28 Nisan 2010

"Asıp kesmenin ne olduğunu iyi biliriz biz"!

HÜRRİYET YAZI İŞLERİ: 1980'li yıllarda Hürriyet yazı işlerinde bir gün. Fotoğraftaki arkadaşlardan bazıları aramızda yok artık.
Başbakanın 23 Nisan’da koltuğunu devrettiği küçük öğrenciye şaka yollu söylediği “Yetki şimdi sende. İster as, ister kes” sözleri, beni 1980’li yıllara götürdü.
12 Eylül darbesinden hemen sonra Hürriyet yazı işlerinde haberleri daha dikkatli kullanıyorduk. Sıkıyönetim savcılığı haberleri izliyor, gerek gördüklerinde müdahale de ediyordu.
“Şekere zam geliyor” manşeti ile bir haber kullanıldı gazetede. Yer yerinden oynadı. İstanbul Sıkıyönetim savcılığı soruşturma başlattı. Soruşturmayı Sıkıyönetim Savcısı Albay Süleyman Takkeci yürütüyordu.
Askeri savcılığa göre haber halkı karamsarlığa itiyordu.
“ Astığı astık, kestiği kestik” yönetim şekli, işte bu dönemin tipik uygulamalarından biriydi.
Önce gazetenin yazı işleri müdürü Salim Bayar Selimiye Kışlası’nın yolunu tuttu. Askeri Savcı Süleyman Takkeci tarafından sorulan soru tekti:
-Bu haberi gazeteye kim koydu?
Cevabı beğenmeyen savcı, Salim ağabeyi gözaltına aldı. Salim Ağabeyi hatırladığım kadarı ile Seçkin Türesay, daha sonra da Taygun Türe izledi.
Gazete panik içindeydi. Nezih Demirkent’in odasında toplantı üstüne toplantı yapılıyordu. Yazı işlerinde birkaç arkadaşla birlikte biz de var gücümüzle gazeteyi çıkarıyorduk.
İstanbul’daki gözaltılardan sonra sıra Ankara’ya gelmişti. Haberi yazan Ankara bürosundan Süheyla Taşçıer İstanbul’a çağrıldı, önce tanık olarak dinlendi. Soru hep aynıydı:
Haberi kim koydurdu?
Savcı Takkeci’nin hedefinde Nezih ağabey vardı ama sorguya aldığı arkadaşlardan “evet o haberi Nezih Bey koydurdu” cümlesini alamamıştı. Ayrıca haberi Nezih ağabey koydurmamıştı. Haber zaten yazı işlerinde bekliyordu ve bir şekilde kullanılmıştı.
Benim anılarımdaki pencere böyle.
Şimdi olayı bir başka pencereden bakalım ve haberi yazan Sevgili dostum Süheyla Taşçıer’in kaleminden okuyalım;
Yazı işleri alışkanlığımla, Taşçıer’in yazısını "duygu dolu" bölümlerini çıkararak sizlerle paylaşıyorum:
“Genç bir gazeteci olarak, Hürriyet gazetesinde muhabir olarak çalışıyorum. “Günü geldi ”… içimde tatlı heyecan. Ustalarımın yanında seçim meydanlarında haber peşinde koşuyorum. ”Girilir”, “Girilmez” diye canım memleketim bölünmüş. Bir el, bin el olmuş, memleketimden içeru…
Ustalarımın mutfağından öyle güzel besleniyorum ki, yaşımdan büyük olay ve haberlerin üzerine korkusuzca gidiyorum…
10-11 Eylül tarihleri arasında Türk Tabipler Birliği Merkez Konsey Başkanı Dr. Erdal Atabek’in bir açıklaması üzerine, Selimiye Kışlasında tanık olarak ifade veriyorum. Bu arada, Atabek “Aydınlar Dilekçesi”ne imza attığı için tutuklanmış. Herhalde ihtilal olacağı da biliniyordu ki, torbanın dibi dökülmüş, Atabek’in Hürriyet gazetesinde yayımlanan açıklamasında suç öğesi bulunmuştu.
Tanık da olsam sürekli Selimiye Kışlasına gidip ifade vermemi anlamlı bulmamıştım. Hukuk danışmanımız Prof. Dr. Çetin Özek’in olaya el koymasıyla gidip gelmeler kesildi. Ertesi gün Ankara’ya dönecektim ki o gece ihtilal oldu. Otel odasından boş sokakları izledim. Kuş sesleri çok uzaklarda kalmıştı… gökyüzünde güneşi de görmedim.
Sokağa çıkma yasağından ötürü Ankara’ya dönmem olası değildi. Hürriyet Gazetesi üst yönetiminin İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı ile yaptığı görüşmeler olumlu sonuçlandı. Karayoluyla Ankara’ya gitmeme izin verildi. ” DUR, KALK, İN, DUR, KALK, İN ”.
Canım başkentime 13 saatte varmıştık… Çiftlik kavşağında aracın önü kesildi, “Nereden nasıl geldiniz” sorgusu da iki saat sürdü. Hürriyet aracının ve bizlerin izin belgesi “İstanbul çıkışı” içinmiş… ”Ankara’ya giremezsiniz”. Gazete üst düzeyi devreye girince evlerimizin yolunu bulabildik.
