25 Ekim 2009

İkinci kez meyve veren ERİK AĞACI!

Yukarıdaki fotoğrafın çekiliş tarihi 24 Ekim 2009. Sonbaharın ayak seslerinin yavaş yavaş duyulduğu, bazı ağaçların yapraklarını sarartıp, yere süzüle süzüle gönderdiği tarih.
Yer bizim site. Dallar sıradan bir erik ağacının dalları. Öyle bir ağaç ki etrafı betonlarla kaplanmış, kökler su bulabilmek için toprağın derinliklerine doğru yol almış.
Erik baharda çiçek açmış, meyvelerini vermiş. İşini bitirmiş artık. Kışın gelmesini, yapraklarını döküp yeniden filizlenmeyi, çiçek açmayı ve meyve vermeyi bekliyor.
Beklenmedik bir durum var şimdi. Bu ağaç yazın ortalarında yeniden çiçek açtı ve fotoğrafta gördüğünüz meyveleri verdi. Öyle çok meyve yok ancak 6-7 tane var.
Bu meyveler ne kadar daha büyür, eriklerin ikinci meyve zamanları normal midir bilemiyorum.
Bildiğim bir şey var; gerçekten doğada bazı şeylerin değiştiği!

18 Ekim 2009

İkiz torunlarım mesleklerini seçti !

İkiz torunlarımız Emre ve Can’ın geçen günlerde yapılan diş buğdayında aile bir araya geldik.
Artık genç anne-babaların pek de itibar etmediği belki de inanmadığı bir geleneği de o gün şakalar ve kahkahalar içinde uyguladık. “Meslek seçimi testi !”
Çocukların önüne kalem, top, hesap makinesi, kitap, maus ve makas konarak ileride hangi mesleği seçeceklerini anlamaya çalıştık. Kalem işadamlığını, top sporculuğu, hesap makinesi mühendisliği, kitap yazarlık veya eğitimle ilgili meslekleri, maus teknolojiyi ve makas da tekstili temsil ediyordu. Emre hesap makinesini, Can da kalemi seçti.
Torunlarımızın meslek seçecek çağa geldiklerinde Türkiye’de eğitim sisteminin çarpıklığı düzelir mi bilemiyorum tabii. O günleri görür müyüz o da bir başka soru.
Umarım bu blog yaşar. Bu satırlar da o günlere kadar kalır.

11 Ekim 2009

Eczacılarla halk karşı karşıya getirildi!...

“ Masal bitti.
Sağlık ocağına 2 lira.
Devlet hastanesine 8 lira.
Özel hastaneye 15 lira.
Bu rakamlar da ŞİMDİLİK.”

Günlerdir eczane vitrinlerinde bu afişler asılı. Eczacılar haklı olarak dertli. Sağlık Bakanlığı muayene ücretsiz dedi, çaktırmadan vatandaştan parayı eczaneler eliyle almaya başladı. Halkla eczacıları karşı karşıya getirdi. Kendi aradan sıyrılıverdi. Eczacılar dert anlatmaktan dert küpü olmuşlar bile.
Ne dersiniz cinliğin böylesine pes doğrusu değil mi?

3 Ekim 2009

Facialar her zaman "GELİYORUM" der!

Ülkemizde felaketler nasıl gelir, hepimiz az çok biliyoruz. Bağıra bağıra.
Tedbir alınmaz, facia yaşanır, sonra da yol gösteren çok olur.
Fotoğrafa dikkatle bakın. Üzerinden yüzlerce aracın geçtiği yol enine kesilmiş. Bir trafodan karşıdaki reklam panosuna elektrik çekilmiş. Kablo sözüm ona bir boru ile korunmuş, yolu ikiye bölen yarığın üstü kapatılmamış. Çok küçük bir detay gibi görünüyor insana.
Şimdilik tehlike de yok gibi. Borunun ne zaman kırılacağı ve kablonun ne zaman kontak yapacağı belli değil. Tehlike var mı? var.
Vatandaş ilgili yerlere uyarısını yapmış. Ne yazık ki bir kürek asfalt dökülememiş.
O kablo birinin canını yakarsa sorumluyu bulursunuz. Ceza da verirsiniz ama önemli olan canların yanmaması değil mi?

