24 Şubat 2024

Norveç’in kuzeyinde bir etnik grup: SAMİLER

 Nereden nereye.

İki oğlumdan biri işi gereği ailece Norveç’in Güneyindeki Sandefjord şehrinde yaşıyorlar.

Zaman zaman Norveç’i geziyorlar ailece.

Bu kış yolları Tromso’ya, ülkenin en kuzeyine düştü. Çektikleri fotoğrafları bizimle paylaşıyorlar.

Tromso’da geyiklerin çektiği  kızakla da gezinti yapmışlar. Bir fotoğraf dikkatimi çekti. Yerli giysiler içinde bir delikanlı. Bir Sami. Samileri araştırınca ilginç bilgilere ulaştım. İşte o bilgiler:

Laponlar ya da Samiler, Norveç ve İsveç'in Kuzey Kutup Dairesi içinde yaşamakta olan bir etnik grup.

Laponların günümüzdeki sayıları 60.000 kadar.  Yüzde yetmişi Ural dil ailesine bağlı Sami (Saame) dili olan Laponcayı konuşuyor.

İsveç Finlandiya Rusya’da da yaşayanları var.

Genel geçim kaynakları kıyı balıkçılığı, hayvan postu ticareti ve hayvancılık.
Hayvancılıkta yarı konar göçer ren geyiği yetiştiriciliği ön plana çıkıyor. Samilerin büyük bir bölümü tam zamanlı ren geyiği yetiştiriciliği ile uğraşıyor.

 “Lappland” Latin kökenli bir terim olduğu için Sámiler vatanlarının Lappland, kendilerinin de “Lapon” olarak nitelendirilmesini istemiyorlar. Kendi dillerinde bu coğrafyanın adı Sapmi ve burada yaşayanlara da Sami deniyor.

Dilleri ise Fin-Ugur Dil Topluluğu’na bağlı ve bu bağlamda Türkçe ile de ilişkisi var. Fin-Ugur toplulukları milattan önce 2000 yılından başlayarak ren geyiklerinin peşinden kuzey nehir rotaları boyunca kuzeybatıya doğru ilerlemeye başlarlar. Grubun çoğunluğu Rusya-Finlandiya sınırına yerleşir ve burada ren geyiği yetiştiriciliğine devam ederler.  

 

Daha sonra Cermen halkları Orta Çağ boyunca kuzeye ilerlerken şimdiki Norveç, İsveç ve Finlandiya’nın güneylerine yerleşirler. Sámiler de biraz daha ilerleyip Rusya sınırın geçtikten sonra bu ülkelerin kuzey bölgelerine kadar devam ederler.

 

Sámiler’in yerleşim yerlerinden göçe başlamaları ilk olarak 1350’lerde bütün Avrupa’yı vuran veba salgını nedeniyle gerçekleşti. Güneyde yaşayan Cermen Norveçliler Avrupa ile sürekli ticaret halinde olduklarından bölgeye veba salgını taşınmıştı. Güneydeki nüfusun büyük çoğunluğu vebaya kurban verildi. Tarlaların, çiftliklerin %60-70’i sahipsiz kaldı. Güney ile ve Avrupa’nın geri kalanı ile yakın ilişkide olmayıp kendi halinde yaşayan Sámiler bu salgından neredeyse hiç etkilenmediler. 

Güneydeki veba salgını sonucu Norveç’in ana gelir kaynağı balıkçılık büyük sekteye uğradı. Bundan dolayı kuzeydeki Sámiler Lofoten Adaları’na gelip balıkçılık yapmaları için teşvikler verildi. Birçok Sámi biraz daha güneye inip burada balıkçılık ile uğraşmaya başladılar. Böylece Sámiler “Deniz Sámileri” ve “Dağ Sámileri” olmak üzere iki gruba ayrılmış oldu. Günümüzde Dağ Sámileri’nin oranı sadece %10’a kadar düşmüş.

 

Sámiler bu coğrafyaya gelip yerleştiklerinde ülke sınırları denen şeyler yoktu. Yarı göçebe şekilde binlerce yıl burayı vatan bellediler. Uçsuz bucaksız arazileri verimsiz olduğu için kimsenin umrunda değildi. Sonradan sınırlar çizilince ren geyiklerinin yüzlerce yıldır izledikleri rotaları değiştirmeye başladılar. Daha sonra merkezi eğitim ve ekonomi sistemleri yürürlüğe girince hayat tarzlarını bu yeni karşılaştıkları modele uydurmaya zorlandılar. Yani "medenileşmek" zorunda kaldılar.


YAŞAM ALANLARI KISITLI

Günümüzde İsveç, Norveç ve Danimarka dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında. Bu ülkeler ne kadar sosyal devlet anlayışına sahip olsalar da temel prensip "ekonomiye ve topluma katkı" üzerine oluşturulmuş. Sámiler bu gelişmiş ekonomide yer almadıkları için de "topluma fayda sağlamayan" topluluk olarak görülmüşler. Dönem dönem Sámilerin ren geyikleri ülke sınırlarını geçip otladıkları için iki-üç farklı ülkeye aynı anda vergi ödedikleri bile olmasına rağmen yaşam alanları gittikçe daha da sınırlandırılır hale gelmiş.

14 Ocak 2024

Kayseri’de 3. Gün: Anadolu'da yazılı tarihin başlangıcı, Kültepe

 Suzan Peker yazdı

Çivi Yazılı Tablet...

Kültepe’de bilgilendirme...

Kültepe Buluntuları...

