20 Aralık 2006

Yağmur damlası!

Camı birkaç kez tıklattım. Baktım kimse bakmıyor daha hızlı, daha hızlı tıklattım camı. Bir yaşlı yüz belirdi camın ardında. Asık bir yüzle baktı, baktı “yine yağmur yağıyor” dedi. Sahi ben bu cama nasıl gelmiştim.
Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükselirken ben de aralarında ne olduğunu anlamadan atmosfere çekiliverdim. Yükseldikçe üşümeye başladım.. Öyle biran geldi ki su buharı olarak hava sıcaklığının çok düşük olduğu bir bölgeye geldik. Bir buhar taneciği olarak havadaki toz parçacıklarına tutununca birden şaşırdım. Buharken su taneciği oluvermiştim. Tüm arkadaşlarım da su taneciğine dönüşmüştü.

Biz hepimiz birleştik ve bulut haline geldik. Henüz küçük bir buluttuk. Baktık bizim gibi su buharı arkadaşlar yanımıza geliyor, sevindik. Onlar da su taneciği haline gelince büyüdük, büyüdük ve yüz binlerce su damlacığı birleştik. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başladık. "Eyvah" dedim "ben şimdi nereye düşeceğim. Bir denize mi? Toprağa mı? Yoksa asfaltlara düşüp arkadaşlarla birlikte sel mi olacağız? Sel olup dere yataklarında ev yapanların evini mi basacağız?"

Çok şükür ben bir evin camına düşüp tıklatmıştım yavaş yavaş. İçerideki yaşlı nineyi korkutmadan. Benim buhar olup evin camına düşüne kadar geçirdiğim süre sekiz günümü aldı. Bizim bulutun yarısı yere düşmesi de otuz dakika sürmüştü. Demek ki devamlı bize bulut eklense günlerce yağabilirdik. Dünyadaki su daima hareket halindedir. Su çevrimi milyonlarca yıldır devam ediyor, hayatın mevcudiyeti de buna dayanıyor. Bizsiz bir hayat olabilir mi?

Camdaki yaşlı ninenin asık yüzü birden canlandı. İnsanlar hep kendilerini düşünür. Bu su damlacıkları kim bilir kaç canlıya hayat verecek. Ürünlerimizi besleyecek. Ve bulutlara doğru çevirdi yüzünü. “Yavaş yavaş yağ, birden yağıp sel olma” diye içinden dua ettiğini duyar gibi oldum.

RİVAYET ÇOK GERÇEK YOK...!

Kelaynak ...................................................................

AB destekleri ve fonları belli kesimleri iyice yağmurlamağa başladığından bu yana... Aydın hesapları da aydınlık değil! Kimi ne gereği vardı şimdi bu lafların dedirtecek kimi delirtecek konularda ve mutlaka AB’nin doğrultusunda ve mutlaka bugüne gelene kadar alıştığımız değerlerin tam tersinde sonuçlar çıkaran konu ve sonuçları araştırıp duruyor pek çok ilim adamı!...Özgürlük sahnesinde hangi oyun sergileniyor dersiniz?.Kim neden karalanıyor böylesine sinsice ve inatla? Daha da bulanık kısım kimin ne kadar nemalandığı..İşte bugün ulaştığımız tabloyu yorumsuz sergileyen iki haber...Alt alta konunca üniversitenin iki yüzü. daha netleşmiyor mu?

YAYLAYA DESTEK 208

ANKARA- Milliyet-AKP'nin düzenlediği paneldeki konuşmasında, "Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder", "Neden her yerde bu adamın (Atatürk) fotoğrafları var diye soracaklar" sözleri nedeniyle Gazi Üniversitesi'ndeki görevine son verilen Yayla, akademisyenler tarafından desteklendi. 208 akademisyenin imzaladığı bildiride şöyle denildi:"Üniversite ifade özgürlüğüne saygı göstermeli. İfade özgürlüğü çağdaş uygarlığın temellerindendir. Düşüncenin özgürce ifade edilemediği üniversite düşünülemez. Öğretim üyeleri olarak özgürlükler adına Yayla'ya yönelik baskılara son verilmesini talep ediyoruz."

YAYLA’YA RED 329

Malatya- DHA-İnönü Üniversitesi'nden 48 profesör, 62 doçent, 86 yardımcı doçentle 133 araştırma görevlisi ve okutman, Atatürk ve Kemalizm’le ilgili sözleri nedeniyle Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla'yı kınadı. 329 imzalı bildiride "Mandacı zihniyet, ne yazık ki toplumun her kesiminden birtakım yurttaşlarımızı etkisi altına almaya başlamıştır.AB'den daha fazla nemalanabilmek adına, Atatürk'e ve kurduğu çağdaş cumhuriyetin kazanımlarına saldıranları kınıyor, Bu saldırıların hiçbir şekilde düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini kamuoyuna duyuruyoruz" denildi.

Sonuç basketbol maçı ise 329’a 208… Retçiler galip..Belki de olayın bütünü için REP’çiler demek daha doğru olabilir...Bu haberlerin her ikisi de bize gerçeği anlatmıyor...
Gerçek ikisinin ortasında ve ince bir yerde!


***KAMA...........................................................

Deli gibi sevmek....

Bugün benim ülkemde dürüst olanlar akıllı da olsalar zengin olamıyorlar
Diyelim ki bir mucize ile zengin oldular o zaman dürüst kalamıyorlar…
Zengin olmayı dürüstlük rayı içinde tutmak isteyenler ise bir türlü akıllanmıyorlar!
Belki de ben bu yüzden delileri deli gibi seviyorum.

............................................................................................

18 Aralık 2006

Konya usulü pazarlama tekniği

Sabah işe geldiniz, süper haberler ürettiniz, çok güzel fotoğraflar buldunuz, çok da güzel sayfalar yaptınız. Ve gazeteyi bastınız. Elinizde bakıp bakıp doyamayacağınız, oku oku bitiremeyeceğiniz bir ürün var diyelim. Peki bunu nasıl satacaksınız? İşte şimdi en önemli sorunla karşı karşıyasınız.
Gazeteler nasıl pazarlanır? Hiç bilmiyorum, zira pazarlama bizim işimiz değildi. Ama şunu biliyorum. İyi bir dağıtım, pazarlamanın en önemli ayağı.
Bize hep şunu söylerlerdi. “Ağzınızla kuş tutsanız zamanında okuyucunun eline ulaşmayan gazete sonunda satılmaz, iade ile size geri döner. Siz de SEKA fabrikasına –şimdi o da satıldı ya- gönderirsiniz, o güzelim gazete tekrar kağıt olur. Onun için yazı işlerinin tepesinde sallanan kılıç “erken dönme kılıcıdır”.
Bilgisayar çağından önce Ankara, Adana, İzmir’e uçakla matris yani sayfaların filmleri gönderilirdi. Genelde akşam üstü kalkan uçaklar tercih edilirdi. Bazen -bunu sır olarak veriyorum size sakın kimseye söylemeyin- gazeteyi hazırlamakta geç kalırsak, idareden biri havaalanına telefon eder, bomba ihbarı yapardı. Dolayısıyla uçakta bomba aranırken biz de filmleri yetiştirirdik.
Dağıtım erken olursa okuyucunun eline gazete erken ulaşırsa satış ta ona göre yüksek olur.
Tüm bunları yazarken bir pazarlama toplantısı aklıma geldi. Orada konuşulan pazarlama tekniklerini paylaşmak istedim sizinle.
Dünya gazetesinde zaman zaman bölge temsilcileri ile toplantılar yapılır. Dünya’nın satış felsefesi diğer gazetelere göre farklıdır. Abone sistemi yaygındır. Amaç kapınıza kadar gazetenizi getirmektir. Abonelerin büyük bir kısmı işyerleridir. Sistem oturmuştur. Abone sayısı zaman zaman 40 binlere ulaşmıştır. Bugünü bilmiyorum tabii.
Abone sistemi sonuçta pazarlama servisinin çok güçlü olmasını gerektirir. Bu nedenle bölge temsilcileri ile sık sık toplantılar yapılır. Pazarlama teknikleri tartışılır.

Dünya yöneticileri bölge toplantısında bölgenin sesini dinliyor.