29 Eylül 2009

Selimpaşa'da doğa ile dans!...

İki fotoğraf sunuyorum sizlere. İlk fotoğraf Selimpaşa'daki yazlıkların sahili. Alabildiğine kum ve sakin bir deniz. O kıyıların en uzun ve en geniş kumuna sahip bir bölge.
İkinci fotoğraf selden sonra sahilin görüntüsü. Azgın sular denizle buluşma noktasında kumları kazımış. Eşyalarla otomobillerle birlikte.
Şu aralar oralarda yaralar sarılmaya çalışılıyor. Evler yine eskisi gibi çiçekler içinde dinlenme yerleri olacak. Sahil yine kumlarla dolacak. Çocuklar cıvıl cıvl koşturacaklar kumlarda, kıyılarda.
Sahiller, evler yine eski haline dönecek ama arkasında gözyaşı, acı ve en önemlisi korku bırakarak.
Gerçekten doğa ile dans edilmiyor.

23 Eylül 2009

Denizin hırçınlığını durduranlar!

Limanlar hep bana sakinliğin simgesi gibi gelir. Denizin hırçınlığı sakinleştiren alanlardır limanlar. Gezdiğim bölgelerde mutlaka bir liman fotoğrafı çekmişimdir. Ne demiştik sığınma yeridir limanlar. Tıp ki zor günlerimizde sığındığımız dostlarımız gibi.
Santorini Adası

Rodos
Patmos
Sinop Limanı
Rumelifeneri Limanı
Marmaris Limanı
Marmara Ereğlisi Limanı
Kuşadası Limanı
İstanbul Limanı
Göçek
Amasra
Nazım Hikmet bakın ne diyor Mavi Liman şiirinde:

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
Mustafa Emirler Sakin de Liman şiirinde şöyle diyor;

Sevdam ürküttü seni
Sen de korktun benden
Nasıl da yorulmuştum
Aşk peşinde koşmaktan
Hırçın dalgalı denizlerde
Dolaştım hiç bıkmadan
Aradım sakin liman
Buldum sandım
Yanaşacaktım tam
Baktım benden fırtınalı
Denizlerdesin sen
Sakin limanın olsam
Yanaşır mısın bana
Yoksa yine boğuşacak mısın
Hırçın dalgalarla
Bilinmez azgın sularla.

19 Eylül 2009

Sevginin arttığı bir bayram dileğiyle....

Çocuklarının, torunlarının, yakınlarının yolunu gözleyen büyüklerin ellerinin öpüldüğü, onlarla sevgilerinin paylaşıldığı,
Mesajla, telefonla bayramlaşma salgının azaldığı,
Aile kavramının pekiştiği,
Dargınların barıştığı,
Bir bayram dileğiyle
dostlarımın bayramını kutlarım.

10 Eylül 2009

Doğayla barışık yaşayabilmek!...

