31 Aralık 2006
AB fazlı uyuma
Da Vinci'ninkine çok fazlı diğerine de tek fazlı uyku deniyor..Henüz diğer ülkelerin keşfedemediği üçüncü bir uyuma şekli daha var.
Sadece bize ait…AB Fazlı uyuma..
Bu tarzda uyursan bir asır kadar uyanamıyorsunuz!
Doyasıya gülebilmeniz dileği ile!
Geçen yılı değil geçenleri düşünmek bana önümdeki en büyük engelin kendim olduğunu
anlatır...En büyük ilacın ise gülmek...Ağrı kesici gibi gelir her kahkaha ...
Kendinizi yenin göreceksiniz ki yenemeyeceğiniz hiç bir şey kalmıyor!
Sağlık başarı dileği ile yetinmek de yetmiyor...Kelaynak olarak dolayısa gülebilmenizi diliyorum....
Kelaynak 2006
28 Aralık 2006
İyi bayramlar, mutlu bir yeni yıl dileğiyle


Evet! Bir gün bana bu cümleleri birileri söyleseydi güler geçerdim. "Üşütmüş bunlar" derdim.
Bugün gerçekten tanımadığım, yüzlerini görmediğim ama sevdiğim, bir çok şeyi paylaştığım dostlarım var. Blog dostlarım.
İşte ben bu dostlarımın hem bayramlarını, hem de yeni yıllarını kutluyorum. Yeni yılda yine buluşmak üzere diyorum.
27 Aralık 2006
Birbirine benzeyen kar kristali bulamadılar

Amerikalı Wilson Bentley kafasını kar tanelerine takar. Elli yıl yanlış değil tam elli yıl sürekli olarak mikroskopta kar kristali fotoğrafı çeker. Bütün isteği her şeyiyle birbirine benzeyen kar kristali bulabilmektir. Bulur mu? Hayır bulamaz. 6 bin fotoğraf çeker elli yıl içinde. Boyu posu her şeyiyle aynı iki kar kristali tespit edemez.
Biliyorsunuz bulutları meydana getiren su buharı 0°C’nin altındaki sıcaklıklarda donar. Bu donma sonucu su buharı iğne şeklinde buz kristalleri halini alırlar. Bunların birbirlerine birleşmeleri neticesinde de düzgün altıgen şeklinde kar kristalleri meydana gelir. Tabii bu kristallerin yere ulaşması için geçtikleri yerlerde hava sıcaklıklarının 0°C’nin altında olması gerekir.
Kar taneciklerinin çapları 2-4 mm, ağırlıkları ise yaklaşık 0,005 gramdır. Yere doğru yavaş yavaş süzülürler. Hafif oldukları için ve havanın direnci ile karşılaştıkları için yağmur gibi pat pat diye düşmezler. Havada süzülürler. İnanır mısınız kar tanecikleri inme sırasında birbirlerini ittiklerinden yapışmazlar. Özelliklerini koruyarak yere inerler. Bunlar güneş ışığını tamamen yansıttıkları için beyaz olarak görülürler.
Kar yağışı, sıcaklık sıfırın altında birkaç derece olduğunda ağır, nemli, ebatları bir santimetreye ulaşan parçalar halinde gerçekleşir. “Lapa lapa kar yağması” tabiri bu durum için kullanılır.
Dünya’daki tüm yağışların altı veya sekizde birinin kar olarak gerçekleştiği anlaşılmış. Karın, tarım toprağını koruması ve nemli tutmasında önemi büyüktür. Kar, yeryüzü ve yeraltı su rezervlerinin ana kaynağıdır.
Kar yağınca çiftçiler sevinir. Biz de toprak için iyidir kar deriz ama neden iyi olduğunu hiç düşündünüz mü? Kış boyunca toprak ve bitkileri donmaktan koruyan kar, ilkbaharda sıcaklığın artmasıyla eriyerek nehirlere ulaşır. Barajları doldurur. Enerji olarak bize döner.
Ayrıca karda bulunan amonyak, kar erimesiyle birlikte toprakta kalır. Bu amonyak, azot bakterileri tarafından kalsiyum nitrat gibi azot tuzlarına çevrilerek bitkilerin azot ihtiyacını karşılar.
Kar yağışını görünce eyvah yine beyaz afet geldi derken, karın faydalarını da aklınızın bir köşesinden geçirmeyi unutmayın.
.............................................................................
Hava sıcaklığı mı yoksa ısı mı?
Hürriyet'te çalışırken bir gece telefon çaldı, açtım bir profesör. "Bir konuda sizi uyarmak için aradım"dedi. "Bugünkü bir haberinizde ısı 14 derece yazmışsınız. Ben fizikçiyim. Isı başkadır, hava sıcaklığı başkadır. İkisini lütfen karıştırmayın. sizin gibi bir gazeteye yakışmıyor".
Yıllar önceki bu fırçayı hiç unutmadım. Tüm "ısı"ları hava sıcaklığına çevirdim.
Ne yazık ki bugün meteoroloji yetkilileri dışında hava sıcaklığı tabirini kullanan yok.
Bir anda hatırladığım bu anımı sizlerle paylaşmak istedim. Belki faydası olur diye.
26 Aralık 2006
İnsan parasıyla vezir de olur rezil de
İstanbul’dan gittiniz mi öyle kapı kapı dolaşıp otel aramazsınız. Oradaki arkadaşlar sizin yerinizi ayırtmıştır bile.
