önemli bir yer tutuyor. Eskişehir yöresi, Osmanlı İmparatorluğu’nun da beşiği.
Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen gerçekten farklı bir kent yaratmış. Yayalar şehri olmuş Eskişehir. Bakın bu konuda Eskişehir Belediyesi internet sitesinde bu yaya ağırlıklı proje nasıl anlatılmış:
“Türkiye’de Kent İçi Ana Ulaşım Planını yaptıran ilk belediye olan Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, insan odaklı kent içi taşımacılık ve yaya önceliği göz önüne alınarak yapılan çağdaş düzenlemelerle de Eskişehir’i diğer kentlerimize göre bir adım öne çıkarıyor.
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi tarafından, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yaptırılan ve 20 yıl sonrası düşünülerek tasarlanan kent içi ulaşım planı, şehir içi araç trafiğini “bir yerden bir yere araçların değil insanların” rahat ulaşımını ön planda tutarak hazırlandı. Taşıt trafiğinin akışı ve caddelerdeki gelişi güzel parklanmaların kent merkezinde büyük bir yer işgal ettiğini gözlemleyen bilim adamları, yoğun yaya akışının olduğu yerlerde “taşıtlara öncelik tanınmasının kentsel yaşamın kalite düzeyini düşürdüğü gerçeği”nden hareketle, Eskişehir’deki plan çalışmalarında yaya önceliğini göz önünde bulundurdular.
Başkan Büyükerşen’in Eskişehir’e kazandırdığı en önemli projelerden biri olan hafif raylı sistem projesi Estram’ın, kent içi ulaşımın omurgası haline gelmesiyle, kent merkezindeki iki ana cadde lastik tekerlekli araç trafiğine kapatılarak yaya öncelikli hale getirildi. Bir zamanlar yoğun araç trafiğinden geçilemeyen bu iki cadde de bugün yayalar gönüllerince dolaşıp gezebiliyorlar.
Eskişehir’deki kent içi ulaşım düzenlemeleri ile ilgili bilgi veren Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen 20 yıl sonrasını düşünerek Eskişehir’de yaya, bisiklet ve araç ulaşım ağının nasıl kurulması gerektiğini yüzlerce anket etüd ve test uygulaması ile elde edilen bilimsel veriler ışığında planladıklarını söyledi. Kentlerdeki özel araç sayısının büyük bir hızla arttığına dikkati çeken Büyükerşen şöyle diyor: “her gün onlarca yeni aracın trafiği çıktığı kentlerde, caddeleri çevresindeki binaları kamulaştırarak genişletmek mümkün değil. Kent dışı seyahatler ya da çok acil işler dışında kent içinde özel araç kullanımını özendirici ya da teşvik edici politikalar yerine insanlara çağdaş toplu taşıma alternatifleri sunmak zorundayız. 70-80 kiloluk bir insanın ulaşımı için 1,5 tonluk bir kütleyi kent içinde dolaştırmak şehirde gürültü, hava ve görüntü kirliliğinden başka bir şey yaratmamaktadır. Bu nedenle adeta kentlerin karınlarını yararak, beton alt geçitler yapmaktansa mutlak suretle raylı sistem ağlarımızı genişletmek, toplu taşıma altyapımızı tıpkı ileri çağdaş kentlerde olduğu gibi güçlendirmek zorundayız” .

19 Mayıs 2009

Dalgalanan o bayrak inmeyecek, Atatürk sevgisi hiç bitmeyecek!...

Sevgili Mete;
Artık büyüdün. Konuşuyorsun ve hatta espri bile yapıyorsun.
Atatürk sevgisini, bayrağına, vatanına saygıyı annenden, babandan, anneannenden, babaannenden, dedenden, teyzelerinden, amcandan, büyük amcandan, büyük halandan aldın artık. Büyüklerinin Cumhuriyet'e bağlılıkları seninle devam edecek artık.
Sadece sevgi ile bitmiyor işler. O'nun gösterdiği çağdaşlık yolunu seçeceğine adımız gibi eminiz.
Biliyoruz ve ve mutluyuz ki kalbinde Atatürk sevgisi bitmeyecek, bayrağını daima yükseklerde taşıyacaksın.

