12 Ocak 2007

Meraklısına Kapalıçarşı planı

Arşivlerimde blog için malzeme ararken elime bir Kapalıçarşı planı geçti. Planı rahmetli Rıfat Dedeoğlu hazırlamış. İşe yarar mı, yayınlanınca yollar anlaşılır mı bilemiyorum. Ben yine de bir dostun işine yarar ümidiyle sizlere sunuyorum. İşinize yararsa ne ala. Yaramazsa yaramaz zaten.

Hem Balık var hem balıkçı, hem av var hem avcı

Bu bizim dünden bugüne gelen çevre alışkanlığımıza bakınca ne iştir dedirtecek bir durum….Oysa geniş olduğu halde yeşil ve vahşi olan bu alanları korumasını bilen bir toplulukta balıkta bol, balıkçı da bol olabiliyor…Sürdürebilir olma özelliği iyice kendini gösteriyor..
Vahşi hayatı özenle koruyor Amerikalılar..Texas’da sıradan bir yabancı gözü ile bakınca görünen şu:
Hemen her evin bahçesi var.. Evler tek katlı ve çevreye doğru yayılıyor…Hemen her bahçede bir de kuş evi var..Kuşlara yuva ve yemlikler hazırlanıyor…Aynı Texas’da av merakı da büyük…Hem balık için hem de av için hafta sonları yola çıkanlar çok…
Av ve balık malzemeleri satan mağazanın büyüklüğü Atatürk Hava Meydanı kadar..Belki de biraz daha büyük...Zira içinde bir de suni göl yapılmış..Burada botlar suda deneme turu yapabiliyor..Ağırlık balık işinde tatlı su göl ve nehirlerinde...Sadece marka armalarına bakmak bile bir fikir verir diye düşünüyorum..İlgi çekerse fazlası da var.
Dallas-Kelaynak

11 Ocak 2007

Bu şehrin suyu nereden geliyor?

Evde musluğu açtınız, şarıl şarıl su akıyor. Hiç şöyle hayale dalıp bu değirmenin suyu nereden geliyor diye düşündünüz mü? Tabii bugünü sormuyorum. Bugün İSKİ, barajlardan toplanan suları büyük borularla şehre ulaştırıyor.
Peki yıllar önce su nasıl ulaşıyordu İstanbullulara hiç hayal ettiniz mi? Etmediniz mi? O zaman aşağıdaki satırları okumayın. Boşverin gitsin.
Merak ettiyseniz, lütfen okuyun ve teknolojinin gelişmediği dönemlerde bile şehre suyun nasıl getirildiğini görün.

Çevreden gelen su
İstanbul tarihi boyunca su bakımından çevresinden beslenmek zorunda kalmış bir kent.
Konstantin zamanında Halkalı bölgesindeki su kaynaklarını şehre taşıyabilmek için su kemerleri yapılmış. Tabii bu kemerler şehrin başına zaman zaman bela da açmış. Zira şehri kuşatanlar ilk iş olarak bu su kemerlerini tahrip etmişler, şehri teslim olmaya zorlamışlar.
Şehrin ileri gelenleri bakmışlar olmuyor bu kez de suyu biriktirmek ihtiyacını hissetmişler, şehrin belirli yerlerine sarnıçlar yaparak suyu toplama yoluna gitmişler. Böylece bugünkü barajların ilk temeli atılmış.
Aetius (Vefa Stadı), Aspar (Çukurbostan) ve Hagios Mokios (Altınmermer) üstü açık sarnıçlardan bazıları... Üstü kapalı haznelerinin en meşhurları da; 336 sütunlu Basilika Sarnıcı (Yerebatan Sarayı), 224 sütunlu Pileksenus Sarnıcı (Binbirdirek) ve Acımusluk Sarnıcı.

Vakıflar iş başında
Osmanlı düzeninde yol, köprü gibi imar faaliyetleri daha çok askerin geçebilmesi ve dolayısıyla devlet düzeninin devamı için yapılmış. Bu bakımdan Osmanlı döneminde şehrin yeniden inşa süreci, İslam'daki vakıf ve imaret kurumlarına dayanıyor. Bunun için bir çok hayır müessesesinin inşası tüccar, zanaatkarlar ve Padişahlar tarafından yürütülmüş.
Su sistemi de hayır müesseselerinin bir parçası olarak kabul edilmiş ve padişah tarafından yaptırılmış. İstanbul şehir nüfusunun 250.000'e ulaşması ile birlikte, şehrin su sistemi yeni kemerler eklenerek geliştirilmiş ve şehir içinde dağıtım sistemi kurularak, “su yolcu” diye tabir edilen görevliler tarafından yönetilmeye başlanmış.

