4 Şubat 2010

İstanbul’da çileli bir günün hikayesi!...

Güneşli güzel bir gündü 1 Şubat Pazartesi. Eşime “hadi” dedim. "İşimiz gücümüz yok. Silivri’ye gidelim, yazlığa bir bakalım. Karlar, lodos sağa sola bir hasar vermiş mi?”
Yola çıktık. Gerçekten kış içinde güneşli bir günün tadını çıkarıyorduk. Yazlıkta olağanüstü bir şey yoktu ama hava yavaş yavaş bulutlandı. Tatsızlaşınca da dönüşe geçtik.
Yolda zaman zaman yağmura da yakalandık. Normal kamyon trafiği ile birlikte gişeleri geçtik ve durduk.
Adım adım ilerlemeye başladık. Normal bir yoğunluk diye düşündüm. Ne de olsa bizim akıllı yol mühendisleri altı şeritli yol yapmışlardı. Alt geçitler, üst geçitler her şey tamamdı ama bu altı şerit Milliyet’in önünde üç şeride düşüyordu. Hani Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ndeki gişelerden sonra huninin geniş ağzından dar ağzına giriş gibi.
Yoğunlukta bir gariplik vardı. Milim milim ilerliyorduk. Sağdan sağdan kaçmaya başladım. Milliyet’i geçtik, olacak gibi değil dedim. Otogar yoluna saptım.
Aksaray’a doğru trafik akıyordu ama normal bir günün öğleden sonrası gibi değil.
ŞEHRİN İÇİNE YOLCULUK
Topkapı’dan gelen E-5 yoluna dönemedim. Orası da kilitlenmişti. "Devam" dedim, "anasını satayım. Uzun zamandır şehrin içine girmemiştim. Bir vesile ile görelim etrafı".
Aksaray, Haliç derken Taksim’e ulaştık. "Oh" dedim "kurtulduk artık".
Niyetim Harbiye’den geçip Zincirlikuyu, Levent yolu ile Maslak’a gitmek.
Harbiye’yi rahat geçtik. Malum o yol her zaman yoğundur. Sağolsun milletimiz. Arabalarını sağda bir sıra park eder, milletimizin bir kısmı da onun yanına ikinci sıra park edip mağazalardan alış verişe gider. Yol her zaman tıkalıdır. Işıklar da işin çabası.
Ama burada da bir terslik var gibi. Şişli’ye yakın ışıklarda durduk. Önüm açık, hastaneye dönen araçlara yol verdik ama ilerisi kımıldamıyor. Bize yanan yeşil ışık boşuna yanıyor. Bir koku var arabanın içinde. Eşim "balatalar yanıyor" dedi. O her kokuya haklı olarak "balatalar" der, der de pek balata kokusuna benzemeyen bir koku var.
PENCERELERDEKİ MERAKLILAR
Başka bir şey daha eşimin dikkatini çekti. İnsanlar binaların pencerelerine çıkmış, Şişli meydanı istikametinde bakıyorlar.
Bir şey var orada dedik. Ne olabilir. Olsa olsa bir kaza.
O sırada arkalardan bir vaveyla koptu. Siren sesleri. Yol bulamayan itfaiye araçları ortalığı inletiyor. Demek ki kaza var, yangın da.
Karşıdan gelen trafiği kestiler, itfaiye araçları ters yoldan bir hışımla meydana doğru gittiler. Bir şey yanıyordu ama ne? Arabanın içindeki koku da oradan geliyordu.
Fazla bekleyemedim, önümdeki boşluktan geliş yoluna döndüm ve gaza bastım.
Eski Şan sinemasının yayından Dolapdere’ye indim, Doğru TEM’e.
Hayret yol açık. Maslak dönüşüne kadar rahat geldik ama Maslak’a dönmek ne mümkün. Dönüş de kilit.
Peki buraya ne oldu da araçlar iki şeritli tünelden dönebilmek için beş şeritlik iki yüz metreye ulaşan bir konvoy oluşturdu?.
Maslak’a dönemedik tabii. Ver elini köprü. Köprüde normal yoğunluk var. Sağdan sağdan kaçarak Baltalimanı’na inen yola saptık.
Trafikten kurtulmuştuk. Emirgan, İstinye ve Site.
DÖRT SAATLİK ÇİLE
Yaklaşık dört saat süren bir yolculuk. Ankara’ya çoktan gitmiştik bu zaman dilimi içinde.
Merak bu ya. İstanbul’da ne olmuştu da trafik her tarafta kilitlenmişti? Televizyonları açtım, hanımlara koca bulma, hastalıklara çare programları bitmiş, vakit geçirme programları başlamıştı.
Sağ olsun bir internet sitesinde aradığımı buldum. Hasdal Viyadüğü’nde zincirleme kazada beş araç birbirine girmişti. Şişli’deki yangından haber yoktu, Maslak’taki kazayı da sitedeki arkadaşlardan öğrendim.
Ertesi gün eşimin zoruyla eve giren Hürriyet’i açtım. Genel yayın müdürü değişimi ile birlikte haberleri çok hızlı değişen gazetede bu konuda tek satır bile yoktu.
İstanbul’da benimle birlikte yüzlerce kişi trafikte çile çekmişti o gün ama tek satırlık haber bile olamamıştı bu sıkıntı.
Demek ki dedim, medya mensubu tek bir kişi bile bu trafiğe girmemiş.
O zaman habere ne gerek var ki.
Gündemde o kadar abuk subuk olaylar varken halkın çilesi kimin umurunda?
Ne mi yaptık?
Eşimi ikna ettim. Hürriyet Gazetesi’ni bir daha eve sokmamaya karar verdik.
Bu da bizim “hürriyet”imiz.

2 yorum:

Mine dedi ki...

Öncelikle çok geçmiş olsun Punto Ağabey.
Çilenize üzüldüm ama yazının sonunu çok güzel bağlamışsın. Evet yaptığımız seçimler sizin, bizim 'hürriyet'imiz. Sonra da tirajımız neden düştü diye düşünürler.

Punto dedi ki...

Teşekkür ederim Sevgili Mine. Dediğin gibi "hürriyet"imiz bizim tabii. 30 yıl önce Hürriyet'te çalıştığım dönemlerde promosyonsuz tiraj 650 bin - 750 bin arası idi. O dönemde bugünkü tiraja düşseydik hepimiz kovulmuştuk.
Ama biz hiçbir zaman kendimizin reklamını yapmadık, kendimizi pazarlamadık. Neyse.