Yine böyle bir toplantıdayız. Kürsüde yeni pazarlama müdüresi var. Bölgeden gelen arkadaşlara “pazarlama nasıl yapılmalı?” konusunda seminer veriyor. Onlara pazarlama tekniklerini anlatıyor. Yabancı kitaplardan örnekler veriyor. Herkes pür dikkat dinliyor. Sıra bölge temsilcilerinin abone sayısını arttırmada ne gibi teknikler kullandıklarına geliyor. Çoğu yöresinin özelliklerine göre pazarlama yaptığını anlatıyor. Bazıları abone parasını peşin alıyor, bazıları almıyor. Zira bölgesinde herkes birbirine güveniyor. Yani yeni deyimle insana “güvenmiyor musun bana “ diyen yok.Şöyle bir sonuç çıkıyor ortaya. Kitaplar güzel yazıyor yazıyor da bazı teknikler bizim kültürümüze uymuyor. Zira farklı bölgelerde farklı kültürler var ve bunlara merkezin belirlediği bir sistemi uygulamak mümkün değil.


Dünya'nın en iyi iş yapan temsilcileri üretim toplantısında.

Aslında bana göre pazarlama müdüresi tüm bölgeyi gezecek, tek tek kültürleri görecek ve ona göre her bölge için farklı bir pazarlama tekniği belirleyecek ve onu anlatacak.. Ama kazın ayağı pek böyle değildi. Merkezden yönetimin tipik örneği. Neyse.. Son olarak Konya temsilcisi söz istedi. Konya temsilcisi de Konya’da oturuyor ama aslen Karadenizli.
“Valla” diye söze başladı: “Tüm bu anlattığınız metotlar çok güzel. Bizim Konya’da bu pazarlama sistemi ile hiçbir abone yapamazsınız” ve nedenini şöyle anlattı: “Bakın benim öyle kapı kapı dolaşacak elemanım yok. Olsa da bir işe yaramaz. İşyerlerine uğra, ağabey abone olur musun de. Ya da git, hal hatır sor. Samimi ol. Ve işyerlerini de abone yap. Mümkün değil. Siz bu şekilde çalışırsanız aç kalırsınız bizim oralarda. Peki diye sordular. Sen bu kadar aboneyi nasıl yaptın? Ben ne mi yaptım? Basit bir yöntem benimkisi. Adamlarım cami imamları. İmamlar, sabah ezanından sonra camiye namaza gelenleri önce abone yapıyorlar, sonra abone olanlar her sabah gelip gazetelerini alıyor, namazını kılıyor ve işyerine gidiyor. Namaza gelmeyenlerin gazeteleri saklanıyor, ertesi sabah alıyor. Aslında iş yeri sahipleri sabah namazını kaçırmazlar. Gazetemize çıplak kadın fotoğrafı konulmaması da büyük avantaj. Sonunda imamda bu işten para kazanıyor. Biz de. Bana sadece merkezden sabah namazından önce gazeteyi ulaştırın yeter”.

Bölge temsilcileri ile toplantı sonundaki hatıra fotoğrafı.

Pazarlama müdüresi şaşkın. Ellerini iki yana açıp “Benden bu kadar”diyor ve havlu atıyor..Yorumu pazarlamacılara bırakıyorum.Ben sizlerle sadece, gazetede yeni işe başlayan bir pazarlama müdüresinin pazarlama tekniklerini öğreteceğim derken, kendisinin hayatın içinden gelen pazarlama tekniklerini nasıl öğrendiğini paylaşmak istedim. O kadar.

.........................
KAMA................................................................

YA DEVE EDİLENLER?

Dünyaya sergilediğimiz en akılda kalıcı ve şeffaf yanımız apronda kestiğimiz deve oldu...
En ileri teknoloji ile en eski köylü geleneği buluşuverdi...
Hazır yol açılmışken bir de deve edilenleri sergileyebilsek!
................................................................................................

Devenin notu:

Çok normal bir gezi için Darende’den yola çıktığımızı söylediler…Ben bu ülke için canını seve seve veren develerden biriyim..Feda olsun ama ağırıma giden şey şu oldu!Bana en yakınlarım 5 bin lira için ihanet etti…Başıma bir şey gelecek ama ne geldiğini öğrenin diye bu notu yazıyorum. Bizi neden dilinize doladınız:? Bir deve lafıdır gidiyor…Sabah programlarını pijama ile çıkanlarla sahte kadın peygamberler yetmiyor mu?

Erken seçim olsun mu dedik ki! Hışımla yok deve yok deve deyip duruyor herkes! Ben ve arkadaşlarımın bu denli aşağılanmayı hak ettiğini sanmıyorum… Bırakın Avrupa’yı –eninde sonunda bırakmak zorunda kalacaksınız ya ben şimdiden haber vereyim-şöhretim ve yarattığım izlenim ABD’nin en sevilen programlarına bile konu oldu…Avrupalılar gibi kötü yanını iyi iştir deyip öne çıkarmakla yetinmediler… Konuyu her yandan incelediler.
İşçi hakları açısından anlamadıkları konular da oldu tabii. Cumartesi günü Program sunucusu Türkiye’de, apronda kurban edilen deveden yani benden bahsetti.Yok yok sandığınız gibi değil..Neymiş o vahşet mahşet laflar.ı Gerilik merilik.Ne alakası var…

Çalışanlara ziyafet çekildiğimi normal bir tonla söylendi ama tepki sizin beklediğiniz yerden gelmedi. İşçi sendikaları ayağa kalktı… --Ne demek o…İşi zamanında bitirip hatta biraz da sarkıtıp ücretleri tam almak varken neden erken bitirdiler? O ülkede İşçi haklarını koruyacak kimse kalmadı mı? diye feryat ettiler. Şu Amerikalıların cehaleti beni üzüyor…
Onlara Türkiye’de işçi hakkını savunmanın deveye hendek atlatmaktan zor olduğunu bu nedenle bizim develeri yakalar yakalamaz hendek başında kestiğimizi ve meseleyi kökünden hallettiğimi söyledim ama anlamadılar…
Bizi anlamıyorlar işte….

16 Aralık 2006

ANTİGUA ….. Ve antika düşünceler!

Kelaynak yine huzurunuzda. Bu kez gurbetten yazıyor ve sitemize misafir olmaya devam ediyor:

ANTİGUA-Türk vatandaşı olmanın acımasız bir birikimi var... İnsanın zihnine nereye giderse gitsin ülkesinin çözemediği sorunları dolduruyor... Nasıl bir yerde olursanız olun sizi takip eden sinsi karamsarlık yakanızı bırakmıyor. Veya benim yakam daha kolay ele geliyor! Ne iş ise.... Öyle bir yer düşünün ki 365 günü yaz... Kasım, aralık ve ocak aylarının bizim mevsimlere ayırdığımız kar fırtına yağmur sel sepenek gibi zihnimize yerleştirdiğimiz görüntülere ve sabahtan akşama değişen hava durumları da onların yarattığı vukuatlar da yok burada... Sadece güneş var.


Bir ve ikinci fotoğraflar:Hayatlarını plajda gezerek ve gezdirerek kazanlar ayni daracık kum kıyısını parsellemişler.Yıl boyu. Hemen her satıcı orada .Kimi yelkenli kiralıyor kimi adayı dolaşmak için tekne kimi de dalış ekipmanı. Yaz kış yok. Bir gömlek ve şort tüm giyim masrafları bu. Hayat ne kadar ucuz siz hesaplayın!


Üç ve dördüncü fotoğraflar: Koyu yeşilin ince ince işlediği tepeler kuytu yerler kırmızıdan mıora değişik renkleri yansıtan bitkileri ile dikkatli gözleri şaşırtıyor. Toprağı görebilmek çok zor. Nereye bakarsanız bakın farklı bir yeşille çarpıcı bir çiçek sizi şaşırtıyor.

12 ayın bütün haftalarına yerleşmiş yılın tüm aylarını esir almış düz bir çizgi çizen mevsim arada bir vurup geçen kısa yağmurlarla kış geldi diyebiliyor. Aralık, ocak aylarında da boşuna korkutup iki damla göz yaşı ile pişman olan bulutlar var... Hepsi o kadar. Yoksa farklılık yok...Hava sıcaklığı aynı sıcaklık... 27 derece ile 30 derece arasında değişen bir yaz sıcağı... Hangi mevsim olursa olsun iklim değişmiyor...

Günlerin tümü kızgın güneş ve kum üzerine serilmiş meseleler halinde gelişiyor....Allahtan Türk mantığı ile düşünenlerin istilası buralara kadar ulaşmamış... Yoksa yok edilecek öyle yeşillikler, beton ile hemen doldurulması gereken öyle boşluklar var ki..
..!..................
İngilizler şeker kamışı kesmek için köle yaptıkları insanları Afrika’dan getirmişler bu adaya... Şu anda ada halkını oluşturanlar onlar... Ve sayıları da 65 bin kişi... Silivri’nin kış nüfusundan 15 bin kişi daha az! Adaya gelenlerden güçsüzler elenmiş, ölüp gitmişler iri kıyımlar kuvvetliler ayakta kalabilmiş... Yaşama şansını bulmuşlar. Bu bilgi nereden bulmuşlar bu iri zencileri sorumun da cevabı oldu...