Uzun Kemer: Mimar Sinanın yaptığı kemerlerden biri. Kemerburgaz’ın 1500 m kadar kuzeybatısındadır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılmış.
Kanuni Sultan Süleyman devri sonuna kadar rahatlıkla karşılanabilen su ihtiyacı sıkıntılı hale girmiş. Zira kaybedilen savaşlar para değerini düşürmüş, böyle olunca vakıflar da para sıkıntısı çeker olmuş. Vakıf gelirlerinin azalması, su yollarının gerekli olan bakım ve onarımları yapılamamış, zamanla bir çoğu kurumuş, adları bile unutulmuş. Su işinde de karşımıza kim çıkıyor biliyor musunuz? Fransa. Hani AB yolunda bize taş koyan, sözde ermeni soykırımı iddiasına karşı savunmayı yasaklayan Fransa. Osmanlı döneminde Bizans’tan kalan su yollarına ilaveler yapılmış. Zamanla artan su ihtiyacını karşılamak, yeni yapılan binalara basınçlı su verebilmek için Sultan Abdülaziz tarafından 1868 yılında bir Fransız şirketine imtiyaz verilmiş, böylece Terkos şirketi kurulmuş.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra su işlerine el atan II. Abdülhamid yönetimi, 1894 İstanbul depreminde büyük hasar gören su yollarını 2 milyon kuruş masrafla onarmış, kurmuş olduğu İstanbul Su Şirketi vasıtasıyla Terkos Gölü'nden getirilen su; Beyoğlu, Galata ve Tophane'den Beşiktaş'a kadar olan alanda akıtılmaya başlanmış. Sıkılmadınızsa tarihi bilgiye birkaç satır daha ekleyelim:İmtiyazlı şirketler, haklarının çoğunu alıp, vecibelerini yerine getirmekten kaçınınca –başka ne beklenebilirdi ki- su meselesinin bu şirketler eliyle çözüme kavuşmayacağı anlaşılmış, Terkos Şirketi 1932 yılında, Üsküdar-Kadıköy Su Şirketi ise 1937 yılında satın alınıp, İstanbul Sular İdaresi'ne (İ.S.İ.) devredilmiş.

Bahçeköy Kemeri: Sultan Mahmut Kemeri olarak bilinen kemer Bahçeköy’den Büyükdere'ye doğru 1 km mesafededir.
Diğer taraftan, Anadolu yakasının su ihtiyacını karşılamak üzere 1888 yılında Üsküdar-Kadıköy Su Şirketi 1893'te Elmalı Deresi üzerinde I. Elmalı Barajı'nı inşa etmiş, Anadoluhisarı'ndan Bostancı'ya kadar olan sahada şu şebekesi döşenmiş. Daha sonra Elmalı Barajı'ndaki suyu arıtacak bir tasfiye tesisi, terfi merkezi, Bağlarbaşı'na kadar izale hattı ve Bağlarbaşı Su Deposu da şirket tarafından inşa edilmiş.İ.S.İ.'nin gücü artan nüfusun su ve kanalizasyon ihtiyacını karşılamaya yetmemiş. Daha geniş yetki ve imkanlarla yeni bir idare kurulmuş. 1981 yılında kurulan bu yeni idarenin ismi 'İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) olmuş.
Umarım İstanbul’da su sıkıntısı çekmeyiz. Şu aralar havalar çok güzel gidiyor, bu güzel günlerin sonunda kuraklık, dolayısıyla susuzluk kapımızda da.

10 Ocak 2007

Çalıştırılmayan gazeteciler dönemi!