Bana da “Koza” isimli bir otelde yer ayırtmışlar. Otele girdim. Odama çıktım. Otel şehrin merkezinden uzakta. Sakin bir semtte. Odam da en üst katta. Çıktım odama yerleştim. “Aferin İskender’e” dedim. Sakin bir muhitte, gürültüden uzak bir oda ayarlamış. Gazeteye gidince İskender’e teşekkür ettim.
Çalışmaya başladık. 2-3 gün sonra İskender suratı asık geldi. “Otelini değiştiriyoruz” dedi. “Nereden çıktı şimdi otel değiştirmek” diye sordum. “Emir İstanbul’dan, uygulama bizden” dedi. Ne olduğunu anlamamıştım. “Ne diyeyim peki” dedim. Zaten bir valizim var. Tek sorum “yeni otelin otoparkı var mı? olmuştu. “Var var” cevabını alınca rahatlamıştım.
Aldık valizleri girdik şehrin içine. Otelin kapısına geldik. İşlek bir cadde. Otel lüks. Çıktık odaya. Hemen otelin ana kapısının üstünde bir oda. İkinci katta. Yerleştik, yerleştik ama içim içimi yiyor. Ne güzel sakin, gürültüsüz bir yerden gürültünün göbeğine taşınmakta nereden çıkmıştı şimdi.
Gazeteye gidince hemen İstanbul’u aradım. Pardon aramadım, şehirler arasında sıraya girdim. Kıs kıs gülenler vardır gençler arasında. Buldunuz cep telefonlu zamanı neler çektiğimizi anlamıyorsunuz tabii.
Oteli beğenmeyince
Neyse. Bağlandık, İstanbul’a nedenini öğrendik bizim apar topar nakli otel yapmamızın sırrını.
Meğer İskender’i arayan yazı müdürlerinden biri, “Akın hangi otelde kalıyor” diye sormuş. İskender de “Koza Oteli” demiş. Yazı müdürü tekrar sormuş “Koza Adana’nın en iyi oteli mi” diye. “Hayır” demiş İskender. “İkinci sınıf bir otel. Temiz bir oteldir”.
Yazı müdürü esmiş gürlemiş: “Hürriyet’in yazı müdürlerinden biri o tip otellerde kalır mı?. Hemen en birinci otelden yer ayarla. Arkadaş oraya geçsin”.
Biz de apar topar Hürriyet’in itibarını zedelememek için gürültünün içine transfer olmuşuz.
Gel zaman git zaman artık Hürriyet’te çalışmıyoruz. Başka bir grubun başka bir gazetesinde çalışıyoruz yine yazı işleri müdürü olarak.
Bir parantez açmakta fayda var.
Gazeteler İstanbul’da hazırlanır biliyorsunuz ama Ankara, Adana, İzmir’de küçük çapta yazı işleri grubu vardır. Bu arkadaşlar oradan yetişmiştir. Zaman zaman onların merkeze gelip staj görmelerinde, bazen de merkezden birinin gidip onlarla 5-6 gün çalışmasında fayda vardır. Şimdi görüyorum büyük şirketler bölge temsilciliklerine merkezden birilerini gönderiyorlar, birkaç yıl çalıştırıyorlar ve tekrar merkeze alıyorlar. Bu uygulamanın sayısız faydaları olduğu bir gerçek.
Hürriyet’te böyle bir uygulama belki önemsizdi ama gittiğim grubun gazetesinde yeni yetişen gençlerle çalışıyorduk. Bu uygulamaya çok gereksinim vardı.
İşte bu düşünceyle İstanbul’dan bir arkadaşla bir haftalığına Ankara’ya gittik. Yanlış hatırlamıyorsam Stat Otel’de kaldık. Çalışmalarımızı bitirdik, artık ertesi gün otomobille dönüyoruz İstanbul’a. Otel lobisinde sohbet ediyoruz arkadaşla.
Bir ara “bak” dedi. “Sana bir şey anlatacağım. Kızmayacaksın”.

“Anlat” dedim. Başladı anlatmaya: “Biz İstanbul’dayken Ankara’dan bir faks geldi. Allah’tan ofis boyun elinde gördüm faksı. Faksta Ankara Büronun bize Stat Otel’de yer ayırtıldığını belirten not vardı ama notta farklı bir cümle daha vardı: “Otelde kaldığınız sürece sadece yatak ve sabah kahvaltınızın ücreti ödenecektir. Geri kalan harcamalar size aittir”.“İyi” dedim. “Neden benden saklıyorsun ki. Beni biliyorsun gazete adına ne yerim ne içerim”. “Hayır” dedi. Arkadaş. “Buna benzer bir yazı da otel idaresine gönderilmiş”. O zaman dank etti kafama bir şey. Tamam. Anlamıştım. Bazı arkadaşlar bu otel harcamalarını abartmışlardı. Gazete de tedbir alıyordu. Aynı mealde bir yazının otele yazılmasına ne gerek vardı? Kol kırılmalı, yen içinde kalmalıydı. Atalarımız boşuna mı söylemişlerdi bu sözleri.“Sen üzme tatlı canını” dedim arkadaşa. “Yanımda para var. Tümünü öder, faturayı alıp gideriz”.Ertesi gün öyle yaptık. Otel faturasının tamamını ödedik. Gazetenin otele yazdığı yazıyı da geri almayı unutmadık.İstanbul’a döndük. Patroniçe meraklıydı. “Ne var ne yok Ankara’da” diye sordu.
Bunu kim mi yazdı?