Beş ve altıncı fotoğraflar: Antigua' nın önde gelen otellerinden biri Sandals... Aralık ve ocak ayının soğuğundan kaçanların 37 derece plaja koştuğu plaj otel. Tesisin katı bir de kuralı var. Tek başına ne erkek ve ne de kadın müşteri kabul etmiyor. Çiftlerin oteli. Başkaca bir çift söze gerek kalıyor mu?

Hizmet edenlerin suratları bin parça değil... Nedense tek parça!... O tek parçaya da bitmeyen bir gülücük yerleşmiş... Ada öyle küçük ki belki de bu nedenle buradakilerin yüzleri ancak tek parçayı taşıyabiliyor!. Gülücüğü...Gelecek endişesi var mı bu insanlarda diye düşünmekten kendimi alamıyorum... Şeker kamışı tarlasından turizm cennetine giden yolda bugün neler var? Bar görevlisi önce içeceklerimizi getirdi...

Sonra sohbetin can alacak yanına girdik...Antıgua 1981 yılında bağımsızlığını kazandı... Bunu anlatırken otel görevlisinin gözlerindeki parlaklık görülecek şeydi..Ve ekledi

--Yarın benim izin günüm.. Ve doğum günüm.. Ve bağımsızlığımızı kazanmanın 25 inci yıldönümü... Başka bir istediğin varsa söyleyin.. Bugün erken çıkıyorum...


70 milyonluk bir ülkenin vatandaşı olarak yüzüme aynı gülücüğü yerleştiremiyorum... Şakaklarım çekiyor... Yüzüm doğal olmayan bir zorlamaya tabi olmanın hıncını çıkarır gibi sarkıyor... Asılıyor...Kulaklarım hala ülkemde... Yağmurda çamurda hız yapanlar... Katliam gibi kazalar... AB borazancılarının büyüttüğü hayaller ve içine itildiğimiz karamsarlık...Giderek artan aşağılama salgını... Antigua’nın 365 gün asla vazgeçmeyen ve asla kaybolmayan güneşi sadece yüzümü yaksa ne iyiolacak!.. İçimdeki sızı yürek yanığı değil mi?Yeşil içindeki tur sıcaklığı yok etmiyor ki....

Koyunlar serbestçe dolaşıyorlar... İneklere dokunan yok... Ada içinde belli bir alan her zaman sakin... Her zaman ağaçlar ve yeşil önde kalabilmiş... Korunmuş... Beni korkutan bizim alışkanlığımız olmalı...Sağdan işleyen trafik ne kadar bağımsız olsalar da İngiliz bağlarını gösteriyor... Yolda karşıdan gelen araçlar üzerinize çıkacak gibi... Korkumu geri getiren simgeler yok olmuyor...

* AB görüşmeleri askıya alacak... Çok da umurum da... Neyi yoluna koydu ki bunu askıya alacak? İstenmemezlik yeni bir tablo mu? Onlar hep istemediler... Biz hep duymazlıktan anlamamızlıktan gelmedik mi?

* Kıbrıs AB ile ilişkilidir diyen biz değil miyiz? Başbakan bir adım önde olacağız demedi mi? Kazan kazan diyen kim di? Kazan dedikten sonra imzayı basıp kaybetmedik mi.? Kazan kazanın kuyusunu kim kazdı? Ve biz gerçekten ne zaman kazanacağız?Mevsim Antugua mevsimi değil ki... Aynen sürsün... Kazanamadan AB kazanında yanacağız!

....................

--Yüzün iyice yanmış senin... Çok mu güneşte kaldın?

--Gizlice olmuştur... Ben farkına varamadım.

........................

Mutlu olma becerisi bu kadar zor mu? 65 bin kişilik ve 25 yıllık bir mini devletten 70 milyonluk tarihin derinliklerine inmiş imparatorluk kurmuş bir ulus mensubuna ....Yüzüm kızardı.... Antigua güneşi yaktı herhalde!

................................................................................

Sevgili PUNTO culara,

Tehlikeli bir tanışma oldu... Kelaynak’ın gri siyah görüş alanına sizin ilginizin saçtığı ışık heyecan verdi...İşin tehlikesi yakanızdan düşmeyebileceğim ihtimalidir.Daha da büyük tehlike her seferinde yazdıklarımın ayni etkiyi yaratmama ihtimalidir.Zira ilk yazının yarısını Orhan Pamuk havası yarattı...Gerçi ben pamuk gibi konulardan değil, daha keskin acılardan bahsedebilirim...Sağolun...Bana cesaret verdiniz...
...............................................................................
***KAMA.........

Başbakan Cumhurbaşkanı dahil erken seçim sözünü gündeme getirenleri tanımladı...
İki koyunu güdemeyenler.
Akla gelen ve asla sorulmayan soru şu galiba...
Ya sen..Ülke mi yönetiyor, koyun mu güdüyorsun?

..................................................................................

14 Aralık 2006

Babamın davulu

Çoğunuzun görmediği, bilmediği bir gazete vardır. Bizim Gazete. Adı üstünde "Bizim Gazete" Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin çıkardığı günlük gazetedir. İçinde çok değerli gazetecilerin yazıları yayınlanır. Yeni nesil gazeteciler burunlarını kıvırıp bakarlar bu gazeteye. Küçümserler.
O sayfaların içinde bilgi, tecrübe ve ders çıkarılacak bir çok anı vardır.
Bizim Gazete’de yıllardır Kelaynak imzası ile çok güzel yazılar yazan bir ağabeyimizin satırlarını zaman zaman sizlerle paylaşmak istiyorum. İşte bu haftaki yazısı:
......................................................................
DALLAS-Gurbette belli kanalları seyrettiğim için olacak birine takılınca sonuna kadar sabretme becerisini göstermek zorunda kalıyorum…Çat diye bir başka Türk kanalını bulma şansım da yok...Kim ne derse desin Nobeli kazanan bir Orhan Pamuk'u seyrederken mutlu olmamak ve Babamın bavulu konuşmasından etkilenmemek mümkün mü? Konuşma bende de, sanırım dinleyenlerde de babaların hatırlanmasına yol açtı... Ben de bu tablo ile babamı hatırladım ama mutluluğumu önemli bir eksiklik acı bir şekilde gölgeledi… Benim babamın bavulu yoktu.!
İstanbulda da doğup büyümemişti. Bunalıma girdiği zaman ne yapardı asla öğrenemedim… Ama çok iyi bildiğim şey, Paris’e kadar gidip boş defter dolduramayacağı gerçeği idi. O da bunalımlı günlerinde evden kaçmıştı ama Artvin dağlarında yol yapımında çavuş olarak çalışmış, öğretmen okuluna kaydını yaptıracak parayı biriktirmeyi başarmıştı… Orhan Pamuk’u kıskanamaz mıyım? Ben de babamın anlatabileceğim bir şeyini hatırlamak istedim….
....................
Çok sıkıldığımı ona anlatamazdım… 1947’li yıllarda, köyümüze sadece sabahları tek otobüsün geldiği dönemde bana opera dinletirdi… Her zaman kolunu çevirmeyi sevdiğim büyük gramafonumuzda Verdi’nin nerede ise tüm operalarını dinlemiştim. Önce sıkılarak, sonra merak ederek, daha sonraları da babam konularını anlattığı için anlayarak dinlemeğe başladığım bu çok sesli müzik belli bir zaman sonunda gözlerimi kapayıp inanılmaz renk cümbüşüne dönen hayallerime eşlik eder hale geldi. Tek sesli kültürümüzün eksikliğini anlatırken de uyumu öne alırdı babam…
Orhan Pamuk kendi başarısını görmesi için ne kadar içtenlikle “keşke babam burada olsaydı” dediği zaman yüreğimde o baba özlemini ve sıcaklığını duydum … Ve ben tam aksi bir dilekte bulundum… İyi ki babam bu günleri görmedi dedim…
.......................