Bu sütunlarda gelişen fikirleri takip etmeğe çalışıyorum...İçinden geldiğim ve içine dönemiyeceğim babıali hakkında söylenenler ise beni Saddam’ın idam sahnesi kadar ilgilendiriyor..Zira oradaki idam mahkeme kurulmadan gerçekleşti.Cep telefonları icat edilmemişti ...Ne internete girebildi ne de görüntü verdi!
PUNTO izah etmiş...Benim mesleğe başladığım yıl 1958....Yarı amatör ve spor yazarı olarak.. Yani 1961’i yaşamış biriyim....Uzunca bir zaman gazete, gazeteci tartışmasına katılmak istemedim...
Gazeteciler Cemiyeti dini bayramlarda bir miktar maddi desteğe kavuşabilmek için bana göre uygun bir iş yapıyordu...Değişik gazetelerde çalışanlar toplanır ve Bayram gazetesini çıkarmayı üstlenirlerdi...O ekipte uzun yıllar ben de bulundum.Bu imkan gazetecilerin yılda bir kere veya iki kere de olsa halka sıkıntısını doğrudan aktarma imkanı veriyordu..Diğer gazeteler çıkmadığı için gazeteci ile halk karşı karşıya gelebiliyordu...
Gazetelerde çalışan yazı kademesindeki arkadaşları biraraya getirelim...Bunu düzgün bir planlama ile yapalım..Asla belli bir gündemi olmasın..Sadece bir arada yemek yesinler kendi havalarında tanışıp konuşsunlar.......Hala sebebini anlamadığım bir şeydir ama olmadı! Beraber olma ve birlikte hareket edebilme şansı çok gerilerde kaldı!
..............................
Kenan Evren’in daveti ile gazete patronları ve genel yayın müdürleri Kalender’de bir araya geldi. O toplantıda Evren “Anayasa’ya ben kefilim” dedi ama görünmeyen bölümde belli gazete yazarlarından da başka bir görev istedi....
Biz yaparsak asker gazetecilere de emir veriyor olacak ama siz bir konsey kurarsanız ve belli kuralları kendiniz getirseniz daha iyi olur....dendi.
Ben “Cemiyet’in içinde Etik Kurulu var.Gerekiyorsa görev kapsamı genişletilir.Cemiyet’e üye alırken dahi titiz davranılıyor....Yeni dernek kim ne derse desin Cemiyet etrafında sergilenen bütünlüğü bozacaktır” düşüncesinde olanlardandım.Ne oldu...Basın Konseyi doğdu. Daha mı bütünleştik?.
.................................
Gazetecilik etiğini koruyabilecek, sadece doğruyu arayacak kişilerin yaşatılması gerektiğini anlatamadık...Hemen herkes bana sıra gelmez yanılgısını sürdürdü. Dün gazete kökenli insanların sahip olduğu gazeteler vardı.Bunlar iyiydi kötüydü hesabı yapmadan resmi tam olarak ortaya koymak için söylemek gerek...Bazı hakları onlar da gerek görebiliyordu...Meslekten geldikleri için..Kısaca bugün sanayici gazete sahibi patrondan meslek kurallarını gazetecinin hakkını korumasını bekleyemeyiz...Artık.gazeteci değil sanayiicidirler...İşletmenin gelirine kendi hesaplarının tutmasına bakarlar.En üstte irtibatı sağlayacak biri bir de tetikçi varsa diğerlerine o denli ihtiyaç da kalmaz!
Gazeteci mesleğinin etiğini kendisi korur...Korumasını sağlayacak şartları da mensup olduğu derneklerle sağlar...Biz değer ve itibar kaybından başka ne sağladık dersiniz?
............................
Benim mesleğimde yüz kızartıcı suçtan hüküm giymişler hiç bir sarsıntıya uğramadan bugün de en önde bu işi yapabiliyorsa, sadece tetikçilikler patronlar arası tercih listesinin ilk sırasını dolduruyorsa onlardan bir şey beklemenin mantığı var mı?
Gazetecilerin yapması gereken şeyler var...Başkasından beklemek şikayet etme lüksünden ileri gitmiyor!Bu mesleğin tamamı göz önündekiler değil...Bu mesleğin kahramanları geriye düştü...Öne çıkmak uğruna yalancı olmayı meslek etiğine ihanet
etmeyi yürekleri kaldırmaz.. Ve bu ülkede sadece gerçeğe boyun eğerim diyenler sessizce idam edildi...Farkına varan oldu mu?
Bu yüzden çalışamayan ve çalıştırılmayan gazeteciler hanesine yazılır adları...Silinirler...Unutulurlar...Giderler mi dersiniz?
Kelaynak-Dallas
...................................................................................................
Bunları biliyor musunuz?

