29 Eylül 2009

Selimpaşa'da doğa ile dans!...

İki fotoğraf sunuyorum sizlere. İlk fotoğraf Selimpaşa'daki yazlıkların sahili. Alabildiğine kum ve sakin bir deniz. O kıyıların en uzun ve en geniş kumuna sahip bir bölge.
İkinci fotoğraf selden sonra sahilin görüntüsü. Azgın sular denizle buluşma noktasında kumları kazımış. Eşyalarla otomobillerle birlikte.
Şu aralar oralarda yaralar sarılmaya çalışılıyor. Evler yine eskisi gibi çiçekler içinde dinlenme yerleri olacak. Sahil yine kumlarla dolacak. Çocuklar cıvıl cıvl koşturacaklar kumlarda, kıyılarda.
Sahiller, evler yine eski haline dönecek ama arkasında gözyaşı, acı ve en önemlisi korku bırakarak.
Gerçekten doğa ile dans edilmiyor.

23 Eylül 2009

Denizin hırçınlığını durduranlar!

Limanlar hep bana sakinliğin simgesi gibi gelir. Denizin hırçınlığı sakinleştiren alanlardır limanlar. Gezdiğim bölgelerde mutlaka bir liman fotoğrafı çekmişimdir. Ne demiştik sığınma yeridir limanlar. Tıp ki zor günlerimizde sığındığımız dostlarımız gibi.
Santorini Adası

Rodos
Patmos
Sinop Limanı
Rumelifeneri Limanı
Marmaris Limanı
Marmara Ereğlisi Limanı
Kuşadası Limanı
İstanbul Limanı
Göçek
Amasra
Nazım Hikmet bakın ne diyor Mavi Liman şiirinde:

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
Mustafa Emirler Sakin de Liman şiirinde şöyle diyor;

Sevdam ürküttü seni
Sen de korktun benden
Nasıl da yorulmuştum
Aşk peşinde koşmaktan
Hırçın dalgalı denizlerde
Dolaştım hiç bıkmadan
Aradım sakin liman
Buldum sandım
Yanaşacaktım tam
Baktım benden fırtınalı
Denizlerdesin sen
Sakin limanın olsam
Yanaşır mısın bana
Yoksa yine boğuşacak mısın
Hırçın dalgalarla
Bilinmez azgın sularla.

19 Eylül 2009

Sevginin arttığı bir bayram dileğiyle....

Çocuklarının, torunlarının, yakınlarının yolunu gözleyen büyüklerin ellerinin öpüldüğü, onlarla sevgilerinin paylaşıldığı,
Mesajla, telefonla bayramlaşma salgının azaldığı,
Aile kavramının pekiştiği,
Dargınların barıştığı,
Bir bayram dileğiyle
dostlarımın bayramını kutlarım.

10 Eylül 2009

Doğayla barışık yaşayabilmek!...