Anlattım yaptıklarımızı, sonra da Ankara büronun otele yazdığı yazıyı önüne koydum. Okudu. Kıpkırmızı kesildi. “Bunu kim yazdı” diye gürledi. “Hiç sinirlenmeyin” dedim. Böyle başa böyle tıraş. Merkezden emir almadan bunu yapabilirler mi? Muhasebenize bir sorsanıza. Neler oluyor haberiniz yok”.“Size bir hikaye anlatayım da dinleyin” dedim. O’na da Adana’da yaşadığım Hürriyet olayına anlattım. Ve ekledim. Adana’da Hürriyet parasıyla vezir olmuş, ben gürültülü ortamda rezil olmuştum. Şimdi siz paranızla el aleme rezil oluyorsunuz. İş bu kadar basit.Bu iki örnekten ne mi çıktı? Yorumu size bırakıyorum. Ha unutmadan ilave edeyim.Hürriyet hala dimdik ayakta, o grubun gazeteleri çoktan kapanmış durumda. Üstelik çalışanlara haklarını ödeyemeden.
...............................................................................................
***KAMA
Yat ağam!
Yatağan Termik santralinin gaz bacalarına filtre takılmadığı için çevre halkı tam 20 yıldır zehir soluyor...Yetkililer bugüne dek yan gelmiş yatıyor...Olacak iş değil ama yatıyorlar...Acaba Yatağan’ ı YAT AĞAM olarak mı algıladılar?
Söz Meclisten içeri!
Deniz Baykal, baş örtüsü saçı örter eşin hatalarını örtmez deyince ortam gerildi ve Başbakan Meclisteki bu seviyesiz üslubu reddediyorum dedi...Ayni Başbakan Meclis dışında Mersin’de malım tarlada çürüdü diyen çiftçiye ananı al da git demişti!Başbakan değişmeyeceğine göre söz Mersin’den dışarı olunca üslup mu değişti dersiniz.
24 Aralık 2006
Rumelifeneri diye bir köy var uzakta
Anne tarafım Rumelifenerli. Büyüklerimiz Rize’den göçle gelmişler buraya. Köyün denize en yakın yerine yerleşmişler. Fenerin hemen altındaki ev bizim ailenin yaşadığı ev.
Yıllarca gidip geldik köyümüze.
Çocukluğumuzda kara yolu yoktu. Köye ancak deniz yoluyla ulaşım sağlanıyordu. Köyden sabah kalkan bir tekne yolcuları Sarıyer’e indiriyor, akşam da Sarıyer’den alıyor, Rumelifeneri’ne geri dönüyordu. Mendirek yani liman yoktu, fırtınalı havalarda gitmek ya da dönmek çok zordu.

Balıkçılıkla geçinen köy halkının da gelenlere ilk zamanlar çok sıcak baktığını söyleyemem.Kapalı bir toplum, muhafazakar bir halk, çok çabuk yabancıları içine sindiremiyor. Köy halkı da böyle yaptı, yabancıya hep yabancı gözü ile baktı. Köye gidenler ancak harika manzaralı bir köy kahvesinde çaylarını yudumlarken, boğazdan içeri giren ya da çıkan gemileri seyretmenin zevkini çıkardı.
Sonra yine dışarıdan birileri balıkçı lokantaları açtı.
Uzun süre iş yapamadılar, ne zaman klip çekenler, film çekenler keşfettiler köyün doğal güzelliğini, işte o zaman dikkat çekmeye başladı bizim köy. Halk gelenlere alıştı.Bugün hafta sonları dolup taşan bir yer artık Rumelifeneri. Koç Üniversitesi öğrencilerinin de soluk aldığı, kaçamak yaptığı bir mekan olmuş artık. Buna rağmen çoğu İstanbullu bu şirin ve tarihi köyü bilmiyor. Boğaz’ın dönüş noktasını merak bile etmiyor.
İhmal edilmiş tarih Aslında tarihi bir belde Rumelifeneri. Köye ismini veren fenerin 19'uncu Yüzyıl'da Fransızlar tarafından yapıldığı biliniyor. Ali Macar Reis, 16'ncı Yüzyıl'da çizdiği haritasında bu noktada bir fenerin varlığına işaret ediyor. 17. Yüzyıl kaynakları tepesine 110 basamakla ulaşılan bir fenerin varlığını kesin olarak gösteriyor. Gün batımından gün doğumuna kadar sekiz okka (yaklaşık 10 kg.) yunus yağı yakıldığını belirtiyor. Rumeli Feneri'nin bulunduğu noktanın antik çağdaki adı Panium. Köyün açıklarında yer alan Kyanae ya da Symplegadae adlı iki kayanın mitolojide yeri var.
Altın Post'u arayan Argonotlar, gök gürültüsünü andıran seslerle birbirlerine yaklaşan, çarpan, sonra yeniden uzaklaşan bu büyülü kayaların arasından şarap renkli bir güvercin uçuruyor, Tanrıça Athena'nın yönlendirdiği kuşun yolunu izleyerek Karadeniz'e ulaşabiliyorlar.Bir başka efsane de Rumeli Feneri'ne yakın olan kayanın üstünde Apollo Tapınağı'nın yükseldiği, Apollo'nun yunusa dönüşerek Argonotlar'ın dümencisi Tiphys'e yol gösterdiği şeklindedir.Bizans döneminde dikilen sütun Bizans devrinde aynı kayanın üzerine deniz kazalarını önlemek amacıyla yüksek bir sütun dikiliyor. Adına Pompeius Sütunu deniliyor. Osmanlı döneminde bu kayalara Mavi Kayalar, Ağlayan Kayalar ya da Kanlı Kayalar adı veriliyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında bucak merkezi olan Rumelifeneri'nde Rumlar yaşıyor.