İlk yazılı kanıtlar Sümerler’e ait
Tüm canlılar doğaları gereği, varlıklarını güvence altına alabilmek için yaşadıkları ortam hakkında bilgi edinme ihtiyacı duyarlar. Yazının bulunması sonrasında insanlığın kültürel gelişimi giderek büyük uygarlıkların doğmasına neden olmuş. Yazılı kanıtlar bırakan en eski uygarlık olan Sümerlere ait 2800 yıl öncesinden kalma buluntular, yazılı iletişim başladığı tarihi ortaya çıkarıyor. Yine bu dönemlere ait tahta, tuğla ve metal baskı kalıpları matbaanın en ilkel türünün de Sümerler tarafından bulunduğunu gösteriyor.
.................................................................................................

9 Ocak 2007

Etin ateşle dansı!

Dallas- Kelaynak-
Mutfak ve yemeğe meraklı olanlar için bir kaç satırla anlatmağa çalışacağım et lokantası TEXAS de BRAZİL adını taşıyor.... Tıpa tıp aynı lokantadan ABD sınırları içinde 12 tesis var ve hepsi büyük ilgi görüyor.... Lokantanın belirgin özelliği dana etinden kaynaklanıyor....Izgara olarak akla gelen hemen her et ikram ediliyor....Bu 12 lokantanın görünüşü de benzer oluyor...
İlk göze çarpan lokantanın bulunduğu semte geldiğinizde cadde üzerinde tüm pencereleri ve çepe çevre kapıları alev alev yanan bir bina oluyor......İşte burası Texas de Brazil..Kapının siyah rengi pencere çerçevelerini de kaplamış ve genel de siyah kırmızı bir uyum yaratmış....
Girişte tanıtım malzemelerinden küçük bir bölüm kapının hemen iç boşluğunda sizi karşılıyor. Bilgisayarla randevunuz kontrol ediliyor ve masanıza buyur ediliyorsunuz..Hemen yanı başınızda biten garson uzunca ve dikkatli şekilde Lokantayı tanıtıyor ve özelliklere geçiyor.. Size bir yanı kırmızı diğer yanı yeşil bir kart veriyor...Bu kart masanıza gelecek et trafiğinin kırmızı ve yeşil ışıkları...Kırmızıyı çevirir tabağın yanına koyarsanız o anda size yeni et servisi yapılmıyor..-Yeşil varken her an tabağa yeni et geliyor.. Masada iken birinci perdeyi açmanız bekleniyor...Mevsimine göre yaklaşık 50 çeşit salatanın yer aldığı salata bölümünden tabaklarınızı doldurmanızla yemek başlıyor... Lokantanın ilk prensibi istediğinizden istediğiniz kadar alabilmeniz... İçeceğinizi de seçtiniz ise salatanın bitmesi ile et servisi başlıyor..
Buna servis demek ne derece doğru bilemem. Farklı bir et hücumuna uğradığınızı söylersem daha doğru olur... Her cins etin pişiricisi, ellerinde etin piştiği ızgara ile alevin önünden kaptıkları eti masanıza getiriyorlar. Zaman kazanmak için kartınıza bakmaları kafi..Yeşil de ise ellerindeki ızgarayı size uzatıyorlar...Hemen her kesin çatalları yanında özel bir de pens var..Bu size ait bir pens..Verilen eti ucundan tutuyorsunuz ve servisi yapan garson eti kesiyor...

Sımsıcak bir servis... Tam birini bitirmek üzere iken bir başkası görünüyor baş ucunuzda..İlki dana rosto demiş ise diğeri kuzu kızartma diyor.. Biz domuz hariç kuzudan danaya tavuktan diğerlerine ne geldi ise birer parça farklı etten aldık doğrusu..Kısa bir süre sonrada kırmızıyı yaktık! Damak tadımıza yakın gelen dana ve sığır etleri oldu..Uzak gelen ise tabaktaki kan.. Kızartma tekniği ile etin sertleşmesine izin vermediklerini söyleyebilirim..Daha doğrusu söylenenleri aktarabilirim: Hiç bilmediğim ve ne yazık ki ilgilenmediğim bir konuda yazı yazmak tehlikeli oluyor.. Ayrıca size tanıtmağa çalıştığım sığırların da beslenmesi önemli imiş..Açık havada kalan ve genelde mısırla beslenen sığır etinin kendine has bir tadı da var bu bifteklerde... Diğer yandan etlerin bütün olarak ızgaralara konması sertleşmelerini önlermiş...
Gelen serviste de dikkat çeken şey bu oluyor. Kocaman bir kızartma
şişi..Altında onu tutan taban elle tutulacak kısım ve kesmeğe yarayan
keskin bıçak...Bir anda ellerinde şişler bıçaklar masaların arasına dalan 5 veya 6 garson oluyor...Et parçaları gerçekten iri...Kuzu but olduğu gibi kızarıp geliyor.Üzerinden bir parça kesiliyor yeniden ateşe konup yeniden belli bir süre kızarıyor... Üzerine kırmızı şarabı da içerseniz sıkıntılar azalıyor...Etin ateşle dansı midenizde bıraktığı buruk, çok farklı lezzet ve kim bilir bir daha ne zaman buraya gelirim düşüncesi ile bitiyor.