Babamın zihnimde yer eden ve zaman zaman açmağa çekindiğim çok seslilik üzerindeki nasihatlerini üst üste yerleştirdiği zihin bavulunu korkarak açtım… Babam kültürümüzde yer etmiş tek sesliliği yenmemiz gerektiğini sık sık vurguluyor, bizim kullandığımız fikrini açıklama işinin bir senfoni uyumu içinde değerlendirmediğimizi tekrarlıyordu… Ve bunun giderek kakafoniye döndüğünü söylüyordu… Tek seslerin çoğu zaman kuvvet kazanarak güçlendiğini, karşı fikirleri gördüğü anlarında kavgaya çekişmeye döndüğünden rahatsız oluyordu. Bu tek sesi duymak tek ses olmak özlemiydi… Oysa olması gereken çok seslilik içinde uyumun, seslerin ayrı ayrı çıksalar da birleştikleri zaman daha başka bir melodi olacağı gerçeğidir diyordu… Ve ekliyordu… Demokrasinin temeline konacak harcın sağlam olması için belli eğitimin de tamamlanması şarttır. Ülkenin önündeki en önemli iş, eğitimi yaymaktan ve çok sesliliği kavramaktan geçer.
.......................
Başbakanımızın meydan okumasından devletin hemen her kurumu nasibini alıyor… Hükümet olmakla devlet yönetmek arasındaki fark içteki tek seslilik alışkanlığının armoni fukaralığından kaynaklanıyor… Hazımsızlık nerelere kadar ulaştı dersiniz?
Dışa dönük dağınık ve kakafonik ses, içe dönük davul tokmağını aratmayacak hırçın vuruşlar olgunluğun mu işareti?… Koyun ve çobanın kurban edildiği tartışma yıllardır en önde gitmiyor mu?
Önce Genel Kurmay Başkanı'nın biraz da başkalaştırılmış Kıbrıs konusunda bilgilendirilmedik çıkışı, Cumhurbaşkanı'nın haberimiz yok açıklaması ardından erken seçim önerisi ve gelen aşırı tepki neyin resmidir? İçteki kakafoni artıyor. Dışta ise AB yolundaki zorluklar, keskin dönemeçler, cezalandırmalar ve haksızlıklar bizi giderek daha çok bir olma, değişik seslerden bir milli senfoni yaratma zorunda bırakmıyor mu? AB yolunda Kıbrıs’ın engel olması diğer engelleri örtmeyecek. Giderek daha zor anlar bizi bekliyor…
Bırakalım mı? Hayır… Daha açık ve gerçekçi olalım yeter… Hiç olmazsa dışa karşı birbirimizi dinleyelim, anlayalım… Formül gene çok seslilikte… Aykırı gibi gelen sesleri dinleme alışkanlığımız olsa onları birleştirip bir senfoni yapacak kadar becerikli değil miyiz?... Çok sesten kakafoni değil, senfoni yapmağa mecburuz..
.......................

Babamın zihnimde yer eden ve zaman zaman açmağa çekindiğim çok seslilik üzerindeki nasihatlerini üst üste yerleştirdiği zihin bavulunu kimseyi uyandırmadan olduğu yere bıraktım… Ülkemdeki bitmez eksilmez çekişmeyi demokrasi deyip geçen, padişah olup koltuğa kurulan tavrı, karalamayı, yaralamayı, aşağılamayı, tehdidi düşündüm… Aynı fikri ömrü boyu durmadan, bıkmadan tekrar etti babam. Uzaktan da yakından da hoş gelmeyen bir davulun sesi olarak orta yerde kalakaldı cümlesi… Babam haklıydı, ama ne yazık ki bugün de tek ses ve kakafoni hakim her şeye. Usulca bavulunu zihnimin derinliğinde aynı köşeye koyarken, kendime de teselli çıkaracak bir cümle buldum…
Babam iyi ki bugünleri görmedi.

11 Aralık 2006

Gazeteler dilimize ne kadar saygılı?

Gazeteler, bir milletin sesini duyurmak ve kendi bireyleri arasında fikir alışverişini kolaylaştırmak için kullanılan en iyi iletişim araçlarından biridir. Bu iletişim kurulurken ortak fikir birliğini sağlayacak olan da “dil”dir. Dilimizin geçmişi M.Ö 3000 yıllarına kadar gidiyor. Düşünün o yıllardan bugüne kadar sayısız kültürlerin etkisi kalmış. XII yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsça’dan, XIX yüzyıldan sonra Fransızca’dan , II. Dünya savaşıyla birlikte Avrupa’ya açılan Amerika’nın kültür çıkartmasından sonra İngilizce’den ve aşırı öz Türkçe çalışmalarından da nasibini almış dilimiz. Bunlara ilaveten Anadolu'dan binlerce yıldır gelip geçen yabancı kültürlerin bıraktığı kelimeler de yerleşmiş dilimize. Şimdi nereden çıktı bu dil meselesi diyeceksiniz. Anlatayım: Medya “halkın sesi” olarak Türkçe’yi iyi kullanıyor mu? Bu soruya evet demek ne yazık ki çok zor.

ÖĞRENCİNİN CEVABI

Eşim Türkçe öğretmeni. O anlatmıştı. Bir öğrencisi yazılısında özel isimleri büyük harfle yazmamış. Baş harfleri küçük harflerle yazmış. Eşim sormuş “Oğlum. Bunu ilkokulda öğrenmen gerekirdi. Neden bu yanlışı yaptın”. Çocuğun cevabını öğrenince hiç şaşırmayacaksınız. “Hocam, ben spora meraklıyım. Bir gazetenin spor sayfasında haber imzalarında, isimler küçük harfle başlıyor. Gazeteler doğrusunu yazdığına göre demek baş harfler küçük olacak”. “Tamam” diyor eşim. “Notunu kırmıyorum ama sen sakın bir daha gazeteleri örnek alma”. Bir gazeteci olarak bu ayıp da bize yeter değil mi?

O yıllarda Milliyet’te çalışıyordum. Spor servisine bir haller gelmiş, görsellik adı altında isimler küçük harfle başlar olmuştu. Onlarda bize kitap imzalarını örnek olarak göstermişlerdi. Biz de “kitap yazan biri ferdi olarak bunu yapabilir. O, onun bakış açısı. Siz gazetede bunu yapamazsınız. Kitabı örnek almayanlar gazeteleri örnek alabilirler. Zira gazeteler Türkçe’yi iyi kullanmak zorundadır” diye ısrar etmiştik. Sonunda vazgeçmişlerdi.

GAZETE SÜTUNLARI YANLIŞ KAYNIYOR

Yapılan bir araştırmaya göre, günlük haberlerde 2000 ila 3500 arası kelime kullanılmaktadır. Acaba bunların kaçta kaçı halkın diline uygun ve yaşayan Türkçe’nin malıdır? Hiç düşündünüz mü?
Gazete sütunları, Türkçe’nin iyi kullanılmamasından doğan yanlışlarla doludur. Bu sürecin yaşanmasında, okullardaki eğitimlerde Türkçe’ye gerekli önemin verilmemesi yattığı gibi, biz gazetecilerin kendimizi eğitmememizin, Türkçe’ye gerekli özeni göstermeyen adamsendeciliğimizin de rolünün büyük olduğuna inanıyorum.
Gazetelerin sayfalarında nereye baksanız bir yazarla karşılaşıyorsunuz artık. Köşe yazarı bolluğu yaşanan şu günlerde, bu köşe yazarlarının kullandıkları dillerine ne derece hakim oldukları da tartışılacak bir gerçektir. Bazı köşe yazarları elbette bu saptamanın dışındadır.
Biliyorsunuz gazetelerde eski deyimle “musahhih”, yeni deyimi ile düzeltmenler çalışırdı. Bu servise, Edebiyat Fakültesi mezunu gençler alınırdı. Çok tecrübeli düzeltmenlerden imla hataları, deyim hataları, cümle kurgularındaki hatalar kaçmazdı.
Sonra nereden geldiği bilinmeyen bir kararla bu servisler kaldırıldı. Düzeltme işleri, editörlere yıkıldı. Bazı gazeteler sadece yazarların yazılarını düzelten düzeltmenleri çalıştırdı.
Siz bilmezsiniz yazarlarımızın imla hatalarını.
Örnek mi? İşte size iki taze bir örnek.
Herkesin tanıdığı, her konuda uzman ağabeyimiz Hıncal Uluç. 7. 11.2006 tarihli yazısında birkaç yerde “gurup” kelimesini kullanmış. Koç topluluğundan bahsederken. Bir çok yerde görüyorum bu kelimenin yanlış kullanılmasını.


Hıncal Uluç ben yazdım doğrudur havasında yanlışta israr ediyor.