Mübadeleden sonra bunlar göç edince köyde Rize ve Trabzon'dan gelen Türkler yaşamaya başlıyor. Köy antik çağdaki ismi ile Panium veya Panyum Burnu kayalıkları üzerine kurulmuş. Bizans dönemindeki ismi ise Fanaraki veya Fanariyan. Fanaraki veya Fanariyan Avrupa Feneri veya Küçük Fener demek. Köy Rumeli yakasında kurulduğu için Rumelifeneri Köyü adını alıyor. Öreke kayalıkları Efsanelere konu olan boğazın çıkışında yer alan Öreke kayalıkları da Rumelifeneri Köyü ile birlikte anılır.
Öreke kayalıklarına antik çağda Kyanaeis ya da Symplegades kayalıkları, değişik zamanlarda Geant veya Bavonere kayalıkları da deniliyor. Gerek antik çağdaki ve gerekse Bizans dönemindeki isimlerin Türkçe karşılığı Orakiye, Öreke Kayalıkları veya Öreke taşı.Bu kayalıklar zamanla birbirinden ayrılmış beş büyük kayadan oluşmuş. Osmanlı döneminde bu kayalara Kanlı Kayalar adı verilmiş sonraları Kocataş, Körtaş, Mavi Kayalar ve Kızıl Kayalar da denilmiş. Bugün bu kayalar limanla birleşmiş durumda.
Rumelifeneri’ne adını veren fener 1855-1856'da Kırım Savaşı sırasında Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin İstanbul Boğazının Karadeniz girişini görebilmeleri ve boğaz sularına rahatça girebilmeleri amacıyla yapılmış. Fener'in kule yüksekliği 30 metre olup kıyılarımızın en yüksek kulesi.Saltuk Dede türbesinin hikayesi Fener'in içinde bulunan Saltuk Dede Türbesi de (1788) tarihi eserlerden. Fener Fransızlar tarafından yapılırken iki üç kez yıkılmış, köyün yaşlıları bu yıkılışa neden olarak fenerin Saltuk Dede Türbesi üzerine inşa edilmesini göstermiş. Bunun üzerine önce türbe yeniden onarılmış ve fener inşaatının temelleri içine alınarak inşaat tamamlanmış ve aynı tarihte yapılan Anadolufeneri ile birlikte açılışı yapılmış.Eski ahşap tarihi eser binalardan örnekler de var.
Bir kısmı aslına uygun olarak yenilenmiş, bir kısmı ise harap halde. Rumelifeneri 1899 yılında büyük yangın felaketine maruz kalmış ve 70 bina yanarak kül olmuş. Rumelifeneri, tarihi zenginliklerle dolu ama bu zenginlikler ihmal edilmiş. Günümüzde bile kullanılabilir durumda bulunan ve Cenevizliler tarafından yapılan Rumelifeneri Kalesi tarihi zenginliği gözler önüne seriyor bugün oraya gidenler sadece piknik yapmak için gidiyorlar.Köy içindeki Osmanlı dönemi hamamı İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar askeri birlikler tarafından kullanılmış, sonraları kaderimiz gibi kaderine terk edilmiş.Yolunuz düşerse Sarıyer’den çıkın, Koç Üniversitesi’ni geçin. Az ilerdeki köşede durun. Boğaz’ın muhteşem manzarasını seyredin. Aracınıza binip devam edin. Hiçbir yere sapmadan gidin. Köyün içine girince sağa dönün. Devam edin ve Boğaz’ın eşsiz güzelliği ile yüz yüze gelin.
.......................................................................................
Yılmaz Özdil yabancı özentimize darbe indiriyor
Daha önce yazmıştım. Arada bir Umur Talu ve Yılmaz Özdil’in bazı yazılarını sizinle paylaşacağım diye. Sevgili Yılmaz Özdil bizim blogu takip edenlerden. O da şu yabancı dil özentisinden sıkılmış ve Pazar yazısını buna ayırmış. İşte Özdil’in süper yazısı:
The yazı...