..............................................................................................
***KAMA

Lokma ve Lokmacı!

Tarih her zaman Yunanlılar ve Rumların savaşmadan belli toprakları lokma lokma yuttuklarını yazar .. Biz bunu göremeyiz...Bugün de Lokmacı barikatını AB barış isteğimizi görsün diye yıkıverdik... Engel kalktı ama gözlerimizdeki perde kalkmadı...
Yutulmak istenen lokma KKTC..... Lokmacı da Rum....
...........................................................................................................

Çinli doktorla gelen sağlık

Maillerde dolaşan bir sağlık hikayesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki size de gelmiştir bu mail. Ne kadar doğru bilemiyorum ama elmanın önemli bir meyve olduğunu biliyorum. Yaşananlar hiçte abartılı gibi görünmüyor. İşte anlatılanlar:

"2-3 yıl önce, gözlerimin etrafı siyahlaşmış, vücudumda halsizlik ve şiddetli ağrılar başlamıştı. bir hastanede bir çok incelemeler yapıldı, ancak hiç bir şey bulunamadı. Daha sonra gittiğim Çinli bir uzmanı doktor, ayaklarımın tabanlarını yokladıktan sonra, hiç su içmediğimi ve başta karaciğerim olmak üzere vücudumun bütünüyle kirlenmiş olduğunu söyledi. Eğer su içmeye başlamazsam takriben üç yıl içerisinde öleceğimi de ilave etti. (Ben gerçekten o tarihe kadar genellikle su içmiyor, günde 20-30 bardak çay ve kahve içiyordum.)
Sonuçta Çinli doktor bana her sabah uyandığımda; aç karnına bir büyük bardak ılık suyun içine bir tatlı kaşığı elma sirkesi koyarak içmemi önerdi. Elma sirkesi vücuttaki birikintileri eritiyor, su ise atıyormuş, elma sirkesinin asit değeri vücudun ph değeri ile aynı olduğundan birikintileri eritirken, vücudun hücrelerine zarar vermiyormuş, ayrıca günde en az 1.5 litre su içmek çok önemliymiş, vücudun zehirlerinin ve ihtiyaç duymadığı birikmiş maddelerinin atılmasını sağlıyormuş. Elma, ayrıca vitamin-mineral deposuymuş.
Çinli doktorun dediğini uyguladıktan 4 gün sonra gözlerimin etrafındaki siyahlıklar kayboldu, 10 gün sonra ağrılarım geçti ve kendimi çok iyi hissetmeye başladım. Size de tavsiye ederim, 1 hafta sonra kendinizi gerçekten çok sağlıklı hissetmeye başlayacaksınız. “

Elçiye zeval olmaz. Bir deneyin. Belki size de iyi gelir.

8 Ocak 2007

10 Ocak'ta neden Gazeteciler bayram kutlar?

Biz gazeteciler her yıl iki etkinlik kutlarız. Kutlarız diyorum Gazeteciler Cemiyeti etkinlikleri düzenler, emekli gazeteciler işleri olmadığı için katılır, genç gazetecilerin o gün mutlaka bir işleri olduğu için pek katılamazlar.
Evet..İki etkinliğimiz var demiştim, biri 24 Temmuz’daki Gazeteciler Bayramı’dır. Neden 24 Temmuz. Zira 24 Temmuz sansürün kaldırılışının yıldönümüdür de ondan. Peki nereden çıktı bu bayram diye aklınızdan geçirdiğinizi hissediyorum.