18 Mayıs 2009

Beş bin yıllık bir el işçiliği: TELKARİ

Beypazarı’nda otobüsümüz bizi bırakıyor. Gezideki bayanlarda bir telaş bir telaş. Gümüşçü nerede diye soruyorlar rehbere. Rehber bizİ bir “gümüş sarayı”na sokuyor. Göz alabildiğince gümüş işçiliği göz kamaştırıyor. Bayanlar vitrinlere yapışmışken ben de etrafı kolaçan ediyorum.
Satılan yüzükleri parmaklara göre küçülten iki ustayı fark ediyorum. Biz erkekler etrafına yerleşiyoruz. Rica ediyoruz, bizim için bir telkari yapmalarını. Hem telkari yapıyorlar hem de bu işçiliği Mardinli ustalardan öğrendiklerini anlatıyorlar.
Gümüşü bu şekilde işlemenin milattan önce 3000’li yıllara dayandığı biliniyor. İşçiliğin anavatanı Ortadoğu. Aynı işçiliği, Orta Çağ’da Barok dönemde 800'lerin sonu 900'lerin başı arasında Sicilya ve Venedik'te görüyoruz. Ustalar gümüş telleri ellerine aldılar. Kendilerine has usulle örmeye başladılar. Usta, bu kürelerin kaynak ile örülmesine “granülleşme” dendiğini söylüyor. Telkari, tamamen elde yapılan bir işlem. Bu amaçla teller kendilerinin etrafında oval, yuvarlak vb. şekiller oluşturularak sarılıyor.
Telkari' nin sözcük anlamı tel ile yapılan sanat. Osmanlıca vav harfinin, uygulamada motif olarak sıkça kullanılmasından dolayı telkariye “vav işi” de deniyor. Telkari sanatının bir diğer anılma biçimide çift işi'dir. Bu ismin kaynağı ise, işin yapımı sırasında parçaların teker teker biraraya getirilmesinde kullanılan, cımbıza benzer ancak ucu daha ince olan ve 'çiff' olarak isimlendirilen alettir.

10 Mayıs 2009

Bir geziden gözümüze çarpanlar!...

MUDURNU’DA YALI BENZERİ KONAK: Mudurnu ilginç bir kent. Burada da Osmanlı izlerini görmek mümkün. Sokaklarda gezerken Türk evlerine benzemeyen daha çok yalı benzeri bir evin önünde duruyoruz. Rehberimiz bu evin ilginç hikayesini anlatıyor; yörenin zenginlerinden biri İstanbul’u gezerken yalılardan birini çok beğenmiş. Sormuş, soruşturmuş yalıyı yapan Ermeni ustayı bulmuş. Ondan Mudurnu’da yalının aynısını yapmasını istemiş. Ermeni usta "tamam" demiş ve yalının aynısını yapmış. Ermeni usta evi yaparken ev sahibinin kızına aşık olmuş. Kızı evlenmek için babasından istemiş. Zengin adam "sen Müslüman değilsin" diye kızını Ermeni ustaya vermemiş. Buna kızan usta da evin tepesine haç yapmış. Evin tepesindeki o şekle baktık, baktık ama biz pek haç’a benzetemedik.
GEMİCİ FENERİNDE TASARRUFLU AMPUL: Beypazarı yakınlarında İnözü Vadisi’ndeki bir kır gazinosunda yemek yiyoruz. İnözü Vadisi bir çok kuş çeşidine yuva olmuş. Yırtıcı kuşlar bu alanı kendilerine mesken edinmiş. Kır gazinosunda akşamları yemek yemek için bungolav tipi yerler yapılmış. Eski lambayı ve gemici fenerlerini görünce dikkatimi ışıklandırma çekiyor. Lambanın ve gemici fenerinin içinde tasarruflu ampulleri merak ediyorum ve rehbere gazinonun sahibinin Karadenizli olup olmadığını soruyorum. Değil cevabı beni şaşırtıyor doğrusu.
HEYELANLA SÜNNET OLAN GÖL: Sünnet Gölü Çubuk Gölü’ne göre daha çok tanıtmış kendini. Gölün hemen başlangıcında kalınabilecek bir tesis bunun göstergesi. Sünnet Gölü dar ve derin bir vadinin heyelan sonucu tıkanıp suyun akmasının kesilmesiyle oluşmuş. Adını da bu kesilmeden almış.Göl dibinden ve küçük bir ırmaktan besleniyor. Göl 820 metre yükseklikte. Etrafında yürüyüş alanlarının bulunması doğa meraklılarının ilgisini çekiyor.
ÇUBUK GÖLÜ’NDE TV DİZİSİNİN AZİZLİĞİ: Çubuk Gölü kaynak suları ile ünlü imiş. Göynük’e 6 Km uzaklıkta bir göl. En derin yeri yaklaşık 13 metre. Gölde alabalık ve sarıbalık yaşıyor. Etrafı sessiz ve çevresi ormanla kaplı. Piknik için ideal bir yer. Gölün tanıtımı yapılmadığı için halkımızın mangalını kapıp koştuğu alanlardan değil. Gölün yamaçlarındaki yeldeğirmenleri dikkat çekiyor. 2005 yılında "Rüzgarlı Bahçe" dizisi için bu alana yeldeğirmenleri ile film platosu yapılmış. Halk bu dizi ile gölün tanıtılacağını ummuş ama dizi tutmayıp yayımdan kaldırılınca tüm hayaller suya düşmüş. Geride sadece hoş bir görüntü kalmış.KARAKTERİSTİK ÇÖP EVLERİ: Hıdırlık Tepesi Beypazarı’nı kuş bakışı gören bir tepe. Aslında halkın mesire yeri gibi. Yol kenarlarına konmuş küçük evler dikkatimi çekiyor. "Çevremizi temiz tutalım" yazısını görünce bu evlerin çöplerin atılması için konduğunu anlıyorsunuz. Yetkilileri kutlamak gerekir; abuk subuk çöp bidonları yerine yörenin karakteristik evlerini sembolize eden bu çöp evlerini akıl edip bu alana koydukları için.
GÜZELLİKLER İÇİN BİR ÇİRKİNLİK: Göynük’te dolaşırken gözüme bir ev takılıyor. Güzellikleri bozan bir şey var ama ne? Evet. Çamaşırlar. Normal bir kasabada göz zevkinizi tırmalamayan bu görüntü Göynük’teki tek tip evlerin güzelliğini gerçekten bozuyor. Sanırım evde oturanlar çamaşırlarını asacak başka bir yer bulamamışlar. Sonra bizim siteyi hatırladım. Panjurlara asılan çamaşırları. İnsan her yerde insan. Sadece kendini düşündüğü zaman bu manzaraları görmek de çok doğal bir şey galiba.HAMAM ISISIYLA ISINAN CAMİ: Mudurnu meydanındaki Osmanlılardan kalma Yıldırım Beyazıt hamamının ilginç bir yanı var. Hamam ısıtıldığında çıkan buhar ve ısı ile biraz ilerideki Yıldırım Bayezıt Camii de ısıtılıyormuş. Yıldırım Bayezıt Camii, Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden birini teşkil ediyor.Camii 600 seneden beri dimdik ayakta kalabilmiş..
"AÇIK DEĞİLSEK KAPALIYIZ”: Beypazarı halkı ilgi çekmenin yolunu bulmuş. Önünden geçtiğimiz ayakkabı boyacısı da gözümüzün takıldığı “açık değilsek kapalıyız” tabelasını göstererek ilgi çekmeye çalışıyor. Yurdum insanı böyle işte.