Le Coin ve King Fisher'ın önünden yürüyerek, Biletix'e gittim, Babylon'daki konser için Trakya All Stars Featuring Smadj'a yer ayırttım, sonra, The House Cafe, Princess Hotel ve Moviplex'in yanından Zara'ya çıktım, Schlotzsky's Deli, Massimo Dutti, Nine West ve Mc Donalds'ın önünden, Burger King ve Marks&Spencer'ın olduğu tarafa geçtim, Lacoste ve Mango'ya baktım, üşümüştüm, Starbucks'a daldım, macchiato büyük geliyor, espresso tercih ettim, oradan D&R'ye girdim, Auto Show, Chip ve Cosmopolitan aldım , Crown Cafe, Veni Vidi ve Norht Shield'in önünden yürüyerek, New York Bagel Factory'e geldim, acıkmıştım, fast food severim, ayıptır söylemesi, Philadelphia cream cheese'li bagel ve üstüne pancake yedim, o sırada masada bulunan bir gazetenin Look ilavesine göz attım, alışverişin zamanı diyor, iyi fikir, taksiye bindim, kapısında Taxi yazıyor, önümde giden otomobilin arka camında da baby on board yazıyor, Fenerium'un önünden, Nautilus'un solundan geçip, Capitol'un oraya çıktık, trafik kilit, "oh my god" dedi şoför arkadaş, döndük mecburen, TEM'den gideceğiz , Incity, Kent Plus, Uphill, My World, Moontown, Diamond, Suncity ve Highpark'ın arasından köprüye çıktık, Mashattan sağımızda kaldı, biz sola döndük, Metrocity'nin önünde indim, ağız alışkanlığı "thank you" dedim şoföre, o da "see you" dedi bana, Metrocity'e girmedim , Harvey Nichols'ı merak ediyorum, Angelo Nardelli, Bally, Bashqua, Carnevale, Perigot, Haaz, Fornarina, So Chic, Patrizia Pepe, Swarovski, Scabal, Birkenstock, Cesare Paciotti, Furla, Shisly, Momtobe, Only, Mandarina Duck, Via Pelle ve Kaloo'ya şöyle bir bakıp, Harvey Nichols'a girdim, pahalı, daha bir halk tipi shopping center 'a gideyim dedim, şöyle insanların gönlünce öldüğü, çocukların dövüldüğü falan bir yer, başka bir Yellow Taxi 'ye bindim, radyoda Joy FM açıktı, şoför baktı ki bende Türk tipi var, Power Türk'e çevirdi, Sivaslı Hadise stir me up'ı söylüyordu, dinleye dinleye İstanbul'un biggest alışveriş merkezine geldim, Soleil, Dry, Fleor, Bernardo, Tchibo, De Facto, Jujube, Saffio, Best, Jump, Sun, Silver, Oxxo, Seven Hill, Evita, Bleu Petrol, Sunset, Oysho, Colors, Perspective, Lovesyou, Fever, Little Big, Ravelli, Red Apple, Next, Miss Trendy, Shoeroom, Lilies , hepsi çok güzel, Waly'de ayakkabımı boyatıp, Flower'dan çiçek aldım, Advantage Platinum'u yanıma almayı unutmuşum, Mastercard Gold ile ödedim, parayı öderken aklıma geldi, arada bir çalışıyormuş gibi yapmak da lazım tabii, işe geldim.
…………………………………………………..
Bugün yazmak istediğim konu şu... Eurovision'a yabancı şarkı sözü ile katılırsak, kültürümüz rencide olur mu?
.........................................................................
Biraz dilbilgisine ne dersiniz?
Biz bu işin uzmanı değiliz. Herkese dil öğretecek halimiz de yok. Hepimizin bildiği dil kurallarımızdan bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum zaman zaman. İlgilenene rehber olursa mutlu oluruz. İlgilenmeyen yine bildiğini yazsın.
Türkçemizde ayrı yazılan bazı sözcükler:
1. “De, da ve ya da” bağlacı: Ali de görmüş, ya da yalan söylüyor.
2.Sayılar: iki yüz elli beş, bir milyon yüz sekiz bin, on bir ...
3.Birleşme sırasında anlam değişikliğine uğramayan birleşik sözcükler:Çiçek yağı, kuru fasulye, at sineği, dil bilgisi, baş ağrısı, beyaz peynir, su böreği, şeker kamışı, Tatar böreği, açık oturum, bağ bozumu, Van kedisi, Malta taşı, yer elması vd.
4. –r,-ar, -maz, -an ekleriyle yapılan sıfat tamlamaları: Bakar kör, uçan daire,
5.Yer adlarındaki “yeni, eski, uzak, yakın, iç, kuzey, güney, doğu, batı” sözcükleri: İç Anadolu, Kuzey Amerika, Uzak Doğu, Batı Trakya, Doğu Anadolu, Batı Moğolistan ...
6. “Ev, ocak, yurt” sözcükleriyle kurulan birleşik sözcükler: Aş evi, öğretmen evi, sağlık yurdu, asker ocağı, sağlık ocağı ...
7. “Ara, dış, öte, sıra” sözcükleriyle kurulan birleşik sözcükler: Uluslar arası, din dışı, aklı sıra ...
8. Başa gelen “alt, üst, ana, ön, art, arka, yan, karşı, dış, iç, orta, büyük, küçük, sağ sol, peşin, bir, iki, tek, çift, çok” sözcüklerinin oluşturduğu blş. sözcükler: Üst tabaka, ana fikir, orta oyunu, çift vuruş, peşin hüküm, ..
9.“Gün” sözcüğü (bugün hariç): Geçen gün, şu gün ...
10.“Şey” sözcüğü: Her şey, hiçbir şey, bir şey ...
11. Yan yana gelirken ses olayına uğramamış“isim+etmek,olmak,kılmak” bileşik eylemi: Arz etmek, söz etmek, hasta olmak, rica etmek, söz olmak, gark olmak.
12. “ki” bağlacının kalıplaşmamış şekilleri: Demek ki, öyle ki, muhakkak ki, elbette ki, ta ki, kaldı ki, tabii ki, ne yazık ki, ne var ki, belli ki, şöyle ki ...
13. Kişi adlarından oluşmuş yer adlarının bazıları(belli bir kurala bağlı olmadan, genellikle ünvansız,yeni adlar): Fevzi Çakmak Mahallesi, Cengiz Topel Caddesi, Ziya Gökalp Bulvarı ...
14. “mi” soru sözcüğü: Sever misin?, aldın mı?, söylüyorlar mıymış? Bu, sizin mi?
15. İkilemeler: Dilim dilim, ışıl ışıl, yırtık pırtık, mırın kırın, aşağı yukarı ...
23 Aralık 2006
Tesbih...... Testis.....Teşhis...Takiyye...