Onu da anlatayım:
Her mesleğin kendine özgü bir günü var. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 1946 yılında kurulduğu zaman "gazeteciler için de bir gün belirleyelim" düşüncesi ortaya atılmış. "İlk gazetenin çıktığı günü belirleyelim" demişler. Ama iki ayrı görüş ortaya çıkmış. İlk gazetenin çıkışı kimilerine göre 1831, yani Takvim-i Vakayi'nin yayınlanışı. İlk Türkçe gazete ama onu, resmi gazete olduğu için ilk gazete saymayan görüştekiler de 1861, yani Tercüman-ı Hakikat'ın çıkışını ileri sürmüşler. Bu anlaşmazlık nedeniyle o konuda her zaman olduğu gibi bir görüş birliği olmamış. Bunun üzerine Falih Rıfkı Atay, Akşam gazetesinde 24 Temmuz'u ortaya atmış. 24 Temmuz, II. Meşrutiyet'te Anayasa'nın yeniden yürürlüğe girmesinin ertesinde 24 Temmuz'da çıkan gazetelerin gazeteciler tarafından sansür memurlarına verilmeden, onlara göstermeden çıkarılmış olduğu bir gün. Bu nedenle Falih Rıfkı Atay’ın önerisi yani 24 Temmuz Basın Bayramı olarak belirlenmiş.

Gazetecinin özellikle yazı işlerine bağlı birimlerde çalışan arkadaşların gecesi gündüzü yoktur. Kar yağdı, işe gitmeyeyim gibi lüksleri de yoktur. Gazete hazırlanacaktır ne olursa olsun. Yukarıdaki fotoğraf İstanbul'u esir alan bir karlı günde çekildi. Çoğu arkadaşların gazetede sabahladığı bir gecenin ardından gazetenin giriş kapısında bu hatıra fotoğrafı çektirildi.

10 Ocak günü etkinliklerle kutlanır gazeteciler arasında. Ama bayram adıyla değil, Çalışan Gazeteciler Günü olarak. Diyebilirsiniz ki çalışmayan gazeteci olur mu? Nereden çıktı bu isim.

Onu da paylaşayım sizlerle:
1961 yılında gazetecilerin çalışma haklarında önemli iyileştirmeler getiren 212 sayılı Yasa yürürlüğe girer. Yasadaki hükümleri beğenmeyen 9 gazete patronu, yasayı protesto etmek için 3 gün boyunca gazeteleri yayımlamama kararı alırlar. Bu gelişme karşısında, gazeteciler 10 Ocak 1961 günü haklarına ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak amacıyla Sendika binası önünde toplanarak Vilayet'e kadar bir yürüyüş yaparlar. Gazeteciler, patronların boykot kararı karşısında Sendika'nın öncülüğünde, BASIN adıyla kendi gazetelerini 11–12–13 Ocak 1961 tarihlerinde yayımlarlar. O tarihten sonra 10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" olarak kutlanır.

1971 yılındaki 12 Mart müdahalesinden sonra ise çalışanların hakları ve basın özgürlüğüne büyük kısıtlamalar getirilir. Bu kısıtlamalara tepki olarak 10 Ocak "Bayram" olmaktan çıkarılır ve "Çalışan Gazeteciler Günü" olarak anılır. Görüyorsunuz. Basın düz yollardan gelmedi bu günlere. Ne badirelerden geçti büyüklerimiz. O devirlerde gazeteci denildiğinde saygın bir yeri vardı mesleğimizin. Sorulduğunda gururla “gazeteciyim” diyebiliyorduk. Şimdi mi? Yorumu sizlere bırakıyorum.
..................................................................................................

***KAMA

İŞİN KOKUSU!

Biyolojik Mücadelede DİŞİ kokusu tuzaklara sıkılıyor, kokuyu alan erkek böcekler bu kapanlara dalıyormuş..Milyonlara varan zararlı böcek bu sistemle bertaraf edilmiş.. Dişi kokusuna koşma metodu Kadın Avcılarının bol olduğu her sosyete de başarılı olmuş...Sadece Türkiye'de sonuca ulaşamamış. Türkiye de dişiler erkeklerden önce kapana dalmışlar! Para kokusu daha ağır basmış!

..................................................................................................

7 Ocak 2007

Görerek öğrenen şanslı çocuklar

Meteciğim;
Dedenin yaşına gelince daha iyi anlayacaksın....Güçlü olmak ve sağlığını koruyabilmek çok önemli...Baba demene de çok sevindim..Hele dede dersen işlerin iyice düze çıkar!
Sen de muhtemelen dedenin tepesine çıkma şansını yakalarsın..Benim kadar konuşkan olmadığına aldanma onun sevgisi daha koyudur...Ninelerinki gibi...
Benim dedem olmadı! Dedenin de olmadı...Hem annem hem babam babalarını görmediler...Diyeceğim o ki dedenin keyfini çıkar!