Kayseri’de üçüncü günümüz. Bugünkü gezimiz daha fazla heyecan barındırıyor.  2014 yılından beri Unesco Dünya Mirası Geçici Listesi’nde yer alan Kaniş Karum’daki kazıları göreceğiz. Erciyes’e yaklaşıp hayran kalacağız. Kayseri’ye veda edip Kapadokya’ya doğru yol alacağız. Daha fazla spoiler’a gerek yok. Başlayalım.

Kültepe ya da eski adıyla Kaniş’de keşfedilen yaklaşık 23 bin 500 tabletten oluşan eski Asur tüccar arşivleri, dünya tarihinde eşsiz bir yazı koleksiyonu oluşturuyor. Yaklaşık 4 bin yıl önce günümüz Irak’ının Assur kentinden gelen yaklaşık 900 tüccar ve aileleri, Kayseri’nin 20 km yakınındaki Kültepe’ye yerleşmiş. Burada yaklaşık 70 yıldır sürdürülen arkeolojik kazılar, büyük bir yangınla yok olan kent merkezinin kalıntılarını ortaya çıkarmış. Tüccar arşivleri hem ticaret hem de ailelerin günlük yaşamlarıyla ilgili bilgilere ulaşılmasını sağlamış. Bu arşivler, antik dünyada benzeri bulunmayan sosyal ve ticari bir tarih yazılmasını sağlamış.

 
Kültepe Ziyaret Merkezi...

Kaniş Yerleşim...

 İşte böyle heyecan verici bir yer, bugünkü ilk durağımız. Bu muhteşem tarihi anlatmak için çok yakın bir zamanda Kültepe Ziyaretçi Merkezi açılmış. Burada kazı çalışmalarını yürüten yetkililerden bilgiler aldık.  Arkeologların el yazılı, çizimli çalışma kağıtlarından tutun da kazılarda çıkan hayvan kemiklerine, çivi yazılı tabletlerin içeriklerine kadar birçok paha biçilmez değer sergileniyor, merkezde. Ancak tabii ki bunların, edineceğiniz derya gibi bilgilerin sadece ipuçları olduğunu unutmayalım.

Kalıntıları ziyaret edenlerin görkemli sarayları, rengarenk kumaşları taşıyan kervanları binlerce kişiden oluşan kalabalığı ve capcanlı pazar yerlerini gözlerinde canlandırmaları zor olabilir. Ama ortaya çıkarılan tabletler, Kaniş ve çevresindeki ticaret merkezi Karum’un sakinlerinin bıraktığı izler, günümüzün yaşam tarzlarıyla şaşırtıcı benzerlikler ortaya koyuyor.

 

Asurlu Evleri Canlanıyor...

 Geniş bir alana yayılan kazı çalışmalarının yanısıra Asurlu tüccarların evlerini ve ticaret merkezlerinin benzerleri yapılıyor, topraktan. Harıl, harıl bir çalışma vardı biz gittiğimizde.

Kültepe’deki kazılar, Kültür Bakanlığı izinleri ve Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu başkanlığında uluslararası bir ekip tarafından yürütülüyor. Kazılarda Kültepe ve Anadolu kadar Mezopotamya ve Suriye tarihini de aydınlatacak verilere ulaşılması hedefleniyor.  Dünya müzelerindeki tabletlerin büyük bir kısmının Kaniş Karum’dan gittiği biliniyor. Kazılarda ortaya çıkarılan eserler şimdilik, Kayseri Arkeoloji Müzesi ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor. Birkaç yıl içinde yeraltında 2 bin dönümlük bir alanda Kaniş-Karum Müzesi kurulması için çalışmalar yapılıyor. Eşsiz bir zenginlik…


Mimar Sinan Evi...

Mimar Sinan Evi-yeraltı...

 Mimar Sinan Evi

 Mimar Sinan’ın doğduğu eve gidiyoruz şimdi Ağırnas’a. Osmanlı’nın baş mimarının devşirilmeden önce yaşadığı bu ev, 1950’li yıllarda Prof. Afet İnan tarafından bulunmuş. Bugün iki katlı kesme taşlardan yapılmış bir bina. Ama Ağırnas da Kapadokya gibi yeraltı şehirleri ile ünlü. Evin alt katı, birkaç kattan oluşan bir yeraltı şehri. Mimar Sinan’ın asıl yaşadığı yerin burası olduğu kesin. Eve sonradan eklemeler yapılmış ama yeraltındaki kısım, büyük oranda korunmuş. Mimar Sinan’ın bastığı taşlara basmanın, geçtiği yerlerden geçmenin heyecanını yaşattı bize burası.

 

Erciyes Dağı...

Erciyes

Bir yücelikten, bir başka yüceliğe doğru yol aldık. Erciyes’in karlarına ulaştık. Bir başka deyişle tarihteki adıyla Aşkaşipa’ya selam çaktık. Kısacık bir mola verip, temiz havayı ciğerlerimize çektik. Bulutlardan başına taç yapmış Erciyes’i arkamıza alıp, çifter çifter poz verdik. Evren’in deyişiyle vistamıza hayran kaldık.

Karnımız acıkınca Develi’de mola verdik. Önceden verdiğimiz ‘Develi Cıvıklısı’ siparişlerimiz hazırdı. Yemyeşil bir parkta ayranla kuşbaşılı pideye benzeyen ‘Develi Cıvıklısı’nı tattık.

 

Erdemli Vadisi...

Kaya Kilisesi...

 Sultan Sazlığı’nı solumuza alıp Kapadokya’ya doğru yol alıyoruz. Kaya kiliselerinin bulunduğu Erdemli Vadisi’ndeyiz şimdi. Yaklaşık 10 km’lik kanyon boyunca, 11 kilise yer alıyormuş. Duvar resimleri, kaya kiliselerinin 10-13. Yüzyıla tarihlendiğine işaret ediyormuş. Erdemli Vadisi Muhtarı Ahmet Çavuş, bize kiliselerle ilgili rivayetleri anlatıyor.