İnançları gereği erkek hastalarına bakmaktan kaçındığı haberleri başörtülü veya peruklu hanım doktorları giderek daha çok gündeme taşıyor. Daha önce de başörtülü sağlık elemanlarının belli tahlilleri yapmadıkları haber oluyordu… Ya tepkisi olmuyor ya da iyice yansımıyordu. Konya’daki olaya tepki bu kez yansıdı… Gene de olay tam olarak aydınlanmadı ve can alacak kısmı da vurgulanmadı…
Bu hastalığın zamanla olan ilişkisini TV’de Uğur Dündar’ın sorusuna cevap olarak Radyoloji Uzmanı Doç.Dr. Muzaffer Başak şöyle sıraladı:
Hastalığın yarattığı olay beklemeğe tahammülü olmayan bir müdahale ister… Eğer ilk 4-6 saat içinde teşhis edilir ve müdahale imkanı doğarsa % 80 -100 oranında iyileşme imkanı var… Müdahale süresi 6-12 saat arasında kalırsa kurtulma oranı % 70’lere düşer… 12 -24 saat arasında yapılan müdahalede % 20 kurtulma şansı vardır. 24 saatten sonrasında uzuv kaybedilir.
Bu zaman tablosunu dikkate almadan, TBMM Sağlık Komisyonu Başkanı’nı Prof Dr.Cevdat Erdöl’ü dinlerseniz onun mantığı sizi uyutabilir… Muhtemelen yanılırsınız!. Kabaca söylemek gerekirse, ona göre olay 13 Ekim günü saat onsekizi onyedi dakika geçe ihbar edilmiş... Yani mesai bittikten sonra ve hasta 14 Kasım’ da bir erkek doktor tarafından muayene edilmiş, filmleri de çekilmiştir… Yani biraz gecikme olmuş ama hastaya bakılmış!
Belki de ne var biraz gecikmede, sağlık hizmetleri öyle ağır ilerliyor ki diyebilirsiniz. Hastalığın özelliği acil müdahale edilecek türden olması. Olayın üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağmen başhekimin soruşturma açmamış olması, işi Başhekim yardımcısının üstlenmesi de ayrı iddiayı kuvvetlendiremiyor mu?
CHP’li Atilla Kart, “olayı Konya ile sınırlı tutmak yanlış olur, AKP iktidarının kamu yönetiminde kadrolaşması ile gelen vasıfsızlık, diğer tüm alanlarda olduğu gibi sağlık biriminde de kendini göstermiştir. Sağlıkta daha önce 3-5 olan Başhekim yardımcılıkları 20 ye kadar yükseldi... Pratisyen doktorlar bu kadroları doldurdu. İşlem kanun dışı yapılmıştı. Sonra bu işlemi hukuki kılacak kanun da çıkartıldı” diyor.
Başhekimin beyanları toparlanırsa, iddiada doğruluk payı görülmüyor mu? Başhekim “bu işi yardımcıma havale ettim o ilgilendi” diyor!..
Op. Dr. Celal Tütüncü’nün 16 yaşında gecikme sonucu testislerinin biri alınan genç için yazdığı 16 Kasım 2006 tarihli ameliyat raporu şöyle:
"Acil olarak skrotal ultrason istendi. Fakat aşağıda bayan radyolog olması sebebiyle çekilemedi. Ertesi gün sabah erkenden tekrar ultrason için girişimlerde bulunuldu. Yine bayan radyolog olması dolayısıyla yine çekilemedi. Acil olarak başhekimin kendisine haber verildi. Yazılı olarak. Buna rağmen saat ancak 14 civarında çekilebildi".
Bu rapor hastanın dosyasına konulmasına rağmen bir ay boyunca işlem yapılmadı.
Aslında dört kelime bize hemen her şeyi anlatıyor.
Tesbih... Testis... Teşhiş... Takiyye
Çok kere biz anlamak istemiyoruz... Bakıp bakıp görmediğimiz, yakıştıramadığımız pek çok şey gibi... Kadınların türbanı simge olarak takması ile tartışma yaratan, Bakan eşlerinin Avrupa İnsan Hakları mahkemesine kadar gidip yenilgiye uğrayan özgürlük dayatması, erkeklerde kendini top sakal ve tesbihle simgelemeye devam etmiyor mu?
Başbakanın temsilde adaletin olmadığı bir sisteme dayanak seçmenden aldığı % 26 net % 34 brüt oyla dediğim dedik havası ve Meclis çoğunluğu ile elde ettiği hakkı devletin tüm kurumlarına geçerli kılabileceği tavrı, giderek büyüyen bir tehlike yaratmıyor mu?. AKP iktidarı, Tesbihin tanelerini hemen her ilde bunlar bizden deyip sistemli bir şekilde dizmiyor mu? Cumhurbaşkanı seçimi bu tesbihin imamesini yerli yerine yerleştirme planı değil mi? Türk Siyasi hayatının testislerini kurtarmak giderek zorlaşıyor... Ultrason alınamıyor... Testis ile ilgili aymazlık, biraz da haya meselesinden çıkıp hayasızlığa varmıyor mu?
Temsilde adaletin olmadığı bir sistem içinde ülkenin geleceğinde sağlık aramak mümkün mü? Operatörün ciddiye alınmayan şikayet raporu aslında genel tabloyu da anlatıyor. "Acil olarak Türk Siyasetini içine girdiği krizden ve gerilimden kurtarabilmek, demokrasiyi işler hale sokmak için skrotal ultrason istendi. Fakat yukarıda Tayyip Erdoğan olması sebebiyle çekilemedi. Ertesi gün, sabah erkenden tekrar ultrason için girişimlerde bulunuldu. Yine Tayyip Erdoğan olması dolayısıyla yine çekilemedi. Acil olarak milletin kendisine ve sine -i millete de haber verildi. Buna rağmen geç kalındı ve uzuv kurtarılamadı…
Ülkenin sıkışan zaman dilimi içinde demokratik ve hukuk uzvunu kurtarabilmesi için aşması gereken 4 madde var...