Önceki mektubumda resimleri bol yazıyı sınırlı tuttum....Biliyorum ki genç anneler çocukları ile bugün daha imkanlar içinde ileri bir teknoloji yardımı ile ilgililer...

Çocuklar daha rahat öğrenme daha kolay görme tanıma şansına sahipler...Burada öğrenmeğe çok daha fazla önem veriliyor...
Doğa ile ilgileri kesilmiyor..Çocuklar çevreyi daha kolay tanıyor..Biliyorlar...
Kuşları tanımak için resimleri bulup bakmakla yetinmiyor, ayni anda ötüşlerini de duyuyorlar..
Daha da ileri var...Gözlerini dürbüne dayayınca da çevrelerindeki ağaçlarda onları görme şansını da yakalıyorlar..
Tabiatla bu denli içiçe gelme şansları kaybolmamış...Kentin orta bir yerinde kuşları ve ağaçları bulabiliyorlar..
Saatlerce gitmeden...5 dakika içinde ormana ulaşıyorlar...

Çevre çocuk parkı sınırı içinde kalacak kadar yapı ile dolmamış...Yeşil korunmuş.....
Hemen her evin bahçesinde kuşlar için yapılmış ve her zaman yemleri doldurulan kuş evleri var...Sincapların kapı diplerine kadar gelebildiğini söylememe gerek yok....

Aytek amcana takılırsan iyi edersin...Seni benimde bilmediğim yerlere götürür...Kim bilir belki de ilk filmini seninle çeker!
Yakında dönüyorum....Çok lezzetli ve çok farklı yemek tariflerini yazmadım...Annene anlatacağım..İkimiz yeriz olur mu?

Kelaynak deden

4 Ocak 2007

“Unutkanlık” için bunları unutmayın!

Sanal alemde yeni bir pencere açılmış. “Yaşam Koçluğu”. Bu koçluğa soyunan sevdiğim bir dostum, e-maille bazı önemli bilgileri yaşam koçluğunu yaptığı “çekirge” sine öneriyor ve bizlerle de paylaşıyor. Ben de bu bilgileri, zaman zaman sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Evet çekirge...Bugünkü konu unutkanlık ...Alışveriş sırasında şu besinlerden bazılarını almaya ve düzenli kullanmaya dikkat et lütfen...

*Yabanmersini,
*Ispanak ve diğer yeşil yapraklı sebzeler,
*Kırmızı şarap,
*Sıcak kakao,
*Ceviz,badem ,fındık,
*Zeytinyağı,
*Somon,sardalye,
*Tahıl ve esmer pirinç.”

Listede sizin de dikkatinizi çeken bir meyve var. Yabanmersini. Küçük bir araştırmadan sonra bulduğum bilgileri sunuyorum sizlere.
Yabanmersini , 30-35 cm yükseklikte, kışın yapraklarını döken küçük bir bitki. Türkiye’de Kuzey Karadeniz dağlarının fundalık ve ormanlık bölgelerinde yetişiyor.

Faydaları ve Kullanım Alanları:

Göz yorgunluğu, miyopluk, katarakt, karasu (Glokom: Göz tansiyonu), şeker hastalığından kaynaklanan görme bozuklukları (Diyabetik retinopati), gece körlüğü, gece görüşünü artırıcı, kamaşma, retinayı güçlendirici, kılcal damar çatlamalarını önleyici ve tavuk karası (retinitis pigmentosa) hastalığının ilerlemesini yavaşlatıcı ·
Kabızlık, bulantı, mide krampları, ülser önleyici ·
Kan şekerini düşürücü, iltihaplanma, kolajenin (collagen) stabilize edilmesi ·
Pıhtılaşmanın azaltılması, damar sertliği oluşumunun engellenmesi ve antioksidan etki

Yabanmersini meyvelerine karşı modern ilgi ise 2. Dünya Savaşından sonra meydana gelmiş. Çünkü "yabanmersini"nin gözlere iyi geldiği artık bir sır değildi. 2. Dünya savaşı sırasında İngiliz Hava Kuvvetleri pilotlarının doktorların önerisiyle bol miktarda yabanmersini reçeli yiyerek gece uçuşlarına çıktıklarını ve yorgun gözlerini dinlendirdiklerini kayıtlardan biliniyor. Pilotlar, yabanmersini reçeli yedikten sonra gece uçuşlarına çıktıklarında gece görüşlerinde bir düzelme ve iyileşme hissettiklerini sık sık rapor ediyorlar. 1960’ ların ortalarında yukarıdaki gözlem ve duyumlar, önce bir laboratuvarda daha sonraları da klinik çalışmalarda yabanmersini meyve ekstrelerinin gözler ve damar sistemi üzerine etkileri üzerine yapılan çalışmalara yol gösteriyor.
............................................................................................
***KAMA