Keşlik Manastırı’nda biz...

Keşlik Manastırı Duvar Resimleri...

Keşlik Manastırı Duvar Resimleri...

 Keşlik Manastırı

Gün batmadan Keşlik Manastırı’nı gündüz gözüyle görmek için Erdemli Vadisi’nden ayrılıyoruz. Ürgüp’e yakın Cemil Köyü’ndeyiz, gün batımı yaklaşıyor. Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlığın yayılmasıyla rahat ibadet yeri arayan keşişler, kayalara oyulmuş bu manastırlara yerleşmişler. Burada iki ayrı kilise var. Biri baş melek Mikail’e, diğeri Aziz Stefanos’a adanmış. Manastırların sahibi orada yaşayan bir vatandaş, Cabir Coşkuner. Ziyaretçilere bilgi veriyor, kiliselerin bakım ve korunmasını üstlenmiş. Kültür mirasının bir kişiye emanet edilmesini yadırgadım doğrusu. Cabir Bey bize, biraz da karanlık olduğu için kilise duvarlarına ışık tutarak resimlerle ilgili bilgi veriyor.

Gece otelimize varıyoruz. Yarın Kapadokya turumuz var.

 

13 Ocak 2024

Kayseri’de ikinci gün...

Suzan Peker yazdı

Kayseri’de ikinci günümüz. Akşam eğlenceli bir yemeğin ardından Vave’nin güzel sesiyle de coşunca, sabah erken kalkmak zorlaştı. İlk defa dinlediğimiz Vave’ye hayran kaldığımızı söylemeden geçemeyeceğim.

Sabah uyanabilen küçük bir grupla otelimizin çevresinde, henüz restore edilmemiş, yıkık, dökük evlerin ve yaşamların olduğu yerlerden geçerek, Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Yapımı 12. Yüzyıla tarihlenen Apostalik Kilisesi, 1859’da yeniden inşa edilmiş. Zamanında bünyesinde okul ve dükkanları bulunan kilise, artık biraz suskun. Kilisede, Patrikhane yılda birkaç kere ayin düzenliyormuş. Az ötemizde Aramyan Kız Lisesi’ni görüyoruz. Liseyi restore ederek günümüze kazandırma çalışmaları sürüyormuş. 

Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin bir kuruluşu olan Erciyes A.Ş.; 26 milyon metrekarelik alanı, Hazine’den satın alıp yavaş yavaş restore ederek günümüze kazandırmaya başlamış. Otelimizin yakın çevresinde gördüklerimiz de bu çabanın ürünü. 

Mimar Sinan’ın eseri Kurşunlu Cami

Otelimize dönüp büyük grubumuzla, kültür rotamızın eksik kalan bölümlerini tamamlayacağız. İlk durağımız memleketi Kayseri olan Mimar Sinan’ın 1573’te inşa ettirdiği Kurşunlu Cami. Asıl adı Hacı Ahmet Paşa Camisi olan bu tek minareli mütevazi cami; Mimar Sinan’ın Kayseri’deki tek eseri. İç süslemeleri, vitrayları, minberi ve avluda sekiz sütuna atılmış sivri kemerlerin taşıdığı kubbeli şadırvanıyla dikkat çekiyor.  

 

Camikebir

Şimdi, şehrin en eski büyük camisi olma özelliğini taşıyan Ulu Cami’deyiz. Kayseri’yi kendine başkent yapan Danişmentliler’in 3. Hükümdarı Melik Mehmet Gazi tarafından yaptırılan Ulu Cami diğer adıyla Camikebir’de çevredeki yıkık Roma yapılarından taşınan sütun ve sütun başları kullanılmış. Binanın önündeki Melik Gazi Medresesi günümüze ulaşmamış. Orijinal ahşap minberi restore edilmiş ve hala kullanılıyor. 17oo’lü yıllarda depremle yıkılan cami, yeniden onarılmış.

 

Gevher Nesibe Medresesi...

 

Gevher Nesibe Sultan...

Gevher Nesibe Medresesi

 Selçuklu döneminin bir muhteşem eseri daha karşımızda. Gevher Nesibe Medresesi-Selçuklu Uygarlığı Müzesi’ndeyiz. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in medreseyi, ‘ince hastalık’ nedeniyle kaybettiği kız kardeşi Gevher Nesibe’nin vasiyeti üzerine 1204 yılında inşa ettirmeye başlamış. Tıp medresesi, darüşşifa ve bimarhaneden oluşan yapı, Anadolu’nun ilk uygulamalı tıp medresesi ve hastane olma özelliğini taşıyor.

Gevher Nesibe Hatun’un türbesinin de bulunduğu müzede, Selçuklu döneminin izlerini sürebilir, dönemin çinileri, süs eşyaları, mutfak aletleri, halıları, tıp malzemeleri arasında kaybolabilir, şifa odalarında akıl hastalarının müzikle ve su sesiyle nasıl iyileştirildiğini hayal edebilirsiniz. Bunlara ek olarak müzenin avlusunun, zaman, zaman çeşitli etkinliklere ev sahipliği yaptığı bilgisini de ekleyelim.

 

SELÇUKLU YILDIZI...

 Sekiz köşesi farklı ruhani anlamlar taşıyan Selçuklu Yıldızı’nın yanından geçerken, günümüzde yitip giden değerleri hatırlayıp, müzeden ayrılıyoruz.