TESBİH...... TESTİS..... TEŞHİS.. VE ....TAKİYYE
.............................................................................................................
***KAMA
Sine-i illet!
Muhalefet AKP yi erken seçime zorlamak için zoraki bir
çıkış sergiliyor!
Sine-i millete dönüp Meclisi boşaltmak...
Hay hattt...İmkansız!
İçi boşalmamış ne kaldı ki?
Bir haberin hikayesi
Ankaraspor Başkanı: Galatasaray ilk tercihimizdir
DHA : Ankaraspor Başkanı Hilmi Gökçınar, Wederson'un transferi için son aşamaya gelindiğini kaydetti. Gökçınar, DHA'ya yaptığı açıklamada, Galatasaray Kulübü Başkanı Özhan Canaydın ile görüştüğünü belirterek, "Wederson karşılığında Galatasaray'dan Özgürcan ve Ferhat'ı bonservisleriyle birlikte istedik. Ayrıca 2 milyon 750 bin Dolar ve Hasan Kabze'yi de kiralık olarak vermeleri için teklif sunduk. Galatasaray yönetimi teklifimimizi değerlendirip, bir iki gün içinde kararını söyleyecek" diye konuştu.
Galatasaray Wederson'dan vazgeçti
Ankaraspor'un Wederson'a karşılık Galatasaray'dan 2 milyon 750 Bin Euro para + Özgürcan ve Ferhat'ı bonservisi ile birlikte, Hasan Kabze'yi ise sezon sonuna kadar kiralık olarak istemesi transferi çıkmaza getirdi. Bu talepleri karşılayamayacağını Ankaraspor yönetimine bildiren Galatasaray yönetimi Brezilyalı oyuncunun transferinden vazgeçti.
DHA'nın ayni tarihli iki haberi....Ajansın bunu böyle vermesi çok normal...Demek ki sabahtan akşama olay gelişmiş! Bunun bu şekilde kullanılması ise çok ayıp....Bazen ilk haber düşer..Burada ise haber değil galiba editör düşmüş!... İşin doğrusu bu iki bilginin tek haber yapılıp okura düzgün ulaştırılması olmalı...Yani son haber öne alınır...G Saray transferden vazgeçti..Çünkü şöyle şöyle oldu mantığı geçerlidir..
22 Aralık 2006
Dişli bebek Mete

"Birinci yaşının orta bir yerinde biri olsa da hart diye ısırsam şu diş kaşıntısından kurtulsam derken, ev halkının diş buğdayı töreni senin sıkıntını gidermiyor...
Ben seni anlıyorum..Gerçi bir kaç gün erken davranarak doğum gününde ayni gün kadeh kaldırma şansını kaybettik ama daha önemli bir treni yakaladık..İkizler Burcunu...
Sevgili Mete;
Bu buğday törenlerini gözünde büyütme..Biraz sabırlı ol..Seninle ceviz kırma günlerini de kutlayacağız..Ben ah-t ettim...Sabırla beklerim..
Deden bunu sana söylemez...Duygularını saklar..İçinde koyulaştırır..Yoğunlaştırır..Belki de kendine saklar...Ben açıkca söyleyeyim istedim... Dedene de ninene de ne istersen yaptırabilirsin...
Şimdiki sıkıntı geçici...Ben senin dişli bir çocuk olacağını biliyorum...
Bilmediğin bir şey daha var..Çokça sıkıntılı günümde senin resimlerine bakıyorum. Ciddi bakışlarını görünce “Mete kızıyor” galiba deyip toparlanıyorum..
Ailen yanaklarından öpüyor..."
YK
....................................................................
Yemek tarifleri ailesine katıldım
Ben de modaya uydum. Hem diş buğdayı geleneğinin ne olduğunu buldum, hem de diş buğdayı tarifini tarifler sitesinden aldım.
Diş Buğdayı tarifi:

Malzemeler (6 - 8 kişilik): 1 kg. diş buğdayı veya değirmenlik buğday diye de geçer (İç Anadolu'da Şahman buğdayı olarak adlandırılan çeşit kullanılır) 1/2 kg. toz şeker 100 gr. dövülmüş ceviz Yapılışı : Güzelce ayıklanmış ve yıkanmış buğdayı tercihen çelik bir tencereye koyun ve üzerini 4-5 cm. kadar geçecek kadar içme suyu ile doldurun. Bir taşım kaynattıktan sonra altını iyice kısın ve 25-30 dakika kadar kontrol ederek, altını yakmadan, yumuşayıp suyunu iyice çekene kadar pişirin. Buğdayın çeşidine bağlı olarak daha geç de pişebilir. Bu durumda tencereye bir miktar daha kaynar su ilave edip pişirmeniz icap edecek. Piştikten sonra tencerenin kapağını açmadan 10-15 dakika kadar dinlendirdikten sonra servis tabağına alın. Şeker ve cevizleri de ayrı ayrı servis tabaklarına koyup sofraya getirin. Tercihe bağlı olarak beyaz toz şeker veya esmer şeker de ikram edilebilir.
.....................................................................................