“Askaros deresi taştı. Hadi çocuklar derelerin getirdiği ağaç dallarını toplayalım”. Son sel haberlerini üzüntü içinde seyrederken Rize sahillerine, çocukluğuma gittim bir an.
Derelerin taşması çocukluğumuzun önemli olaylarından biriydi. Derenin sürüklediği kütükler, ağaç dalları kışlık odun demekti.
Doğa, yağan yağmuru kendi kuralları, kendi doğal mecrası içinde hallederdi. Doğa yasası böyle işlerdi o zamanlar. Askaros taşardı ama ne ev yıkılırdı ne de arabalar sürüklenirdi.
Ne oldu da sel felaketleri hem can alıyor hem de mal.
Doğaya meydan okuduk.
Toprak bırakmadık sulara. Derelerin önlerini kestik. Betonlaştırdık her tarafı. Dere islâhlarını yağış ortalamalarına göre değil, sakin sakin akan sulara göre yaptık.
Sanırım 12 yaşındaydım. Rahmetli babam Ağaçlı Yetiştirme Yurdu’nda öğretmendi. Biliyorsunuz Ağaçlı’nın sahili alabildiğine kumdur. Kilyos gibi. O zamanlar kömür madenleri de henüz açılmamıştı. Sandaldan daha büyük üç çifte bir kayığımız vardı. Babam, ağabeyim ve ben o tekne ile balığa çıkar, balıktan döndükten sonra tekneyi sahilden otuz-kırk metre içeriye çekerdik. Tabii yurdun çocukları çekme işinde bizlere yardım ederdi.
Babamın tayini Kadıköy ‘deki yurda çıkınca tekneyi kullansınlar diye Ağaçlı’da bıraktık. Bir süre kullanmışlar. Denizden dönünce hemen sahilin dibine bırakmışlar tekneyi. Öğretmenlerden biri itiraz etmiş “Hoca tekneyi otuz-kırk metre içeriye çekerdi. Biz de içeri çeksek” demiş. Diğer hocalar burun kıvırmışlar. Hemen kıyıya bırakmak işlerine gelmiş tabii.
Tekneyi deniz kenarına çektikleri bir günün gecesi fırtına çıkmış. 20- 25 metre içerilere kadar uzanan Karadeniz’in azgın dalgaları tekneyi yutmuş. Ertesi sabah yurdun yöneticileri boşu boşuna sahilde tekne aramışlar.
İtiraz eden hoca taşı gediğine koymuş. “Ben sizi ikaz ettim. Hoca boşuna mı otuz - kırk metre içeriye çekiyordu tekneyi . O doğayı biliyordu ve onunla barışık yaşıyordu.”
Doğa yasalarına uymayanları cezalandırıyor hemen.
Yıllardır iktidarda bulunan ve bir dönemde İstanbul’da belediye başkanlığı yapan başbakan ne diyor: “Dere intikamını alır”.
Başbakan da Askaros Deresini bilir . Doğanın kurallarını da. Derenin önüne engel çıkarırsan sel olur, önüne geleni siler süpürür.
Uygulamaya gelince… Herkes çil yavrusu gibi dağılır.
Zira rant yasa masa dinlemez.
Olan halkımıza olur. Sele ya canını verir ya da malını.
Doğayla barışık yaşamayı öğrenmeliyiz artık.

7 Eylül 2009

9 Eylül 1923 tarihi size ne hatırlatıyor?

9 Eylül 1923 size bir şey ifade etmeyebilir ama Cumhuriyet tarihimizde önemli bir kaldırım taşının doğduğu gün olması bakımından önemli bir tarih.
Biliyorsunuz ülkemizin en eski partisi, Cumhuriyet Halk Partisi. Geçenlerde bir arkadaş topluluğunda tartışırken bir şeyi fark ettim. CHP’nin "kuruluş adımlarını" belki okumuşuz ama çoktan unutmuşuz.
Onun için bilenlerden özür dileyerek CHP’nin yol haritasından bazı önemli kavşakları sizlerle paylaşmak istedim;
LOZAN'LA BAŞLAYAN YOLCULUK
Lozan Antlaşması kabul edilir. Mustafa Kemal 9 Eylül 1923’te dokuz Umde (ilke) diye adlandırılan siyasi programını açıklar. Bu dönemde mecliste yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Siyasi programın açıklanmasından iki gün sonra İçişleri Bakanlığı’na bir dilekçe verilir ve Halk Fırkası kurulmuş olur.
Genel sekreterliğini Recep Peker’in üstlendiği Halk Fırka'sının kurucuları arasında Refik saydam, Celâl Bayar, Münir Hüsrev Göle, Sabit Sağıroğlu, Cemil Uybadin, Saffet Arıkan, kazım Hüsnü ve Zülfü bey gibi isimler vardır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince Halk Fırkası’nın 158 milletvekili, Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı seçer.
"Halk Fırkası" adı, 10 Kasım 1924’te "Cumhuriyet Halk Fırkası" olarak değiştirilir. 1935’te yapılan 4. Kurultay’da da partinin adı bugünkü adını yani Cumhuriyet Halk Partisi adını alır.
Bir bilgi daha; 1937 Şubat’ında yapılan bir anayasa değişikliğiyle, CHP'nin "altı oku" Türkiye Cumhuriyeti anayasasına resmen dahil edilir.
Atatürk’ün Halk Fırkası’nı kurarken açıkladığı dokuz umdeyi (ilkeyi) merak edenler için işte o dokuz ilke:

1- Hâkimiyet milletindir!
2- Milli hayata ve mukadderata ( geleceğe)Türkiye Büyük Millet Meclisi egemendir.
3- Kanunlarda, Teşkilâtta( kurumlarda ), idarede, eğitimde, iktisatta, milli hâkimiyet (ulusal egemenlik) esastır!
4- Saltanat (padişahlık) diriltilemez.
5- Mahkemeler, muhakeme şekli (yargılama şekli) ve kanunlar düzeltilecektir.
6- Misakı-ı sa'y ( Çalışmaya başlama) için teşebbüse köylüler yararına başlanacaktır. Aşar ( vergi) kaldırılacak, millî bankalar güçlendirilecek, demiryolları arttırılacaktır.
7- Tevhid-i tedrisat ( eğitim birliği) sağlanacaktır.
8- Askerlik süresi kısaltılacaktır.
9- Şerefli bir barışın temeli; mali, iktisadi ve idari istiklâl-i tamdır! (şerefli bir barışın temeli, maliyede, ekonomide ve idaredeki özgürlüklerle olur)
Kaynak: Atatürkçülük nedir ? web sitesi

3 Eylül 2009

İç ve dış politikada “satranç” hamleleri!...

AİLENİN TARİHİ SATRANÇ TAKIMI: Fotoğraftaki satranç takımını rahmetli babamın bir öğrencisi yapmış ve hediye etmişti. Babamla satrancı bu takımla oynardık. Şimdilerde üçüncü nesil torun Mete, tavla oynamak için dizdiriyor taşları. Şimdiden şahları, vezirleri, kaleleri, filleri ve piyonları tanıyor. En çok atları seviyor. Filleri file benzetemediği için şaşırıyor. Bakalım bu tarihi takım da Mete satranç oynayacak mı?
Satranç oynamayı rahmetli babamdan öğrenmiştim. Zaman zaman oynardık babamla. Hiç kazandığımı hatırlamıyorum .
Babamın yaşlandığı dönemlerdi.
Bir gün oturduk satrancın başına. Başladık oynamaya.
Kritik bir hamle yaptım. Babam benim gibi aceminin karşısında çok düşünmezdi ama o hamlemden sonra şöyle bir yüzüme baktı. Hamleme cevap vermek için düşünmeye başladı.
İki dakika, beş dakika, on dakika. Babamın yüzüne de bakamıyorum “bak seni nasıl sıkıştırdım” havası olmasın diye.
Düşünme zamanı çok uzayınca doğrusu ben de sıkılmaya başladım.
“Baba” dedim, kafamı kaldırdım. Babam başını yana kaydırmış uyuyordu.
Uyandırdım. “Hâlâ bekliyorum” dedim.
Şöyle bir baktı, "sahi" dedi, biraz bekledi, hamlesini yaptı ve birkaç hamleden sonra beni mat etti.
Bu anımı neden hatırladım?
Hükümetler arası ilişkiler bir nevi satranç oyunu gibidir. Her ihtimalin düşünülüp ondan sonra hamlenin yapılması gerekir.
Bu aralar hükümet iç ve dış politikada yaptığı hamlelerde kaç hamle sonrasını düşünüyor; bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey varsa halkın şimdilik uyuduğudur. Ya da uyutulduğu.
Hamlelerden sonra kim mat olur, biz mi, rakiplerimiz mi?
Halk uykudan uyanır mı?
Uyanırsa ne tepki verir?
Bunları bekleyip göreceğiz.
Umarım hükümet, "babamı bu kez yendim" derken mat oluşum gibi benim düştüğüm yanılgıya ve sonuca düşmez.