Diyeceksiniz ki ne olacak? Şu oluyor. Biri yanlış yapıyor, öbürü ona bakıyor ve kelime dile yerleşiyor ve yanlış devam ediyor. Peki o zaman o güzelim güneşin batışını neyle anlatacaksınız. Arada bir “u” harfi var. Bunu doğru kullanmak çok mu zor?

YANLIŞTA İSRAR EDEN YAZARLAR

Milliyet’te çalışırken sevgili yazar arkadaşımız Yalçın Doğan bu iki kelimeyi hep karıştırırdı. Laf aramızda şimdi de karıştırıyor. Aslında karıştırmıyor. Öyledir diyor. Baskı öncesi yazısını okurken “gurup”ları düzeltirdim. Bir iki düzelttim. Baktım, gazetede çıkan yazısını okumuyor. O yanlış yapıyor, ben düzeltiyorum. O yanlış yazıyor ben düzeltiyorum. Sonunda dayanamadım; “Sen hiçbir yerden güneşin batışını seyretmedin mi? diye sordum. “Ne denir peki ona” dedim. “Gurup” dedi. “Bak işte” dedim. Ona “gurup”denir, Arapça’dan gelme bir kelimedir, topluluklara ise “grup” denir. Fransızca’dan gelmedir. “Tamam, tamam” dedi. Sonra ne mi oldu? Bugün Hürriyet’te yazıyor. Bazen okuyorum yazılarını. Yine aynı hata devam ediyor. Huylu huyundan vazgeçmemiş. Yazılarında yine bizim “grup” oluyor “gurup”.

Yalçın Doğan yıllardır "grup" kelimesi yerine "gurup" kullanıyor.

Elimizde eski hocaların uzun değnekleri yok ki patlatalım parmağına sopayı bak bir daha yanlış yapıyor mu? Hayır. Sonuçta o “gurup” yazınca bir diğeri görüyor, “ha diyor demek böyle yazılıyor. Araştırma sorma öğrenme yok zaten kimsede. Ve böylece bir hatalı kullanış dilimize yerleşiyor. Kök salıyor. Düzelt düzeltebilirsen.

DİL SÜRÜP GİDEN BİR EYLEM OLMALI

Kültür ve dil belli bir sürenin ürünü değil, bana göre sürüp giden bir eylem olmalıdır. Bu eylemi sürdürmenin yolu da gazete ve televizyon gibi tüm halkın kültürünü bir günde yönlendirebilen kitlesel iletişim araçlarının kendi kendini oto kontrolüyle mümkündür. Gazete ve televizyon çalışanları işe alınırken hangi fakülte mezunu oldukları veya kaç yabancı dil bildikleri sorulurken, Türkçe'yi iyi kullanıp kullanmadıkları da artık iyice incelenmelidir. Hatta küçük bir sınavdan bile geçirilmelidir. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözünde ve dilde harflerde ulusallık diye ısrar etmesindeki amaç, kimliğinden uzaklaşmış bir toplumu yeniden var etmek ve yüzyıllarca ezik yaşamaya mahkum edilmiş insanımıza kendine güveni aşılamak ve onları tek kültür altında toplayarak parçalanmalarını önlemekti. Bugün yabancı isimlerle ilave çıkaran gazeteler, yabancı isimli televizyonlar, yabancı isim kullanarak mallarının daha çok satacağına inanan işletmeler, internetteki dil bozukluklarına göz yumanlar, bir gün doğru konuşamayan, doğru yazamayan, yani duygularını ve düşüncelerini doğru açıklayamayan, okumayan, hangi kültürün insanı olduğunda tereddüt eden gençleri karşılarında bulduklarında şaşırmasınlar. Gazetelerin televizyonların da bu gerçekte payları olduğunu unutmasınlar.

9 Aralık 2006

Medyadaki vefasızlıklar

Otuz beş yıllık meslek hayatımda içimi burkan çok olay olmuştur. İşten çıkarılan arkadaşların vedalarındaki üzüntümü yıllar boyu unutamıyorum. Biz toplum olarak neden insana değer vermeyiz bunu anlamış değilim. Bir insan bir ay bile bir yerde çalışsa, ve o işyerinden çıkarılsa bile verdiği emeğin hiç mi değeri yoktur? Bu anımı aslında yazmak istemiyordum. Hatta konuyu eşime açtığımda “sen mi düzelteceksin bu anlayışı” dedi, kestirip attı. Yıllarca kafamızı kuma sokup çalıştık. Hep böyle çalışılması gerekiyor diye düşündük. Ben gazetede işe başladığımda büyüklerimiz “bak buraya sabah girersin. Ama ne zaman çıkacağın belli değildir” demişlerdi. Gerçekten de öyleymiş. Akşam ne zaman çıkacağımız hiçbir zaman belli olmadı. Bazen gece de kaldık. Bunları neden hatırladım. Bir karşılaştırma yapmak istiyorum. 5 ayrı gazetede çalıştım. 7 yıl çalıştığım bir gazetede 4 genel yayın müdürü gördüm. Yönetime gelen her genel yayın müdürü mutlaka birilerini çıkarırdı, birilerini işe alırdı. Şimdi böyle mi bilemiyorum.

EN ÇOK ÜZÜLDÜĞÜM AN

Bir çok arkadaşımın işten çıkarılmasına üzüldüm ama biri var ki yüreğimi derinden yaralamıştı. Zira vefasızlığın tipik örneğiydi. Onu sizlerle paylaşmak istedim. Beraber çalıştığım arkadaş, o gazetede 10 yıldır çalışıyordu ve önemli başarılara imza atmıştı. Sadece Birinci Körfez Savaşı sırasında yazı işlerinden bir yönetici ile iş konusunda tartışmıştı. Gel zaman git zaman bu yazı işlerindeki arkadaş, genel yayın müdürü oldu. Bugün büyük gazetenin birinde yazıyor. Neyse. Arkadaşım, bu kişinin genel yayın müdürü olduğunu öğrenince “beni mutlaka işten çıkarır” diye endişelendi. “Olur mu öyle şey” diye itiraz ettiğimi hatırlıyorum. 10 -15 gün geçti. Bir sabah gazeteye gittim. Arkadaşla yana yana çalışıyoruz. Öğlene doğru telefon çaldı. Ben açtım. O arkadaşı istiyordu idareden biri. Telefonu uzattım. “Seni idareden arıyorlar” dedim. Yüzü kireç gibi oldu. “Alo” dedi.. Dinledi, telefonu kapattı, bana döndü “biraz sonra gelirim” dedi. Yarım saat sonra yazı işlerine bakan ofis boy tepemde dikildi: “Abi seni dışarıdan çağırıyorlar”. Dışarı çıktım. Arkadaşım gazetenin içindeki taşıyıcı sütunlardan birinin arkasına gizlenmiş. Yanına gittim. “Ne oldu” dedim. “Kimseye söyleme. Ben gidiyorum. Çıkışımı verdiler”.


Fotoğrafın konuyla ilgisi yok ama güzellik güzelliktir.
Kaynar sular döküldü bir anda başımdan aşağı. Müesseseye gecesini gündüzünü vermiş biri, böyle mi işten çıkarılırdı?
Çıkış o çıkış. Sanki gazeteyi batırmış da yerin dibine geçmiş gibi vedalaşmadan kaçıp gitmişti.
Bizim sektörde bu tip işten çıkarılanları duymuştuk. Bazılarının giriş kartını iptal etmişler, işe geldiğinde kapıdan giremeyince ne oluyor diye sormuş, işten çıkarıldığını öğrenmişti.
Üst düzey yöneticilerinden bazılarının da evine adam gönderip altlarındaki gazete arabalarını almışlardı. Ama en yakın arkadaşıma yapılan bana göre haksızlıktı, vefasızlıktı.

AMERİKALILAR ÇOK MU AKILLI?