Diş buğdayı geleneği:
Diş buğdayı eski bir Türk geleneği. İlk dişin çıkışını kutlamak için yapılan diş buğdayı, çocuğun dişlerinin daha sağlam olması, çabuk büyümesi ve rızkının artması niyeti ve dileğiyle bu kutlama aile arasında yapılır. Bebek ilk dişini çıkardığında yakın akrabalar davet edilerek diş buğdayı hazırlanır. İçine boncuk veya yüzük gibi bir şey saklanır. Saklanan eşya kime çıkarsa çocuğa çeşitli armağanlar alır. Diş buğdayı töreni ritm tutup şarkı söylenerek düzenlenen bir eğlenceyle kutlanır. Bu adetin bilinmediği ya da uygulanmadığı yerlerde, genellikle çocuğun dişinin çıktığını ilk görenin çocuğa bir gömlek dikmesi ya da hediye alması adeti vardır.
21 Aralık 2006
Bu nasıl şey!
Zaman zaman sevdiğim iki yazarın sevdiğim yazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Umur Talu’nun birkaç gün önce yazdığı ve kelimesi kelimesine katıldığım görüşlerini okursanız medyamızın halini daha iyi anlarsınız. İşte yazı:
”Önceki gün Radikal, "Bu nasıl polis?" diye manşet atmıştı. Aslında eksik. Tek satır değil, çift; çifte kavrulmuş soru gerekiyordu: "Bu nasıl polis? Bu nasıl medya?"
Görmüş, okumuş, duymuşsunuzdur. Çünkü böyle olaylar, hep bilinir. Boşanmışlar. Aynı gün kadın sevgilisiyle beraberken artık eski olan koca basmış.Zaman basma, yakalama, teşhir, medyaya, TV'ye, internete verme zamanı ya, hani "basın özgürlüğü" demeye utanan medya duayenleri "iletişim özgürlüğü" diyor ya; Adam çıplak aşıkları önce cep telefonunda "dizi" haline getirmiş, sonra da vadinin raconu, silahını çıkarıp vurmuş, yaralamış.Polis, gözaltındaki adamın cebindeki "film"i sızdırmış.Bazı kanallar ile gazeteler buna balıklama atlamış, yayınlamış; seyreden seyretmiş.Tabii başlığa üçüncü satır da şart: "Bu nasıl polis? Bu nasıl medya? Bu nasıl ahali?"
Radikal, haklı olarak, tüm ciddiyetiyle, bu teşhiri, pornoculuğu, dayaksız ama dayaktan beter polis ve medya şiddetini eleştiriyor.Ama o görüntüleri yayınlayanlardan biri, mesela, aynı yayın grubunun, "Çok satan, popüler" gazetesi. Hemen yanı başında.Lafa bakarsanız, hepsi grubun "aynı yayın ilkeleri"ne bağlı.Ne gam! Birinin ayıp saydığını yayınlamamayı diğeri kayıp sanıyor olmalı.Ciddi okura, nasıl deniyor "A grubu"na ahlak, orta ve alt gelir gruplarına ise röntgencilik satılmalı.Patronları, medya grup şeyleri, yayın konseyleri filan aynı.Hepsinin çocuğu, torunu, özel hayatı, itibarı; hayatlarının ve itibarlarının sevabı da günahı da mevcut. O yüzden de...Sorsanız, hepsi insanların teşhirine, özel hayata tecavüze, manevi şiddete, çocukların bu görüntülere maruz bırakılmasına, o insanların çocuklarının ve hayatlarının darmadağın edilmesine, hatta artık telefon bantları yayınına dahi karşı.Ama bilirsiniz, sırf orası değil, sık sık tüm medya da, "sirk değil, çarşı". Merdiveninden düşebilir, bir odasında çoluk çocuk dayak yiyebilirsiniz!
Gazetecilikte çok utandığım, çok üzüldüğüm bir olay şuydu: Yıllar yıllar önce, şofben zehirlenmesiyle ölen bir çiftin (iç sayfada küçük fotoğraf da olsa) çıplak cesetlerini yayınlayan yazı işlerinde bulunmam, kötü niyet yokken dahi hep birlikte basiretimizin bağlanması, şahsen şahsi hatamın da varlığı.Üstünden çok çok geçti. Görüyorsunuz işte, "mesleki utanç" insanın yakasını bırakmayabiliyor, vicdanında azap olarak yaşamaya devam edebiliyor. "Biliyor", yani. Olmaya da biliyor!
Belki esas mesele şu: Sadece çıplak bedenlerde değil, nice giyiniğe de ayrımcılık diye bir şey var ve gazeteciliğin en sıkı iki yüzlülüğü bu.Dokunulabilecek, didiklenebilecek, teşhir edilebilecek, vurulabilecek, sürüklenebilecek bedenler ile kurumlar var.Bir de "dokunulmazlar" var. Birinciler arasında en güçsüzler, size en faydasızlar, en sıradanlar zaten kafadan bitik.Bir de, zamanı gelirse hırpalanacaklar var. İkincilerde ise, zamanı bile pek gelmeyenler, nadiren üstüne gidilenler, göz yumulanlar, şantaj dengeleri yahut dostluk ilişkileri veya korku, tahakküm, alışveriş ittifakları kurulanlar.O yüzden; Üç sıradan insanın teşhiri dert değildir. Maalesef kimi için ayıp bile değildir.O yüzden; Çuvalı tartışıp durur ama ABD'nin siyasi-askeri-ekonomik tahakkümünü tartışamaz kimisi.O yüzden; Sözde, şiddete karşı olunsa da; kimi kurumlardaki dayak, insanlık dışı uygulamalar asla konu edilemez. O yüzden; "Mesleki ve insani utanç" denen şeyin yakanızdaki elini çoktan yakayla birlikte gömerseniz, vicdanınız her türlü azabı def etmişse, şu pespayeliğinizle bile, ne mutlu size!”