31 Ağustos 2009

Yaratıcı sobe

Bloglarda zaman zaman dolaşan sobe oyunundan oldum olası kaçmak istemişimdir. Özellikle blog yazarını daha çok tanımaya dönük sobelere çok sıcak bakmıyorum.
Ama sobeleyenler çok sevdiğim blog yazarı olunca oyun bozanlık yapmadan oyunu kuralına göre oynamaya çalışacağım.
Neyse.
Gelelim sobe işine.
Birinci soru ödülün logosunu yayımlamak. O tamam.
Sevdiğim ve okuduğum, zaman zaman da baktığım bloglara zaten link verdim. Berceste’nin yeri ayrı tabii.
Hakkımızdaki 7 ilginç bilgi.
Aklıma hiçbir şey gelmiyor. En iyisi ben bu soruyu değiştireyim. İlginç olaylara çevireyim ve size blogumun ilk yazılarına bir göz atmanızı, oradaki gerçek ilginç olayları okumanızı tavsiye edeyim.
Benim ilginçliğim size bir şey ifade etmeyebilir ama yaşadığım ilginç olaylar belki kulağınıza küpe olabilir. İşte o olayların adresleri:
Bir fotoğrafın hikayesi (Ekim 2006 ),
Üçü de yaşamıyor bugün (Ekim 2006 ),
Meslek aşkı bir başka oluyor (Kasım 2006 ),
Her belgeye hemen inanmayın (Kasım 2006 ),
İlk soruşturma ve Hülya Avşar (Kasım 2006 ),
Sahir Hoca’nın hukuk dersi (Kasım 2006 ),
Hüsnü Özyeğin nasıl oldu Hüsnü Meselâ (Kasım 2006 ),
Bazen kumar merakı da işe yarar (Kasım 2006 ),
Konya usulü pazarlama tekniği (Aralık 2006 ).

27 Ağustos 2009

Bir başka Zafer Bayramı!

Ben onu bunu bilmem. Bildiğim tek şey:
“ Ne Mutlu
Türküm Diyene”.

24 Ağustos 2009

Yedi yıl sonra meyve veren kayısı!...

Her zamanki gibi bardaktaki çayı bırakıp gitmedi. “Akın bey” dedi. “Malatya’dan kayısı fidanı ister misin? Şekerpare dedikleri kayısı fidanından”.
“İsterim” dedim. 15- 20 gün sonra çaycımız kayısı fidanı ile yazı işlerine geldi. “İşte ağabey istediğin fidan”.
Teşekkür ettim. O gün fidanı Silivri’deki yazlığın küçük bahçesine diktim.
Aylar, yıllar geçti. Fidan serpildi gelişti ama kayısılardan bir haber yok.
Sanırım bu yıl yedinci yaş günüydü bizim kısır fidanın..
Geçen yıl kendi kendime söz verdim. Gelecek sene bu kayısıdan meyve alamazsak kesecektim onu.
Kış sonu üstü çiçek doluydu. Hoş her sene çiçek açıyordu ama meyve vermiyordu.
Komşularım çok bilgili ya. Kimi “güneş almıyor da ondandır” dedi, bir diğeri "aşı ister bu aşı. Aşı yaptırmalısın” şeklinde akıl verdi. Her kafadan bir ses çıktı, etrafımdaki uzmanlar! farklı teşhisler koydu.
Yaz geldi, ağacın üzerinde küçük meyveler oluştu. Tahminen 25-30 meyve.
Sonunda kayısı meyve vermiş, kesilmekten kurtulmuştu.
Siz siz olun, etrafınızdaki sözde uzmanlara pek kulak asmayın.
Şunu anladım artık. Her konuda her şeyi bildiğini sanan, ama bir şey bilmediği halde ahkam kesmeyi beceren bir toplum olduk gitti.

21 Ağustos 2009

Gezinme rekoru kıran Özdil yazısı!...

Dostlarım bilir; meslek arkadaşım, dostum, kardeşim Sevgili Yılmaz Özdil'in yazılarından bazılarını bu blogda sizlerle paylaşıyorum. Özdil tatilden döndü, ilk yazısı bir anda internet ortamında gezinme rekoru kırdı.
Yazı benim mailime de geldi.
İşte o yazı:

Al sana açılım

27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
*Tatilden döndüm...

"Kürtçe" başlıklı bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
*Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
*Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
*Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
*Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
*Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
*Hayır..
.Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi...
Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
*Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde...
Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
*E hani sansür?
Buyrun...
*Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım...
"Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler...
"Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
*İki gün sonra...
Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar...
"Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
*Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
*(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip...
İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil, sansür kurulu!)
*İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.Lisan, böler.Cart diye.
*Bizi bize yabancı eder.Kanıtı da bu yazı.