 

GÜPGÜPOĞLU  KONAĞI


 

MANTI...

Güpgüpoğlu Konağı

 Bir duvarı tarihi sura yaslanan bir konaktayız şimdi. 18. ve 19. Yüzyılda nam salmış, vakıflar kurmuş Güpgüpoğlu Ailesi’nin konağında.  Haremlik ve selamlık olarak iki bölüm halinde yapılan konak, bugün Etnografya Müzesi olarak hizmet veriyor ve o günlerin yaşamını anlatıyor bize. Sedef kakmalar, ahşap, kalem işi işlemeler, taş işçiliğinin zarif örnekleri görülmeye değer. Müzenin alt katında Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki günlük yaşama dair eserleri görmek mümkün.

Atatürk’ün Kayseri’ye geldiğinde kaldığı İmamızade Raşit Ağa Konağı’nın yanından geçiyoruz. Konak bugün, Atatürk Evi ve Müzesi olarak hizmet veriyor. Harf Devrimi denince hepimizin gözünde bir fotoğraf canlanır ya, hani Mustafa Kemal Atatürk, kara tahta başında yeni harfleri öğretiyordur halka. O fotoğrafın mekanı burası. Meydandaki saat kulesi, şahitlik etmiş yeni alfabeye. Bilmiyordum, öğrenince sevindim.

 Kayseri Kalesi

 Tarihin içinde kaybolmuşken, hemen günümüze döndürdü bizi bir olay. Yapımı 3. Yüzyıla Roma İmparatoru 3. Gordionus’a kadar uzanan Kayseri Surları, bugünün Kayseri Kalesi’nin burçlarında bir intihar girişimi var. El arabası elinden alınan işportacı, ikna edilince derin bir oh çekip, kalenin içini gezmeye başlıyoruz. Kale ve surlar bugünkü şeklini büyük ölçüde Selçuklu Hükümdarı I. Alaaddin Keykubat döneminde almış. Kale, Dulkadiroğulları tarafından 1431’de Karamanlılar tarafından 1465’te onarılmış. İçi oldukça geniş ve Arkeoloji Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.

Kayseri Kültür Yolu haritasında gezilecek 40 yer var ama hepsini görmeye zamanımız yetmiyor. Aracımıza binip, biraz daha uzaklara önce bir üniversite kampüsüne, sonra da Ali Dağı eteklerindeki Talas’a gideceğiz.

 

ABDULLAH GÜL MÜZESİ...

 Sümerbank Bez Fabrikası’ndan üniversiteye…

 Cumhuriyet’in ilk ve en büyük sanayi tesislerinden biri olan Eski Sümerbank Bez Fabrikası, 2010 yılında Abdullah Gül Üniversitesi’ne dönüştürülmüş ve ilk öğrencilerini, 2013-2014 akademik yılında almış. 1935’te üretime başlayan ve 1999’a kadar faaliyette olan fabrika, Kayseri’nin en önemli simgelerinden biriydi. Dönemin en ünlü mimarlarından İvan Sergeyeviç Nikolayev tarafından yapılan bina, konstrüktivist akımın dünyadaki nadir örneklerinden sayılıyor.

DERSLİK...

Fabrikanın elektrik santrali olarak kullanılan yapı ise, Emre Arolat imzasıyla restore edildikten sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığı Müze ve Kütüphanesi olarak hizmet vermeye başlamış. Yeşillikler içindeki kampüste, ambarlar dersliklere dönüştürülmüş. Dersliklerde Han Tümertekin ve Emre Arolat’ın imzaları var. Fabrikanın işçi lojmanları ise, bugün öğrenci köyü.

 

 ESKİ AMERİKAN KOLEJİ...

 Talas

 Üniversite kampüsünden ayrılıyoruz. Rotamız, Ali Dağı eteklerindeki 2 bin yıllık yerleşim yeri Talas. Ali Dağı, önemli bir yamaç paraşütü merkezi. Paraşüt eğitimleri burada güzel görüntüler oluşturuyormuş ama biz rastlayamadık, ne yazık ki. Erciyes Üniversitesi’nin kampüsünün yanından, yeşilliklerden oluşan bir duvar arasından ilerliyoruz.

Talas, şehri tepeden gören bir ilçe. Temiz havası, tarihi mozaiği, yüksek duvarlı taş evleri, dar sokaklarıyla yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı, gözde ve sakin bir yer. Talas sokaklarında gezmeden önce, eski Amerikan Koleji’ni ziyaret ediyoruz.

1871’de açılan 1968’de kapatılan kolej, Türkiye’nin birçok ünlü simasını yetiştirmiş. Yüksek bir tepede yer alan kolej binası, artık Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Kaymek Talas Gençlik Merkezi olarak hizmet veriyor.  Grubumuzda Amerikan Koleji ekolünden gelen iki arkadaşımız okulun merdivenlerini çıkarken duygusal anlar yaşıyor. Okulun içini gezip, yetkililerden bilgi alıp, ikram edilen kırmızı etli japon elmalarının tadına bakıp ayrılıyoruz.

 

Osmanlı Kültür Sokağı

 Dar sokaklar, taş evler, yeşillikler arasından küçük bir yürüyüş yapıp, aracımıza biniyoruz. Kiçiköy Mahallesi’ndeki Osmanlı Kültür Sokağı, bugünün son durağı. Yeni, yeni canlanmaya başlayan sokağın girişinde Ali Saip Paşa Camii karşılıyor ziyaretçileri. 1887’de II. Abdülhamit devrinin seraskeri Ali Saip Paşa tarafından yaptırılan camiye Osmanlı Devleti’nin armasının bulunduğu bir kapıdan giriliyor. Ermeni taş ustalarının elinden çıkmış, kimisi avlulu evler; harabeye dönen eski kiliseler cafelere dönüştürülmüş ama sokağın ziyaretçisi henüz çok az.