“Askaros deresi taştı. Hadi çocuklar derelerin getirdiği ağaç dallarını toplayalım”. Son sel haberlerini üzüntü içinde seyrederken Rize sahillerine, çocukluğuma gittim bir an.
Derelerin taşması çocukluğumuzun önemli olaylarından biriydi. Derenin sürüklediği kütükler, ağaç dalları kışlık odun demekti.
Doğa, yağan yağmuru kendi kuralları, kendi doğal mecrası içinde hallederdi. Doğa yasası böyle işlerdi o zamanlar. Askaros taşardı ama ne ev yıkılırdı ne de arabalar sürüklenirdi.
Ne oldu da sel felaketleri hem can alıyor hem de mal.
Doğaya meydan okuduk.
Toprak bırakmadık sulara. Derelerin önlerini kestik. Betonlaştırdık her tarafı. Dere islâhlarını yağış ortalamalarına göre değil, sakin sakin akan sulara göre yaptık.
Sanırım 12 yaşındaydım. Rahmetli babam Ağaçlı Yetiştirme Yurdu’nda öğretmendi. Biliyorsunuz Ağaçlı’nın sahili alabildiğine kumdur. Kilyos gibi. O zamanlar kömür madenleri de henüz açılmamıştı. Sandaldan daha büyük üç çifte bir kayığımız vardı. Babam, ağabeyim ve ben o tekne ile balığa çıkar, balıktan döndükten sonra tekneyi sahilden otuz-kırk metre içeriye çekerdik. Tabii yurdun çocukları çekme işinde bizlere yardım ederdi.
Babamın tayini Kadıköy ‘deki yurda çıkınca tekneyi kullansınlar diye Ağaçlı’da bıraktık. Bir süre kullanmışlar. Denizden dönünce hemen sahilin dibine bırakmışlar tekneyi. Öğretmenlerden biri itiraz etmiş “Hoca tekneyi otuz-kırk metre içeriye çekerdi. Biz de içeri çeksek” demiş. Diğer hocalar burun kıvırmışlar. Hemen kıyıya bırakmak işlerine gelmiş tabii.
Tekneyi deniz kenarına çektikleri bir günün gecesi fırtına çıkmış. 20- 25 metre içerilere kadar uzanan Karadeniz’in azgın dalgaları tekneyi yutmuş. Ertesi sabah yurdun yöneticileri boşu boşuna sahilde tekne aramışlar.
İtiraz eden hoca taşı gediğine koymuş. “Ben sizi ikaz ettim. Hoca boşuna mı otuz - kırk metre içeriye çekiyordu tekneyi . O doğayı biliyordu ve onunla barışık yaşıyordu.”
Doğa yasalarına uymayanları cezalandırıyor hemen.
Yıllardır iktidarda bulunan ve bir dönemde İstanbul’da belediye başkanlığı yapan başbakan ne diyor: “Dere intikamını alır”.
Başbakan da Askaros Deresini bilir . Doğanın kurallarını da. Derenin önüne engel çıkarırsan sel olur, önüne geleni siler süpürür.
Uygulamaya gelince… Herkes çil yavrusu gibi dağılır.
Zira rant yasa masa dinlemez.
Olan halkımıza olur. Sele ya canını verir ya da malını.
Doğayla barışık yaşamayı öğrenmeliyiz artık.

7 Eylül 2009

9 Eylül 1923 tarihi size ne hatırlatıyor?

9 Eylül 1923 size bir şey ifade etmeyebilir ama Cumhuriyet tarihimizde önemli bir kaldırım taşının doğduğu gün olması bakımından önemli bir tarih.
Biliyorsunuz ülkemizin en eski partisi, Cumhuriyet Halk Partisi. Geçenlerde bir arkadaş topluluğunda tartışırken bir şeyi fark ettim. CHP’nin "kuruluş adımlarını" belki okumuşuz ama çoktan unutmuşuz.
Onun için bilenlerden özür dileyerek CHP’nin yol haritasından bazı önemli kavşakları sizlerle paylaşmak istedim;
LOZAN'LA BAŞLAYAN YOLCULUK
Lozan Antlaşması kabul edilir. Mustafa Kemal 9 Eylül 1923’te dokuz Umde (ilke) diye adlandırılan siyasi programını açıklar. Bu dönemde mecliste yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Siyasi programın açıklanmasından iki gün sonra İçişleri Bakanlığı’na bir dilekçe verilir ve Halk Fırkası kurulmuş olur.
Genel sekreterliğini Recep Peker’in üstlendiği Halk Fırka'sının kurucuları arasında Refik saydam, Celâl Bayar, Münir Hüsrev Göle, Sabit Sağıroğlu, Cemil Uybadin, Saffet Arıkan, kazım Hüsnü ve Zülfü bey gibi isimler vardır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince Halk Fırkası’nın 158 milletvekili, Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı seçer.
"Halk Fırkası" adı, 10 Kasım 1924’te "Cumhuriyet Halk Fırkası" olarak değiştirilir. 1935’te yapılan 4. Kurultay’da da partinin adı bugünkü adını yani Cumhuriyet Halk Partisi adını alır.
Bir bilgi daha; 1937 Şubat’ında yapılan bir anayasa değişikliğiyle, CHP'nin "altı oku" Türkiye Cumhuriyeti anayasasına resmen dahil edilir.
Atatürk’ün Halk Fırkası’nı kurarken açıkladığı dokuz umdeyi (ilkeyi) merak edenler için işte o dokuz ilke:

1- Hâkimiyet milletindir!
2- Milli hayata ve mukadderata ( geleceğe)Türkiye Büyük Millet Meclisi egemendir.
3- Kanunlarda, Teşkilâtta( kurumlarda ), idarede, eğitimde, iktisatta, milli hâkimiyet (ulusal egemenlik) esastır!
4- Saltanat (padişahlık) diriltilemez.
5- Mahkemeler, muhakeme şekli (yargılama şekli) ve kanunlar düzeltilecektir.
6- Misakı-ı sa'y ( Çalışmaya başlama) için teşebbüse köylüler yararına başlanacaktır. Aşar ( vergi) kaldırılacak, millî bankalar güçlendirilecek, demiryolları arttırılacaktır.
7- Tevhid-i tedrisat ( eğitim birliği) sağlanacaktır.
8- Askerlik süresi kısaltılacaktır.
9- Şerefli bir barışın temeli; mali, iktisadi ve idari istiklâl-i tamdır! (şerefli bir barışın temeli, maliyede, ekonomide ve idaredeki özgürlüklerle olur)
Kaynak: Atatürkçülük nedir ? web sitesi

3 Eylül 2009

İç ve dış politikada “satranç” hamleleri!...

AİLENİN TARİHİ SATRANÇ TAKIMI: Fotoğraftaki satranç takımını rahmetli babamın bir öğrencisi yapmış ve hediye etmişti. Babamla satrancı bu takımla oynardık. Şimdilerde üçüncü nesil torun Mete, tavla oynamak için dizdiriyor taşları. Şimdiden şahları, vezirleri, kaleleri, filleri ve piyonları tanıyor. En çok atları seviyor. Filleri file benzetemediği için şaşırıyor. Bakalım bu tarihi takım da Mete satranç oynayacak mı?
Satranç oynamayı rahmetli babamdan öğrenmiştim. Zaman zaman oynardık babamla. Hiç kazandığımı hatırlamıyorum .
Babamın yaşlandığı dönemlerdi.
Bir gün oturduk satrancın başına. Başladık oynamaya.
Kritik bir hamle yaptım. Babam benim gibi aceminin karşısında çok düşünmezdi ama o hamlemden sonra şöyle bir yüzüme baktı. Hamleme cevap vermek için düşünmeye başladı.
İki dakika, beş dakika, on dakika. Babamın yüzüne de bakamıyorum “bak seni nasıl sıkıştırdım” havası olmasın diye.
Düşünme zamanı çok uzayınca doğrusu ben de sıkılmaya başladım.
“Baba” dedim, kafamı kaldırdım. Babam başını yana kaydırmış uyuyordu.
Uyandırdım. “Hâlâ bekliyorum” dedim.
Şöyle bir baktı, "sahi" dedi, biraz bekledi, hamlesini yaptı ve birkaç hamleden sonra beni mat etti.
Bu anımı neden hatırladım?
Hükümetler arası ilişkiler bir nevi satranç oyunu gibidir. Her ihtimalin düşünülüp ondan sonra hamlenin yapılması gerekir.
Bu aralar hükümet iç ve dış politikada yaptığı hamlelerde kaç hamle sonrasını düşünüyor; bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey varsa halkın şimdilik uyuduğudur. Ya da uyutulduğu.
Hamlelerden sonra kim mat olur, biz mi, rakiplerimiz mi?
Halk uykudan uyanır mı?
Uyanırsa ne tepki verir?
Bunları bekleyip göreceğiz.
Umarım hükümet, "babamı bu kez yendim" derken mat oluşum gibi benim düştüğüm yanılgıya ve sonuca düşmez.