ALLAH ALLAHHHH!
İzmir de Allah diye kükreyen aslan sıfatı ile ünlenen Golyad'ın bayramda ziyaretçi sayısı 25 bini aşmış...Gösterilen ilgi yaşlandığı için sesi bozulan hayvanı mutlu etmemiş...Bayramda uyumuş kükrememiş!
Veteriner Prof Dr. Tamer Dodurga aslanda "Takıntı bozukluğu var" diyor...Ya ondan "Allah" demesini bekleyenlerde bozulmamış bir takıntı yok mu?
.............................................................................................

3 Ocak 2007

Kelaynak Amca'dan Mete'ye mektup

Sevgili Mete;

Burada botanik bahçesini gezerken keşke elini tutup seninle olsaydım diye hayıflandım. Çevreyi tanıtmak için yılbaşı tatilini fırsat bilenler bu bahçeye akın ediyor.. Yıllanmış ağaç kovuğundan çıkmayan çocuk sensin diye düşündüm....Böcekleri anlatan levhayı seyrederken de çevreyi ne kadar çabuk öğrenme fırsatı var herkes görsün istedim… Böceklere ağaç kakan yuvalarına bakmak ve öğrenmek öyle kolay ki...



Çiçekleri annene sor...Adlarını babaannen de bilebilir..Ninene de sorsan mutlu olur...Kuşların çıkardıkları sesleri mutlaka birlikte dinlememiz gerek..Burada son baharın kızıla boyanmış halini büyüklerde görmeli.

Resimlerle baş başa kalınca beni hatırla...Henüz konuşmaman o kadar önemli mi? Bakışından anlayan biri var...Öpüyorum Mete...

Dallas - YK

1 Ocak 2007

Bir araya geldiler!

2007 yılının ve de Kelaynak’ın ilk anısını anlatayım…Dini bayramla yılbaşı kutlamaları çok sık bir araya gelmiyor..Bu hikaye deki Peygamber isimleri gibi!

Hemen hemen çalıştığımız her gazetede en önce gelen ve en son çıkan olmak zorunda kalıyordum…Bu hem işlerin hızından ve her an değişen haber akışından hem de etik kurallar içinde bir işi gereği gibi yapmanın ve de benim karakterimden kaynaklanan bir sonuç kimine göre de benim işgüzarlığımdı! Ve ya huysuzluğum…
Hemen her gece ilk baskılar tamamlandıktan sonra gece yarısına doğru gelişen haberlerden veya düşen haberlerden birini veya bir kaçını düzeltmek yenilemek değiştirmek gibi işler olurdu.. Bu değişiklikleri de yazı işlerinde nöbetçi kalan gece sekreteri arkadaşlarla yapardık…Özellikleri haber kısaltmasını değiştirmesini bilen ve yetkisi olan kişiler olmaları idi.
Böyle bir Haber değişikliği için gazetenin santralına sormuştum…
--Bu gece yazı işlerinde nöbetçi kim?
--Musa efendim .
--İyi öyleyse Musa’yı bağlar mısınız?
Uzunca bir kargaşa ve bekleyişten sonra telefona çıkan biraz mahcup bir sesle şöyle dedi:
--Musa’yı şu anda bulamadım…
--Yazı İşlerinde kimse yok mu?
--İsa var efendim…
--İsa’yı bağla öyleyse…
Olacak ya ..Gene bir bekleyiş ve telaşın ardından telefon bağlantısı gerçekleşmişti…
--Alo İsa!
--Özür dilerim..İsa biraz önce buradaydı…
-- Peki sen kimsen?
--Ben Muhammed efendim…
--Bir haber değişecek…Not alabilir misin?
--Efendim ben…Yazı işlerinden değil tashih servisinden Muhammed!
--Anlaşıldı…Muhammed'de de fayda yok mu diyorsun?
Ne İsa ile ne Musa ile ne de Muhammed ile olmadığına göre …
Bu iş Allahlık olmuş!