Çok gezip, çok öğrenip, yorulduk bugün. Akşam yemeği için iyi ki yine otelimizdeyiz. Bir kaşığa 40 tane sığan Kayseri mantısı yiyecekmişiz, saysam mı acaba.


11 Ocak 2024

Sonbahardan kalma bir gezi, Kayseri…

 Suzan Peker yazdı

Kış kapıyı çalmışken, sizlere güneşli birkaç gün yaşatmak istiyorum. Nerede mi, dorukları karlı yüce Erciyes Dağı’nın eteklerinde. Ne zaman mı ekimde. Birkaç ay gecikmeli yazabildiğim Kayseri gezisini anlatacağım, aklımda kaldığınca, dilim döndüğünce…

Biz iki aile Eskişehir ve Konya konaklamalı iki günün ardından vardık Kayseri’ye. Diğer arkadaşlar Ankara, İstanbul ve Eskişehir’den geldiler. Bizi misafir eden arkadaşlarımız Ilgın ve Mustafa Kayserili, rehberlerimiz Evren ve Gonca da Kayseri’yi çok iyi tanıdığı için Kayseri’nin tozunu attırmamız kaçınılmaz.

 


Hunat Hatun otel odası... 

Tarihin canlandığı Setenönü

  Otelimiz Kerem ile Aslı; tarihi Kayseri evlerinin restore edilerek yeniden canlandırıldığı Setenönü’nde. Melikgazi Belediyesi bu bölgeyi kullanım karşılığı restore ettirmiş. Yıkık, dökük kullanılmayan evlerin olduğu bir mahalleden, son iki yılda yaşayan bir bölgeye dönmüş Setenönü. Ermeni, Rum ve Türk nüfusun iç içe yaşadığı Kayseri’de, Ermeni taş ustalarının elinden çıkmış tarihi evler, aslına uygun restore edilmiş.

Odalarımıza yerleştikten sonra kısa bir şehir turuna çıkıyoruz yürüyerek. İlk durağımız, Merkez Bankası binası. Anadolu’da Cumhuriyet’in modern mimari kimliğini oluşturmak için birçok proje yarışması düzenleniyor. 1960’larda Vedat Dalokay ve Orhan Dinç’in projesiyle hayata geçirilen bina, modern mimarinin örneklerinden.  Kümbet formunu da içeren Kayseri Valilik binası, mimar Melih Karaaslan’a ait, ödüllü bir yapı. Belediye Binası yine Vedat Dalokay imzası taşıyan bir diğer ödüllü bina.

Kayseri’nin ilk adı Mazaka imiş. Mazaka’dan bugüne birçok uygarlık izlerini bırakmış Kayseri’ye… Hitit, Roma, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi. Medeniyetler arasında tarihi bir yolculuğa çıkmış gibiyiz.

 

Milli Mücadele Müzesi

İkinci durağımız,Milli Mücadele müzesi. Türk siyasetine ve kültür tarihine damga vuran bir lise. Osmanlı döneminin Kayseri Sultanisi, 1920-1921 eğitim yılında tüm öğrencileri Sakarya Savaşı’nda şehit düştüğü için mezun verememiş. Bugün ‘Milli Mücadele Müzesi’ olarak tarihin sayfalarını aralıyor.  

Ana koridorunda Kurtuluş Savaşı mücadelesinden izler görüyoruz. Bir sınıfa başınızı uzattığınızda, Turgut Özal, Abdullah Gül, Hulusi Akar, Behçet Kemal Çağlar, Jale Baysal oturuyor sıralarda. Bir oda, Ankara tehlike altına girince Kayseri’ye taşınan iki gazeteye ‘Sebilürreşad’ ve ‘Anadolu’da Yenigün’e ev sahipliği yapıyor. 

 Döner Kümbet

 Müzeyi gezen onlarca küçük ziyaretçinin arasından sıyrılıp turumuza devam ediyoruz. Az ilerdeki kavşakta, yoğun trafiğin ortasında ‘Döner Kümbet’ duruyor. Yaşamın hızıyla, ölümün durgunluğu iç içe geçmiş. Önemli kişilerin mezarları olan kümbetlerden Kayseri genelinde 39 tane varmış. 700-800 yıl önceye tarihlenen kümbetler, şehirleşmeyle birlikte hiç umulmadık yerlerde karşımıza çıkabiliyor, bir alt geçidin üzerinde bile.

Döner Kümbet, 13. Yüzyıla tarihlenen bir yapı. Şah Cihan Sultan’a ait olan kümbet, 12 yüzeyli, 10 yüzeyinin geometrik şekilleri ve taş işçiliğinin birbirine çok benzemesi nedeniyle halk arasında ‘Döner Kümbet’ diye anılıyor. Bir rivayete göre altına tekerleklerin yerleştirildiği de söyleniyor. Rivayetler olmazsa, olmaz.

Meryem Ana Kilisesi’nden Kent Kütüphanesi’ne...

 Şimdi biraz daha yürüyelim, muhteşem bir dönüşümle karşılaşacağımızdan habersiz. 1870’lerde şehir surlarının sınırında inşa edilen ve Kayseri’de gayri müslim nüfusun zenginliğini gösteren Meryem Ana Kilisesi, 25 yıllığına Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmiş ve restore edilerek kütüphaneye dönüştürülmüş. On yıl öncesine kadar tekvandocuların antrenman yaptığı kilise, şimdi 50 bine yakın dijital ve basılı kitabın bulunduğu 24 saat açık bir kent kütüphanesi ve gençlerin ilgisi yoğun.  