Bir de beğenmediğimiz Amerikalılara bakalım. Bakalım da neden dünyaya hakim olduklarını, neden insanların Amerikan şirketlerinde çalışmak için yarıştıklarını görelim.
Eşim bir yabancı okulda öğretmen. Yıl sonları bir yemekleri vardır. Bizi de davet ederler. Ayıp olmasın diye gideriz.
İlk yemekte şaşırmıştım. Bir tören yapılıyordu, önce anlamadım. Eşime sordum. İşten ayrılanlar, ya da çıkarılanlarla ilgili bir törenmiş. Hangi bölümden biri çıkarılıyorsa ya da işten ayrılıyorsa o bölümün çalışanları mikrofonu alıyor eline, bir methediyor bir methediyor çıkarılanı şaşarsınız. İnsan neden çıkarıldı peki diye sormadan edemiyor. Ayrılan da mikrofonu alıyor eline, okulu, arkadaşlarını yağlıyor, yıkıyor. Hediyeler veriliyor. Ağlamalar, sarılmalar, öpüşmeler.
İlk törende bunları görünce eşime dönüp sormuştum: Ne kadar çok seviyorlarmış birbirlerini..
Eşim gülmüş, ne sevmesi, ellerinden gelse birbirlerini boğacaklar. Ama bu görüntüyü vermek Amerikalıların özelliği. Her şeye rağmen madem ki bu okula belirli bir süre hizmet vermiş, kişisel hırçınlıkları orada bırakıyorlar. Yağlayıp yıkayıp gönderiyorlar. Bunda kendilerini beğenmişliğin de rolü var. Zira bu okulda çalışan başarısız olamaz diye düşünüyorlar. Kişisel kırgınlıklarını rafa kaldırıyorlar. Ayrıca okul hakkında kimsenin kötü propaganda yapmasını da istemiyorlar.”
Biz de bunu yapamaz mıyız?
Belki bazı şirketlerimizde bu tarz düşünce vardır; ama medyamızda kişisel kinler, kıskançlıklar, başarıyı paylaşamama hâlâ ön planda.

6 Aralık 2006

Beyaz sinek haberinden çıkan ders


Çok şükür, Hürriyet’te Nezih Demirkent döneminde çalıştım. Ne patron baskısı vardı, ne de tiraj kavgaları. Nezih Demirkent gazeteciliğin gazeteciliğini yapıyordu. …Ve Hürriyet Hürriyet’ti.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra sıkıntılı günler geçiren Hürriyet’te dedikodular ayyuka çıkmıştı. Nezih Demirkent görevden alınacaktı. Biz bu dedikodulara aldırmıyorduk ama ateş olmayan yerden duman da çıkmazdı.
Nezih Ağabey, tüm bu olumsuzlara rağmen işini yapıyordu. Bölge gazeteleri fikrini inanıyordu. İzmir’de çıkarılan bölge ilavesi tutmuştu. Zira büyük şehirlerdeki yerel gazeteler güçlenmiş, İstanbul merkezli gazetelerin tirajlarında ciddi düşüşler olmuştu. Bölge ilaveleri yerel gazetelerle rekabet edebilirdi.
Nezih Ağabey yazı işlerinde iş bölümü yapmış, bölgelerin sorumluluğunu bana vermişti. İzmir’den sonra Bursa’da da bölge ilavesi çıkardık. Sıra Adana’ya gelmişti.
Bir gün Nezih ağabey odasına çağırdı beni “Hadi bakalım” dedi. “Adana’nın yolları taştan. Hazırlan Adana’ya gidiyorsun. Yanına Birini al. Haber ajansı da sana yardım edecek. Yarın yola çık. 10 gün sonra ilaveyi masamda istiyorum”.
Emir demiri keserdi. Apar topar hazırlandım ve otomobille yola çıktım. Kasım ayıydı. Yollar felaketti. Zar zor Gülek Boğazı’nı geçip Adana’ya vardık. İlk defa gidiyordum.
Ertesi sabah matbaadaydım. Öğlen oldu. Uzun yıllar Hürriyet’in Adana temsilciliğini yapan İskender Ayvalık koluma yapıştı. “ Kebapçıya gidiyoruz öğlen yemeği için. Adana’nın kebabını yemeden işe başlamak yok”dedi.” Peki” dedim. O zamanın meşhur kebapçısı Onbaşılar’a gittik. Masaya oturduğumda alışkanlıktır ya etrafı bir kolaçan eder insan. Bir şey dikkatimi çekti. Çekmeyecek gibi değildi zaten. Pencerelerin içlerine sineklikler konmuştu. Tüm pencerelerde sineklik vardı. “İskender” dedim, “çok mu sinek var Adana’da. Bu sineklikler de neyin nesi?” Cahilliğime güldü. “Evet sinek için bunlar ama beyaz sinek için” dedi. “Yahu dedim, sinekler Adana’da ihtiyarladı mı?. Beyaz sinek de nereden çıktı”. Şöyle bir süzdü beni “Siz İstanbullular nereden bileceksiniz beyaz sineği. Bu sinek pamuğun baş düşmanıdır. Gözle görünmez. Onun için özellikle kebapçılarda sineklik vardır”.
Beyaz sinek kafama takılmıştı. O zaman ne internet var ne yahoo ne de google Adana’nın belalısı nasıl bir şeydi acaba?
Çıkaracağımız ilave için İstanbul’dan haber yapması için Kamil Başaran’da gelmiş, Adana’da çeşitli röportajlar yaparak ilaveye malzeme topluyordu.( Bazılarınız belki hatırlar. Galata Köprüsü’nde işyeri olan bir lokantacı, aleyhine yazı yazdı diye Gazete Gazetesi’nin yazı işlerine kadar girerek Kamil Başaran’a ateş edip öldürmüştü. Rahmetliyi bir kez daha anıyorum.)
“Kamil” dedim. “Sen de gazeteci isen bana beyaz sineğin fotoğrafını getirirsin”. Şaka yollu söylemiştim bunu tabii. Görünmeyen sineğin nereden fotoğrafını çekecekti. Bir şey söylemedi.
Haberler toplandı, bir hayli ilan alındı. Adana’da özellikle basın camiasında heyecan doruktaydı. “Hürriyet 01” doğacaktı.
Bizde heyecanlıydık. Zira Adana gazetelerin en az satıldığı bir şehirdi. İlave tutacak mıydı?
Yoğun bir şekilde çalışırken Kamil elinde bir diya ile çıkageldi. “Ne o” dedim. “Nedir elindeki”. Kıs kıs gülüyordu. “İşte Ağabey, beyaz sineğin fotoğrafı”.
Şaşırmıştım. Şöyle ışığa doğru tuttum, pek bir şey anlamadım. Camlı masaya koydum, bizim tabirimizle Lupla sizin anlayacağınız büyüteçle diyaya baktım. Baykuşu andıran bir böcek.
“Nereden buldun bunu” diye sordum düşünmeden. “Biliyorsun ağabey gazeteciye haberin kaynağı sorulmaz”. “Olur mu öyle şey. Koymam bunu nereden aldığını söylemezsen” dedim. “Çukurova Üniversite’si arşivinden ağabey” dedi. “İzin verdiler mi yayınlanması için” diye sordum. “Yayınlanmasını istiyorlar ama diyayı arşivlerinden çıkarmıyorlardı. Birilerini ayarladım, aldım. Hemen renk ayırımı yaparsanız akşam üstü yerine teslim ederim”.
Kaçırır mıyız hemen renk ayırımı yapıldı. Diya yerine ulaştırıldı. Beyaz sinek
hakkında da bilgi getirmişti. Bu böcek krem renginde, 1mm boyunda küçük bir sinekti. Pamuk yapraklarının alt tarafındaki genç nesil yaprağının öz suyunu emiyor ve kurutuyordu.
Biz de tüm hazırlıklarımızı bozup ilavenin ilk sayfasına “İşte Adana canavarı” başlığı altında boydan boya beyaz sineğin fotoğrafını yerleştirdik.
EEEE. Diyorsunuz ne özelliği var bu anının değil mi?
Esas iş bundan sonra başlıyor.
Heyecanımız doruktaydı. Baskı günü geldi çattı. Bir ara Nezih bey seni arıyor dediler. Telefona gittim. “Alo” demeden Nezih ağabey “Ne yaptın ilaveyi. Birinci sayfada neler var” diye sordu. Ben de bir şeyler becermenin gururu içinde “beyaz sinekle ilgili haber var ağabey” dedim. Dedim ve hayatımın en ağır fırçasını yedim. Bu fırçalar izninizle benim hafızamda kalsın. Son cümlesi “Bırak hayvanları da, insanları koy ilaveye insanları” oldu.Şaşırmıştım. Çok güzel bir şey yakaladığımızı sanırken, tüm hayallerim altüst olmuştu. Ne yapacaktım şimdi. Bende renk menk kalmamış ki İskender Ayvalık “ne oldu”? Diye sordu. Sonra güldü. “Aldırma yahu biz bu fırçaları her gün yiyoruz” dedi.Fırça önemli değildi. Önemli olan haberi kullanmaktı.Üzerinize afiyet biraz Karadenizli inadı vardır bende. Ne olursa olsun beyaz sineği kullanacağım dedim kendi kendime. Mesleği Nezih Bey’den öğrenmiştim. Bana hak vermeli dedim. Çok çoğu kovarlar bizi. Olur biter.Ben yine bildiğimi yaptım. Tam sayfa beyaz sinekli sayfayı kullandık ve bastık. Ertesi gün merak içinde tepkileri bekledik. 2 saat içinde Adana içinde ilaveli gazete bitmişti. Bu bize yeterdi. Birkaç gün sonra zorlu bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndüm. Ertesi gün çekine çekine gazeteye gittim. Yazı işlerine girdim. “Hoş geldin”, Şalgam suyu getirdin mi? gibi klasik soruların dışında bir önemli bir durum yok gibi görünüyordu. 5 dakika sonra sekreter hanım Nezih Bey’in beni beklediğini haber verdi. Kapıyı tıklatıp içeri girdim.Nezih ağabey göz ucuyla bana şöyle bir baktı, “gel otur” dedi. Çekine çekine masasının önündeki koltuğa iliştim. Masanın üstünde “Adana 01 ilavesi” ve tabii kocaman fotoğrafı ile beyaz sinek duruyordu.“İyi iş çıkarmışsın” dedi. “Adana’dan biraz önce vali, belediye başkanı aradı. İlaveyi çok beğenmişler. Tüm okullarda sınıflara asılmış. Hemen de tükenmiş”.Çok sevinmiştim bir anda. Kovulma cümlelerini beklerken, iltifatla karşılaşmam şaşırtmıştı beni. Üstelik hiçbir şeyi beğenmeyen Nezih Bey’den geliyordu bu iltifatlar.Nezih Ağabey devam etti. “Bak” dedi. “Biz İstanbul’da oturmuş, ülkeyi idare ediyoruz. Bunun ne kadar yanlış olduğunu bize gösterdin. Her şeyi yerinden görüp öğrenmek gerekiyormuş”.Adana’nın sıkıntılarını sordu. Anlattım, not aldı.Biliyorsunuz, Nezih Bey Hürriyet’ten ayrıldıktan sonra kıdem tazminatı olarak Hürriyet bünyesindeki Dünya gazetesi’ni aldı. Sonra Dünya’yı yoktan var etti. Ekonomi gazetesi olarak bugünlere getirdi.Meslek hayatımın son yıllarını onunla çalışarak geçirdim. Ölene kadar beraberdik.Dünya’da bir ilki başlattı. Bölge toplantılarını. Uzmanlarla birlikte tüm şehirleri gezdi. Oralarda toplantılar yaptı. Dertlerini dinledi, bu dertleri gazetesine taşıdı. Bir gün bana “o beyaz sineği hatırlıyor musun. İşte ben Anadolu’yu bu beyaz sinek sayesinde tanıdım” Dedi. Bugün Dünya gazetesini ayakta tutan Anadolu’nun Dünya’ya duyduğu güvendir. Zira onların ayaklarına kadar gelen Dünya, onların eli ayağı, dert ortağı olmuştur. Bazı gazetelerin düzenlediği bölge toplantıları, taklit olduğu için tutmamıştır, tutması da zordur.Nezih Ağabey’i bu sanal ortamda rahmetle anıyorum.