9 Mayıs 2009

Anneler! Anneler gününüz kutlu olsun

Anneler mutlu olsun.
Çocuklar annesiz kalmasın!

7 Mayıs 2009

Çöplere insan eli değmiyor!

Her hangi bir yerde biraz uzun kalınca farkları fark edebiliyorsunuz... Şu günlerde adı yanlış da konsa DOMUZ GRİBİ ile yeniden gündeme gelen daha temiz olma ve korunma temelde ilke olarak yaşama geçince işler kolaylaşıyor...
Uzun bir süredir Texas’ da çöpler el değmeden toplanıyor... Çöp kamyonunda yapılan değişiklik sadece çalışanların sayısını bire, şöföre kadar indirmemiş insan sağlığı açısından da gelişme sağlamış... İki resim hemen herşeyi anlatıyor... Çöp bidonları büyükçe ve iki ayrı iş için... Birinde geri dönüşüm çöpü var... Diğerinde normal çöp... Kamyon her çarşamba çöp alıyor...
“Sabah erken yol kenarına koy, ben alırım” sistemi var... Kamyon şöförü çöpü kendi planlamasına göre alıyor... El değmeden... Yanaşıp sağ kapıdan otomatik kumanda ile çöpü kamyona aktarıyor...
Bizdeki manzarayı hatırlayın... Kamyon gelir... Üç veya dört kişi çöplere dalarlar... İrili ufaklı farklı çöp torbalarını kamyona fırlatırken yarısı yere dökülür... Gerçi bu uygulamanın da iyi yanı, çevre kedilerine bayram şenliği yaşatmasıdır ama sağa sola savrulan çöpler ve çöplerden akan sular, yapıştıkları sokakta nasıl bir kirlilik yaratır fark edilmez...
Bizde sıra çöpe gelene kadar öylesine el değmemiş sorun var ki...
Kelaynak

3 Mayıs 2009

Göynük "turist çekme yarışını" kazanmış!