 Hunat Hatun Külliyesi

 Oteldeki odamızın adının Hunat Hatun olduğunu görünce kim olduğunu merak etmiştim. 1. Alaeddin Keykubat’ın eşi Mahperi Hunat Hatun, 1238 yılında kendi adını taşıyan bir külliye yaptırmış. Cami, medrese, kümbet ve hamamdan oluşan Hunat Hatun Külliyesi, Selçuklu mimarisinin en özel ve etkileyici yapılarından biri. Kümbetin içinde de Hunat Hatun’un sandukası bulunuyor.

Otelimize dönüyoruz, yarın yeni yerler göreceğiz. Akşam yemeğinde Kayseri lezzetlerini tatmak için sabırsızlanıyorum.

 

7 Aralık 2022

Gürcistan’da 4.Gün: Zorlu parkur, Chalaadi Buzulu

 

Suzan Peker yazdı

Hem Mestia’da hem Gürcistan’da son gezi günümüz bugün. Yarın, Türkiye’ye dönüyoruz. Rize Havaalanı’ndan İstanbul’a uçup,  yaşamımıza yeni anılar eklemiş olarak gezimizi bitireceğiz. Ama önce biraz heyecan.

Kahvaltımızın ardından Chalaadi Buzulu yoluna koyulduk. Arazi araçlarına binip Mestia’dan 12 km sonra yürüyüşe başlayacağımız yere vardık. Bizi, Chalaadi Nehri üzerindeki asma köprü karşıladı. Beşik gibi sallan asma köprü sınavını, tellere tutunarak başarıyla geçtik. Önümüzde yeni sınavlar var.

 

 Chalaadi Nehri üzerindeki tahta asma köprüden dikkatlice geçtik.

Hemen bir parantez açayım. Burada bir baraj inşaatı devam ediyor. Yapımını da adını çokça duyduğumuz Türk firmalarından biri üstlenmiş.

Neyse biz yolumuza devam edelim. Yağmur yağmıyor, hava güneşli. Çam ağaçlarının arasından patika yola giriş yaptık. Ara ara eğimlenen yolda sarılar, yeşiller, turuncular, kırmızı ve beyaz mantarlar arasında ilerliyoruz. Tepelerden kopan küçüklü, büyüklü kaya parçaları çıkıyor karşımıza. Ağaçların arasından bakınca adeta  kayalardan oluşmuş  bir’ nehir’ görüyoruz.  Belli ki heyelan fazla. Yolun yarısında asıl nehre ulaşıyoruz. Chalaadi’nin şarkısına kulak verip biraz soluklanıyoruz. 

 Chalaadi Buzulu yolunda mola...

 Buzula kadar olan parkur yaklaşık 3 km imiş ama ben en az 10 km hissettim. Artık yaş mı dersiniz, acemilik mi bilmem. Yol üzerinde yürüyüş yapanların kaybolmaması için, iki beyaz arasına sarı renkte işaretler çizilmiş ağaçlara. Dönüş yolunda bize çok yardımcı oldu bu çizgiler. Giderken, ağaç köklerinin kenarından, kayaların üzerinden, rehberimizin yardımıyla geçip ilerliyoruz. Ayaklarımızı yere sağlam basıp, kayaların üzerinde kaymamak için büyük çaba gösteriyoruz. Dengeli olmak şart.

Zorlu parkurda rehberimizin yardımıyla ilerliyoruz.

 Yolun sonunda bir şölen var. İki görkemli dağın arasında, sisler içindeki Chalaadi muhteşem. Yol ne kadar meşakkatliyse, manzara da o kadar heyecan verici. Bundan sonra buzula kadar olan yol, tamamen kayaların üzerinde. Biz grupran 5 kişi, doğal koltuk seçtiğimiz kayalara oturup Chalaadi’yi uzaktan seyretmeyi yeğliyoruz. Sağdaki dağ, bize minik parçacıklar halinde kar taneleri yollarken, ekibin geri kalanı buzul yoluna koyuldu bile. Burada paylaştığım fotolar, bu azimli arkadaşlarımızdan. 

Chalaadi buzuluna karşı...

Onları uzaktan seyrederken, birden büyük bir kaya parçasının üzerlerine doğru düştüğünü görüyoruz. Kaya yere düşüp parçalanıyor. Kimseye zarar gelmemiş olmasını diliyoruz. Çok korktuğumuz bir an. Arkadaşlarımız sağ-salim dönüyor sonunda ama büyük tehlike atlattıkları kesin. Yanlarından geçmiş kaya parçası. Buraya gideceklere önerim, giderken her türlü önlemi almaları. Özellikle baret giymek gerekir.

Buzul fotoları, sanat eseri gibi. Renkler, doku muhteşem.

 Doğanın sanatı Chalaadi Buzulu…

Dönüşe geçtik. Aynı zorlu yoldan ilerlerken, aramızda bulunan birçok doktor arkadaşımız, bu yolun bizim için bir kalp testi olduğunu söylüyor. Bir çeşit anjiyo yaptırdık. Sanırım bu kadar zorlu bir parkuru bizim yaşımızda sağ-salim bitirmek başarı. Hepimizin kalbi sağlam diye espri yapıyoruz. Chalaadi’yi unutmayacağız.

Vadideki taşlardaki tarihlerde, küresel ısınmayı gözlerimizle bir kez daha gördük. Buzul, her yıl daha fazla, dağa doğru çekilmiş. Tıpkı Shkara Buzulu’nda olduğu gibi.