4 Aralık 2006

Ver ilanı, gerisini düşünme

Biliyorsunuz ürettiğiniz bir malı, bir hizmeti pazarlayabilmek için tanıtıma ihtiyacınız vardır. Tanıtımı neyle yapacaksınız? Bu konuda bir çok yöntem var.
Örneğin Selçuk Üniversitesi’nden Prof.Dr. Mahmut Tekin’in Karaman’da yaptığı bir araştırmaya göre “KOBİ’lerin satış etkinliğini arttırmada kullandığı en yaygın metot yüzde 43 oranıyla kişisel satış olmaktadır. Reklam satışları arttırmada kullanılan ikinci yaygın metot (yüzde 27) olarak kullanılmakta, bunu üçüncü sırada (yüzde 14) promosyon izlemektedir”.
KOBİ´lere göre ise pazarlama faaliyetlerinin büyük bir parçasını yüzde 57'lik bir oranla reklam yapmak oluşturuyor.
Demek ki nedir? Medya etkili bir metot.
Ben bu yazıda televizyonları dışarıda tutarak bazı konuları tartışacağım ve bu tartışmayı bir anımla bitireceğim.
Yıllardır tartışılır ama sonuç net olarak belli değildir.
Bir ürünün gazeteler kanalıyla tanıtımında tiraj tek etkili araç mıdır? Yani tirajı yüksek bir gazeteye reklam- bizim deyimimizle ilan - verdiğinizde istediğiniz sonucu alabilir misiniz?
Bazıları evet alınır derler, benim de dahil olduğum grubun düşüncesi ise tiraj tek etken değildir, okuyucu profili, ilanın görünürlülük derecesi de tanıtım konusunda etkilidir.
Bir gazete düşünün. Tirajı 500 bin. Örneğin 4 Aralık 2006 Hürriyet Gazetesi. Sayfa sayısı 44. Haber olmayan sadece ilan olan sayfa sayısı 14. İlansız, sadece haber olan sayfa sayısı 6. Spor sayfaları da dahil bu rakamlara. Siz spora meraklı iseniz spor sayfalarına konan ilanları görürsünüz. İş arıyorsanız küçük ilanlara bakarsınız. Bazıları vefat ilanlarına bakmayı sever. Haber sayfalarındaki ilanlar da göze batabilir ama bir çok ilanın yer aldığı bir sayfaya kim bakar acaba? İlgisi olan bakabilir ama her okuyucu bakar mı? İlanınızı görür mü?
İşte bunu belirleyemedi reklam firmaları. Pek işlerine karışmayalım ama onlar müşteriye tirajları büyük gazeteleri salık verirler, veren memnun, alan memnun çark böyle döner durur.

DÜNYA GAZETESİ'NDE BİR TARTIŞMA

Dünya gazetesi’nde çalışırken reklamcılarla bir tartışmamız olmuştu. Onlara göre Mercedes ilanı Hürriyet’e verilmeliydi. Hürriyet 450 bin satıyordu. Dünya ise 40 bin.
Benim tezim de şöyleydi: 450 bin kişiden kaç kişinin Mercedes otomobil alacak parası vardı? Evet reklama bakılırdı ama yüzlerce kişi “ne kadar güzel araba!” demekten ileri gidemezdi.
Buna karşılık 40 bin tirajlı dünya gazetesini 40 bin iş adamı alıyordu yani maddi durumu üst seviyede kişiler abone olmuştu. 40 binin en az 30 bini Mercedes alabilecek güce sahipti. Acaba 450 bin Hürriyet okurundan 30 bin iş adamı çıkabilir miydi? Belki çıkardı ama bunun araştırılması hiç yapılmamıştı yapılması da zordu.

Neyse.. biz gelelim anımıza.Bu anıda isim kullanmıyorum. Nedenini anıyı okuduğunuzda anlarsınız.Bir tarihte bir küçük – küçük diyeyim de büyük gazetelerden ayrılsın- gazetede yazı işleri müdürü olarak çalışırken reklam müdiremiz bir bankanın duyuru ilanıyla yazı işlerine geldi. İlanı bana uzattı, bir gariplik seziyor musunuz dedi. İlanda banka bir şeyler talep ediyor, bunun için makas işareti koyarak bu ilanı okuyucunun kesip bankaya yollamasını istiyordu. Dikkatli bakınca ilanın bir yerinde bizim gazetenin baş harfini gördüm. Bu mu garip olan diye müdiremize sordum. Evet dedi. Bu ilan birkaç gündür gazetelerde çıkıyor ve ilanın o yerindeki harf değişiyor. Yani ilan Hürriyet’te H harfi ile, Milliyet’te M harfi ile Güneş’te G harfi ile gibi.Reklam müdiresi ile şöyle bir bakıştık. Sanırım aynı şeyleri düşündük. Banka her gazeteye bu ilanı vererek ve de kesilip bankaya postalanmasına isteyerek ilanın okunurluğunu test ediyordu. Bu da bir taktikti. İlanlarının hangi gazetede daha çok okunduğunu test etme yöntemi akılcıydı. Müdireye dedim ki bak bir şey yapacağız. Bunu bir sen bir de ben bileceğiz. Patron, Genel yayın müdürü bilmeyecek. Ben şimdi tüm yurt muhabirlerini aratıyorum. Bulundukları yerlerden gazete satan yerlere gitsinler. Gazetemizi satın alsınlar. Bir okuyucu gibi isimlerini değiştirerek bankaya postalasınlar.