İki günlük gezimizin ilk durağıydı Göynük. Dağ yamaçlarındaki dar yoldan yeşillikler içinden giderken kuşbakışı karşınıza çıkıyor Göynük. Belde dağlarla çevrili. Yokuşu inip meydana geldiğinizde sizi Safranbolu evlerine benzer Türk evleri ve derenin iki yakasına kurulmuş belde karşılıyor.
RESTORASYONU KENDİLERİ YAPMIŞ: Göynük tarihi Anadolu'nun tarihi ile iç içe bir ilçe. M.Ö. 1200 yıllarında Balkanlardan Anadolu'ya gelen Frigler Hitit devletini yıkmış. Friglere ait en eski yazılı belge 1966 yılında Göynük'ün Soğukçam köyünde bulunmuş. Bahçe içindeki evler yöre halkı tarafından restore edilmiş.
SAKİNLİK DİKKAT ÇEKİCİ: Yörenin küçük bir meydanı var. Tatil günü olduğu için sakin bir görüntü ile karşılaştık. Göynük'te Soğukçam köyünün bulunduğu çevre, Frigya'nın kuzey sınırı bölgesinde, kuzeyden gelecek tehlikeyi önleyecek bir kale mahiyetinde. M.S. 395'te bölgede Doğu Roma egemenliği hakim.
SAFRANBOLU ETKİSİNDE: Yöredeki evler tipik Safranbolu evleri etkisinde. Tüm evler beyaz, pencereve kapılar ise kahverengi boyalı. Göynük Osman Gazi'nin son dönemlerinde 1323 yılında fethediliyor. 1333 yılında Geyve, Göynük, Mudurnu üzerinden Bolu'ya gelen İbn-i Batuta, bu civarda Ahi zaviyelerinde konakladığını belirtiyor. Göynük Ahilik konusunda iddialı bir yöre.
YERLİ TURİSLERİN UĞRAK YERİ: Şehre hakim saat kulesinin bulunduğu tepeye çıkarken tipik evler dikkatimizi çekiyor. Yöre sevimli haliyle yerli turistlerin uğrak yerlerinden biri olma yolunda çok mesafe almış. Evliya Çelebi de Göynük'e yaptığı seyahatte "8 mahallesi 2000 kadar evi vardır, ahalisi tamamen Türktür. 20 Sıbyan mektebi varsa da medrese yoktur" diyor.
YÖRESEL EL SANATLARI ÖN PLANDA: Meydanın hemen yanında yörede yapılan ağaç işlerinin satıldığı küçük bir dükkan karşılıyor bizi. yöresel el sanatları satılıyor burada. .Tabii kente hakim bir tepeye çıkmadan olmaz. Ve o tepeye yolculuk. Dik yokuşu çıkarken sizi gören yöre halkı öyle kim bunlar diye bakmıyor. Güler yüzle “hoş geldiniz “ diyor.
SİT ALANI İLAN EDİLMİŞ: Göynük Kentsel sit Alanı ilan edilmiş. Yöre halkı turistlerin nasıl bir gelir kaynağı olduğunu içine sindirmiş. Turlarla gelen büyük şehirlilerin memnun kalması onlar için çok önemli. Bu bakış açısını bir çok kasabada görmek ne yazık ki mümkün değil. Bize orada anlattıklarına göre Yıldırım Beyazıt 1396'da Göynük-Taraklı’dan bir kısım halkı İstanbul'a yerleştirmiş. Ancak Timur nedeniyle anlaşma bozulunca Göynüklüler İstanbul'dan çıkmış ve Tekirdağ civarına giderek Göynüklü köyünü kurmuşlar.
KÖY ÜRÜNLERİNE BÜYÜK İLGİ: Turdakilerin en çok ilgi gördükleri satış yerleri, yerli üretimin satıldığı yerler. Akı Köy ürünlerinin satıldığı dükkanda bunlardan biri oldu. Özellikle turun hanımları köy ürünlerini ilgi ile izlediler. İlginin boyutunu dönüş yolunda çantaların ne kadar arttığına bakarak görmek mümkündü.
GÜLER YÜZ VE GURUR BİRARADA: Yöre kadınları güler yüzleri ile gelenlere "hoş geldiniz. Göynük'ü beğendiniz mi"diye soruyorlar. "Çok beğendik" cevabı onları memnun ediyor, gururlandırıyor. Göynüklülerin gurur kaynaklarından biri de Fatih'in hocası Akşemseddin hazretlerinin o bölgede oturmuş olması. Biliyorsunuz Akşemseddin hazretleri bilgisinin en verimli çağında, Fatih Sultan Mehmet'in muhasaraya daveti üzerine İstanbul kuşatmasına katılmış. Fatih'e ve Osmanlı Ordusuna verdiği maneviyat ile İstanbul'un manevi fatihi ünvanını kazanmış. Eyüp Sultan'ın kabrini bulmuş. Fetih'ten sonra Göynük'e dönmüş, 1459 yılında vefat etmiş ve 5 yıl sonra Fatih tarafından Göynük'te türbesi yaptırılmış.