Dönüşte, asma köprünün üzerinden sekerek geçiyoruz. Bu beşik gibi köprü, bizim için ne ki.

Şehre döndük. Planladığımız Mestia Müzesi gezisini, müzenin kapalı olması nedeniyle gerçekleştiremiyoruz.

Ana cadde Quin Tamar’da yürüyüş yapıp, birkaç dükkana girip çıkıyoruz. Eski bakkallarımızın kokusunu hissettiğimiz küçük dükkanlar buraları. Kimisi Pazar gibi seç seç al tarzı giysi satıyor ki bunların çoğu ikinci el, kimisi de kırtasiye. Hediyelik eşya dükkanı en fazla 3-4 adet. Onların da sadece bir tanesi açık. 

Kraliçe Tamar heykeli, bir avluda 800 yıl öncesinden günümüze bakıyor. Svan masalının baş kahramanı, ne görüyor merak ediyorum.

Kraliçe Tamar Heykeli...Fotoğraf: Ilgın Güler

  

26 Kasım 2022

Gürcistan’da üçüncü gün: Bir Ortaçağ köyü, Ushguli…

Suzan Peker yazdı

Mestia’nın masalsılığına kendimi kaptırıp, hangi otele yerleştiğimizi söylememişim. Old House Otel’e yerleştik, dün gece. Tarihi bir Svan Kulesi’nin dibindeyiz. Arnavut kaldırımlı dik bir yokuşun sonunda ulaştığımız Old House, Goshteliani ailesine ait. Baba Goshteliani, ünlü bir dağcı. Otel de çoğunlukla dağcıların mekanıymış. Bizi, kızı Nini karşıladı. Daha yazının başında oteli bu kadar anlatmamı garip karşılamış olabilirsiniz. Ama Nini ve arkadaşları, konakladığımız üç gün boyunca bize o kadar sıcak davrandılar ki, ayrılırken gözlerimizin dolmasına engel olamadık. Yemeklerin lezzetinin ve sunumunun güzelliğinin yanısıra gitarıyla söylediği şarkılar da sıcacıktı.  Arkadaşlarıyla birlikte yaptıkları müzik ve neşeyle söyledikleri Svan şarkıları, gezimizin unutulmazları arasında yerini aldı.

 

Mestia'nın genel görünüşü...

Yukarı Svaneti Bölgesi’nin merkezi konumundaki Mestia, bölgeyle birlikte Unesco Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Zor coğrafi koşullar nedeniyle dış dünyayla ilişkisi kesilen Svaneti, kültürünü  bu sayede korumayı başarabilmiş. Bölgenin Unesco listesine girmesinde Svan Kuleleri’nin etkisi büyük. Biz bu kulelerden birinin içini yarın gezebileceğiz ama bilgisini şimdiden vereyim.

 Kraliçe Tamar Kulesi...

Yukarı Svaneti’ye masalsılık katan, bambaşka bir diyara geldiğinizi hissettiren Svan Kuleleri, evlerin yanında korunma amaçlı inşa edilmiş. Her evin kendi kalesi varmış gibi düşünün. En eskisi 8. yüzyıla, en yenisi 18. yüzyıla kadar tarihlenen bu kulelerin yüksekliği, 20-25 metreyi buluyor. Çoğunlukla 4 ve 5 katlı. Kulenin yüksekliği, ailenin güç ve zenginliğinin de göstergesi olmuş. Daha çok kan davalarından ve dış güçlerin saldırılarından korunmak amaçlı inşa edilen kulelerin girişi, içeriye girildikten sonra büyük kayalarla kapatılıyormuş. Her katta, bir üst kata çıkmayı sağlayan, bir kişinin geçebileceği, kare şeklinde bir açıklık var. Ahşap bir merdivenle üst kata çıkıldıktan sonra merdiven çekiliyor. Böylece, düşmanların aileye ulaşması engelleniyor. Alt katta hayvanlar, diğer katlarda mutfak ve yaşam alanları yer alıyor.  En üst katta gözetlemek ve saldırı için pencere açıklıkları bulunuyor.  Buradaki pencerelerden düşmanların üzerine taş atılıyor,  kızgın yağ dökülüyor. Masal bu kısımda vahşileşiyor di mi. Svanlar, kışın ya da tehlike geçene kadar  5-6 ay boyunca burada yaşamını sürdürebiliyormuş. Kulelere çıkmak da inmek de bayağı zor. Bana ilk iki katı çıkmak ve inmek yetti.


Kulenin merdivenlerinde...

Neyse biz bugünkü gezimize başlayalım. Yine Svan şoförlerimizin kullandığı arazi araçlarımızla yola koyulduk.  Unutmadan söyleyeyim. Burada hem sağ, hem sol direksiyonlu araçlar kullanılıyor. Yolda aracı kimin kullandığını şaşırabiliyorsunuz. Avrupa’da dört mevsim boyunca yerleşimin olduğu en yüksek köy olan Ushguli’ye gidiyoruz. Kafkas Dağları’nın en yükseklerinden biri olan Shara’nın eteklerinde kurulan bu köyün denizden yüksekliği 2 bin 200 metre. Yol boyunca küçük Svan köyleri çıkıyor karşımıza.  Dağların arasından ortaçağın izlerini takip ediyoruz. Yaklaşık 2 saatlik yolculuğun ardından Ushguli’deyiz.  Görkemli karlı dağların eteğinde, ortaçağın göbeğindeyiz. Aracımızdan inip, Enguri Nehri’ni izleyerek Shkhara Buzulu’na doğru yürüyeceğiz. Köy ve buzulun arası yaklaşık 10 km. Düz ve bozkır bir yolda yürüyüp, buzula varmak nasıl bir şey insan düşünemiyor. Tabii ki heyecanlıyız.