KESTİK İLANI GÖNDERDİK BANKAYA

Talimatı verdik, verdik ama kim ne kadar ilan kesti, postaladı bilemiyoruz. Muhabirlere de bir şey söylemedik. Sadece görevi verdik o kadar. Neyse.
Aradan bir hayli zaman geçti. Unutmuştum bu yaptığımızı. Yine bir gün yüzü al al olmuş halde reklam müdiremiz telaşla yazı işlerine girdi, hadi dedi yarın öğleyin o banka müdürünün davetine gidiyoruz. Bir otelde yemek veriyor, reklam servisi sorumlularına. Siz de gelin.
Bak dedim ben bu yemek islerine adımımı atmam. Biliyorsun. Nereden çıktı şimdi benim de gelmem. Çok israr edince peki dedim.
Biliyorsunuz büyük gazetelerin reklam alma konusunda fazla dertleri yoktur. Küçük gazeteler ise reklamı aslanın ağzından alır.Uzatmayalım. Öğlen yemeğine gittik. Yazı işleri temsilcisi olarak bir tek ben varım. Diğer arkadaşların hepsi gazetelerin reklam servislerinden. Beni gören şaşırıyor, olsun dedim. Ne yapalım her şey gazetemiz için. Banka temsilcileri memnun tabii. Davetlerine yazı işleri müdürünün de gelmesi önemli onlar için.
Banka müdürü günün mana ve ehemmiyetini anlatan bir konuşma yaptı. Sözü gazetelerde reklamın okunma oranına getirdi. Tabii tirajı yüksek gazetelerin reklam müdürleri kasıla kasıla bize reklam veren kazanır tezini savundular. Herkes kendi gazetesini methetti. Banka müdürü bana döndü bu konudaki fikrimi sordu. Ben de reklamın haber sayfalarında daha çok fark edilebileceğini falan savundum.
Güldü ve bizi yemeğe çağırma nedenini şöyle açıkladı: "Arkadaşlar biz banka olarak bir test yaptık. Hepinize aynı ilanı verdik. Siz istediğiniz sayfaya koydunuz. Okuyucudan bu ilanı kesip bize göndermelerini istedik. Mektuplar geciktiği için açıklama yapmakta da geç kaldık. Sonucu yeni aldık. Sonuç şaşırtıcı geldi bize. En çok dönüşümü küçük bir gazetenin okuyucularından aldık". Bana döndü, "tebrik ederim sizi" dedi.
Şaşırmamıştık ama şaşırmış gibi yaptık. "Yok yahu" dedim. Bu kadar büyük gazete varken… Bu arada reklam müdiremizin gözlerinin içinin güldüğünü fark ettim. Onun dikkati sayesinde bankaya küçük bir oyun oynamıştık. Belki de yine bizim okuyucumuz en yüksek dönüşümü yapardı ama bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz.
Sonra ne mi oldu?. Banka kampanya dışı tek gazetelik tüm ilanlarını bizim gazeteye verdi.

1 Aralık 2006

“Deprem ne zaman bitecek abi”

Emekliyiz ya işimiz gücümüz de yok. Blogları tarayıp insanlar nelerle uğraşıyor neler düşünüyorlar, sanal alemdeki arkadaşlıkları dostlukları takip ediyoruz. Tüm gezinmeler sırasında bir şey dikkatimi çekiyor. Aşırı derecede medyaya güvensizlik var toplumda. Neden bu güvenliksizlik. O kadar çok neden var ki. Dördüncü güç nerede kaldı, halkın gözü kulağı medya kulaksız gözsüz mü dolaşıyor?
Bizler, eski gazeteciler “gazeteciyim” dediğimizde, her hangi bir toplulukta saygı görürdük. Şimdilerde arabamızdaki basın kartını gören polis memurları bile burun kıvırıyor. Biz bu hallere neden düştük?

TİRAJLAR NEDEN ARTMIYOR?

Şöyle bir düşündüm bizim dönemleri. Hani vardır, her meslekte eski tecrübeliler bizim zamanımızda diye başlarlar bir konuyu eleştireceklerse. Hayır ben bizim zamanımızın çok daha iyi olduğunu söylemiyorum. Bizim meslekte ne kadar güzel gazete yaparsanız yapın, zamanında gazeteyi okuyucuya ulaştıramazsanız bir işe yaramaz. Bu açıdan bu gün gazeteler eskiye oranda çok hızlı hazırlanıyor ve çok hızlı bir şekilde okuyucuya ulaşıyor. Ayrıca bilgisayar grafik olarak daha doğrusu görsel olarak müthiş güzel yapıyor gazete sayfalarını.
Peki neden 1970-1980 yılları arasında 700 bin civarında satan Hürriyet bugün 400 binler civarında satıyor?
Neden tüm gazetelerin tiraji 20 yıl önce 4 milyon civarında iken bugün yine o civarlarda? Sanırım bu nedenlerin çok farklı cevapları vardır. Biz bu cevapları medyanın sosyologlarına bırakalım, bir anımı anlatarak güven konusuna biraz değinelim.
1976 - 1980 yılları arasında bir yıldı. Tam yılını hatırlamıyorum araştırsam bulurdum bulurdum da yıl o kadar önemli değil.
O yıllar Hürriyet’in gece yazı işler ekibinde çalışıyordum. Akşam üstü gazeteye, Cağaloğlu’ndaki binaya geldim. Yazı işlerine çıktım. Gündüz ekibi işlerini bitirmiş, gazetenin dönmesini bekliyor. Bugün yine öyle mi bilmiyorum ama gündüz ekibi taşra gazetesi dönmeden işi bırakmaz, gazete döner, prova baskı gelir. Gazete iyice okunur bir hata var mı diye bakılır.
Gece ekibine gündüzden devam eden olaylar anlatılır. Ve gidilir. Gece ekibi de dönen gazeteyi inceler. Tek tek okur tüm haberleri. Zira gündüz gazeteye giren bir haber tekrar başka bir ajanstan gece gelebilir ve aynı haber iki ayrı yerde yayınlanabilir. Bu meslek kazası çok kere olmuştur olmaya da devam etmektedir.
Neyse, lafı uzatmayalım. Yazı işlerinde dönen gazeteyi okuduktan sonra gündüzden bırakılan haberlere başlık atmaya başladım. Bilmeyenler için bir bilgi daha. Şehir içini ilgilendiren haberler taşraya verilmez. Gece şehir baskılarında kullanılır. Kullanılan haberin yerinde mutlak bir taşra haberi vardır. O çıkarılır, yerine şehir haberi girilir. Çok teknik bir bilgi ama bir haberin yerinde aynı gün 7-8 haber kullanmak mümkündür.

DEPREM SIRASINDA ÇALAN TELEFON

Sakin bir geceydi. Hürriyet’in yazı işlerinde büyük uzun bir masanın etrafında çalışıyorduk. O masanın tam ortasında oturuyorum. Önümde de telefonlar...

Birden masa sallanmaya başladı. Ne oluyor dedim. Bazen bobin yüklü kamyon geçse önümüzden, sarsılırdı bina. Ama kamyon sesi yoktu ortalıklarda.
Kafama o zaman dank etti, deprem oluyordu. Gazete çalışanları panik içinde kapı pervazlarını kapmak için yarışıyordu. Bir pervazın altına birkaç kişi sığınmıştı. Tam ben de masayı terk edip bir yer bulmak için kaçacakken telefon çaldı. Hay Allah dedim. Deprem oluyor, elin oğlu bizi arıyor. Belki dedim İstanbul dışından biri arıyordur. Alışkanlıkla telefonu kaldırdım. Tüm bunlar saniyelerin içinde oluyor tabii. “Alo” dedim. Karşımda bir erkek sesi korkulu bir ses “Deprem oluyor deprem. Acaba ne zaman bitecek Abi”.
Donup kalmıştım. “Ne bileyim ben. Kaç bir yere kardeşim” dediğimi ve telefonu yüzüne kapattığımı hatırlıyorum.
Tabii bu zaman suresinde sarsıntı bitmiş, gazetede kılını kıpırdatmayan tek kişi olarak ünlenmiştim.
İşte dostlar, o zamanın Hürriyet okuru gazetesine o kadar güveniyordu ki telefonla arayıp depremin ne zaman biteceğini soruyordu.
Sonra mı? Sonrası malum. Felaket. Depremin merkez üssünün Sofya olduğu belirlendi. Sofya, büyük bir felaketi yaşıyordu.