Ertesi gün, zafer kazanmış komutan edasında geçmiş olsun ve tebrikleri kabul ettim. Hemen haber dosyamda bekleyen sivil hükümetten kalma haberimin peşinde koşmaya başladım. Uzun araştırmalar sonrası “Yeni hükümetle yeni yeni zamlar” haberini yaptım. Haberim, sıkıyönetim açısından “Gazete kapatma ve gözaltı olabilir” olasılığı ile bir süre İstanbul haber merkezinde bekletildi. Ve derken sekiz sütuna manşet.
“Vay siz böyle haber nasıl yaparsınız?”
Selimiye kışlasında birer birer gözetim altına alınmalar.
Sıra “Zam” haberini yazan Süheyla Taşcıer’e gelmişti. Ankara’dan İstanbul’a bu kez tanık değil sanık olarak yola koyulmuştum. Her yer, her şey o kadar yeşildi ki.
“Hoş geldin”siz karşılama. (Olayların ilk gününden itibaren Hukuk Danışmanımız Prof. Dr. Çetin Özek yanımdan bir dakika ayrılmadı)
Kapıdan girer girmez çantam elimden alındı. Ardından çizmelerimin mahmuzları, kemerim. Çizmelerimin yüksek topukları da sorun oldu. Ciddi ciddi görüş alındı, görüş verildi… Yüksek ökçelerim, ”Sert basma!” diskuruna aldırmadan, sülün gibi beni Selimiye’de gezdirdi…
-Biii daha bu çizmelerle sıkıyönetime gelmeyeceksin!...
Kemerim olmadığı için elbisem isyan etmişti. Ayaklarıma dolanan elbisem özgürdü artık. Kahrolsun kemerim, kahrolsun mahmuzlarım, kahrolsun içinde cımbız bile bulunmayan çantam.
Bugün iki askerin ortasında, eteklerim pas pas.
Boş bir odada, bilmem kaç saat duvarlara baktım. Aç ve susuz. Kol saatimi de aldıkları için zamanı bilmiyorum. Güneş hangi durumda acabalar, acabalar. Başımda bekleyen arada “Zeytin gözlüm sana meylim nedendir” şarkısını mırıldanan iki askere bakıyorum.
Göz göze geliyoruz tüfekler dikleşiyor. Sn. Çetin Özek’ i soruyorum. Aşağıda beklediğini öğreniyorum. Rahatlıyorum. Askerlerin nöbet değişimlerinden başım dönüyor.
Ağzım kurudu, askerden nasıl su istenir, rica mı etsem, ne bileyim ne demeliyim. Hayır hayır su içmemeliyim, tuvalet sorunu çıkar. Korku ayak parmağımdan başladı. Vücudum sarsılıyor. Acıktım da. Su aklıma düşmeseydi insan olduğumu unutacaktım.
Yaşasın Albay Takkeci'nin huzuruna çıkartılıyorum. Tanık olarak geldiğimde iltifatları vardı. Su da içerim kana kana. Karnım da doyar…
-Sanık, geç şöyle!
-Sanık, Hürriyet Gazetesi'nde düşmanın kim? sana ihtilal dönemi zam haberi yazdıran. O senin en büyük düşmanın. Söyle kim?
-Düşmanım yok. Hiç de olmadı. Başarılı muhabirim sevildiğimi ve güvendiklerini sanıyorum. Su içmek istiyorum daha rahat konuşurum.
(Masanın üzerinde duran kalın sürahiden, şu bildik klasik sürahiden arka arkaya iki bardak su içtim.)
Albay Süleyman Takkeci'nin “sorgun bugün bu kadar” demesi yüreğime de su gönderdi. İfademi zapta geçen askeri dışarıya çıkarttı.
Askerin dışarıya çıkmasıyla… Koltuğuna yayıldı.
-Şimdi çok bilmiş Avrupa basını da gelir buralara, genç gazeteci gözetimde. Biz onların iç meselelerine karışmayız, onlar burnunu her yere sokar.
Bir süre kendi kendine konuştuktan sonra:
-Erkek arkadaşın var mı? Yani şu kız mız meseleleri… Gözlerinin güzel olduğunu çok duymuşsundur.
Pek yüz bulamayacağını anlayınca;
-Ankara doğumlusun ama dedelerin Dersim’den gelmişler, komünist kardeşin de yurt dışına kaçmış, kim kaçırdı?
Anlam veremediğim konuşmalar sürerken bir asker odaya giriyor, komutanın kulağına bir şeyler söylüyor.
-Sen bizim 10 gün misafirimiz olacaksın İstanbul’da. 10 gün gözetim altındasın. Sabah saat 07.00- akşam saat 19.00'da imzaya geleceksin.
Aşağıda bekleyen Sayın Özek’in omzunda ağladım, ağladım"!...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Ne kadar zor! Ne kadar korkunc!

www.elifsavas.com/blog

Punto dedi ki...

Ne şartlar altında çalıştık, bunun yeni nesillerce bilinmesi gerekiyor Sevgili Elif. Bugün bol keseden atan kahramanları! gördükçe gülümsüyorum sadece.