 

Skhara Buzulu yolu...

Burada çok önemli bir parantez açayım. Mihail Kalatazov’un sessiz belgeseli ‘Salt for Svaneti’, Ushguli’de 1929 yılında çekilmiş. Bu filmi youtube’da bulunca çok heyecanlandım. Svanların günlük yaşamlarını, Svan kulelerini, törenlerini anlatan bu tarihi filmi izlemenizi öneririm. Filmde  90 yıl önceki Ushguli’yi buzulların hemen önünde görüyoruz, şimdi ise buzul, 10 km ötede. Küresel ısınmanın acı gerçeği.

 Arkada Skhara Buzulu, önde biz...

Shkhara Buzulu yolu son derece rahat. Yürürken kurumuş çiçekler topluyor, temiz havayı ciğerlerimize çekiyoruz. Buzula karşı çayınızı, kahvenizi yudumlayabileceğiniz küçük bir kulübe cafe var ama bu kadar az müşteriye her zaman açık tutulması zor. Vardığımızda da kapalıydı. Biz de Gürcistan’ın en yüksek noktası Shkhara Dağı’nın  (5067m ) görkemine hayran kalarak biraz soluklandık. Shkhara Buzulu’nu uzaktan seyrettik. Ayrılırken Enguri’nin üzerinde topluca poz verip, anı ölümsüzleştirdik.

 

Kilise...

Araçlarımıza biniyoruz. Yolun başlangıcında küçücük bir tepenin üzerinde gördüğümüz Lamarya Kilisesi, şimdiki durağımız. Ortaçağ’da yapılmış Gürcü Ortodoks kilisesi, Ulusal Öneme Sahip Taşınmaz Kültür Anıtları Listesi’nde. Svanlar’ın tüm zenginlikleri, altınları, değerli taşları bu kilisede saklanırmış. Svanlar, Hristiyanlığı kabul etmekle birlikte pagan inançlarına bağlı gelenekleri de hala sürdürüyorlar. Burası da kiliseye çevrilmeden önce ay tanrıçasına adanmış bir tapınakmış. Bahçe duvarları kayrak taşlarıyla oluşturulmuş. Ushguli’de kayrak taşları evlerin çatılarında da kullanılmış. Lamarya’dan ayrılıyoruz.

Uzun yürüyüş karnımızı acıktırdı. Ushguli’nin içinde Cafe Koshki’de mola veriyoruz. İçerisi kalabalık, servis yavaş.  Khachapurilerimiz bir türlü gelmiyor. Natakhatari içip bekliyoruz. Bu, Gürcüler’in meşhur meyveli sodası. Çeşitli meyvelerle yapılıyor. En çok tercih edileni armutlu olanıymış. Lezzet, fiyat ve hizmet olarak pek memnun  kalmadığımız bir restoran oldu Cafe Koshki. Ama zaten köyde çok fazla seçenek yok.

 

Tamar kulesinden biz...

Şimdi köyün içinde küçük bir yürüyüş yapıp Ortaçağ ruhunu hissetmeliyiz. Ushguli köyü,  4 mahalleden oluşuyor. 

Öncelikle Kraliçe Tamar Kulesi. Burası Gürcistan Krallığı’nı 1200’lü yıllarda yöneten Kraliçe Tamar’ın kışlık eviymiş. Toplamda 4 kule ve bir kiliseden oluşuyormuş Kraliçe Tamar’ın evi ama 1930’larda Sovyet rejimi tarafından yıkılmış. Buradan çıkan taşları, köylüler evlerinde kullanmış. Bugün sadece bir kule ayakta.  Yeri gelmişken Kraliçe Tamar, ya da Svanlar’ın deyimiyle Kral Tamar’dan bahsedelim biraz. Gürcistan’ı birleşik bir krallık haline getiren ilk kişi olan Kraliçe Tamar’ın adı bir çok yere verilmiş. Mestia’daki küçük havaalanının adı Quin Tamar Havaalanı. Mestia’nın ana caddesinin adı da Quin Tamar.


Tamar Kulesi’ni tanıtan yazıda Svan kelimesinin, halkın önemli konuları konuşup, tartışmak için toplandıkları yer anlamına geldiğini öğreniyoruz. Svanlar kendi dilleri olan dağ toplulukları. Konuştukları dil çoğunlukla Gürcüce, ama kendi aralarında Svanca konuşuyorlar. Svan dilinin Gürcüce’nin arkaik hali olduğu bilgisini veriyor rehberimiz. Şimdilerde Svanca’nın korunması için çalışmalar yapılıyor.

Bir Svan kadını...

Kraliçe Tamar Kulesi’nden köyün içine iniyoruz. Güneş ışınları, kayrak taşlarından yapılmış çatıları parlatıyor, bir Svan Kulesi’nin dibine oturmuş, yaşlı bir Svan kadın, bize selam veriyor, biz de ona. Kayrak taşından yapılmış küçük köprünün sonunda araçlarımız bizi bekliyor.

Akşama, Mestia’nın meşhur cafesi Laila’da yemeğimiz var. Otelimizde biraz dinlenip çıkıyoruz.  Mestia’nın ana caddesinde küçük bir yürüyüşün ardından hınca hınç dolu Laila’dayız. Umduğumuzu bulamadığımız bir mekan oldu burası. Çalışanlar kalabalıktan bunalmış, davranışları saygı sınırlarını aşıyor. Yemeği erken bitirip, otelimize dönüyoruz. Nini’nin gitarı, rehberimiz Fatih’in duduğu ile huzur buluyoruz.