Hepimizin bildiği bir gerçek vardır; Askerlik hatıraları ve avcı hikayeleri bitmez. Ben buna bir de balıkçılık hikayelerini ekliyorum. Benim de balıkçılık hikayelerim bu gidişle bitmeyecek gibi görünüyor.
Hazır çiroz hikayesini,
“gümüş gümüş” diye bağıran kabzımalı size anlattım.Şimdi de unutamadığım bir balık avı gününü sizlerle paylaşayım;
Yine 60’lı yıllar. Rahmetli arkadaşım Demir’i tanıdınız. Onunla dört yıl olta balıkçılığı yaptık.
Anlatacağım anı bu kez
“ağ”la ilgili.
Biz Demir’le balık tutarken akşamdan ağ atıp sabah çekmeği de ihmal etmiyorduk.
Benim bir tekir ağım vardı. Aslında fanyalı ağdı ve tekir ağından daha da derindi. Şimdi diyeceksiniz ki tekir ağı da nedir? Her balığa göre ağ mı olur? Evet, her balığa göre farklı ağ kullanılır.
Ben önce tekir ağını tarif edeyim;
Tekir ağı üç ağın yan yana gelmesinden oluşur. Ağın alt kısmında kalın bir ip vardır ona kurşun yaka denir. Bu ipe belirli aralıklarda kurşun konur. Kurşun yakası ağı dipte tutar. Ağın üst kısmındaki ipe de mantar yaka denir. Mantarlar da belirli aralıklardadır ve ağı yukarı doğru çeker. Ağ böylece dipte dik durur.
Tekir ağı üç ağdan oluşur demiştim. Ortadaki ağın gözleri küçüktür. Yüksekliği de iki yanındaki ağlardan daha fazladır. İki yandaki ağların gözleri ise büyüktür. İçinden balıklar rahatça geçer.
Üç ağa ne gerek var derseniz, şunun için gerek vardır; tekir, barbunya, dil, pisi, mercan gibi dip balıklarının başları gövdelerinden daha büyüktür. Normal tek bir ağ varsa ve gözlerden balığın başı geçiyorsa gövdesi de ağa takılmadan karşı tarafa geçer. Örneğin istavritin başı küçük, gövdesi büyüktür. Baş ağa girince gövde geçemez. Balık geriye de dönemez, ağa takılır.
Biz gelelim tekirlere.
Tekir geniş gözlü ağdan rahatça geçer. İkinciden geçemez, ileri doğru iter. Ortadaki ağ bol dökümlü olduğu için üçüncü geniş gözlü ağın içinden geçip torbalanır. Böylece balık torba içinde kalır ve yakalanır.
Balıkçılık yaptığımız dönemlerde Beşiktaş iskelesinin yan tarafı. Hikayemle ilgisi yok ama denizle ilgili fotoğraf olması yeterli bence.
Tüm bunları neden anlattım?
Demir’le tekir ağımızı –yaklaşık 50 metre kadardı- her akşam Galatasaray’ın ilk kısmının parmaklıklarına bağlıyor ve sahile dik bir şekilde bırakıyorduk. Çoğu kez izmarit tutuyorduk.
Ağı her sabah erkenden çekiyorduk. Zira gün ışıyınca yakalanan balıklar yengeçler, deniz minareleri için ziyafet oluyordu.
Yine bir akşam ağı denize bıraktık, ertesi sabah çekmek üzere sandalı indirdik. Ben yine küreklerdeyim.
Demir önce ağın ipini yavaş yavaş çekmeğe başladı. Ağ gelmiyordu,
“bir yere takıldı bu lanet şey” diye bağırdı Demir. Aceleciliği meşhurdu. Olamaz diye düşündüm hemen. Günlerdir aynı yere bırakıyorduk ağı. Dipte takılacak bir şey olmaması gerekirdi.
Kürekleri bıraktım, ben de yardım etmeğe başladım.
Ağ yavaş yavaş geliyordu ama canımız çıkmıştı, henüz ağ görünmemişti.
Milim milim çektik ipi. Şöyle başımı dibe doğru uzattım. Gözlerime inanamadım, aşağısı bembeyazdı.
“Demir balık. Aşağısı balık dolu” dedim. Nutkumuz tutulmuştu. Demir de balıkları görünce bir çığlık attı. Kollarımıza sanki güç şırınga edilmişti. Hevesle asıldık ağa.
Ağın ucuna ulaştık. Ağ
“uskumru” doluydu.
Avcı palavrası sanmayın. Ağın her gözünde balık vardı.
Uzatmayayım ağın tamamını kayığın içine aldığımızda batmak üzereydik
Zar zor kıyıya yanaştık. Okul çocuklarının yardımıyla balık dolu ağı rıhtıma çıkardık.
Başladık ayıklamağa. Sabah başladığımız balıkları ağdan çıkarma işi, gece yarısına kadar sürdü.
Ne yapacaktık bu kadar çok balığı?
Ortaköy’den bir balıkçıya haber verdik. Çavalyelerle (bir nevi sepet) geldi gece yarısı balıkları satın aldı bizden. İyi para kazanmıştık.
Ha unuttum; biz balıkları ayıklarken Demir’in abla dediği evde çalışan hanım, bize sürekli mangalda balık kızarttı, hem yedik hem balık ayıkladık. Ne gündü!...
Buraya kadar anlattıklarım bir anı. Bundan sonra anlatacaklarım daha önemli bence.
O gece balıkları çıkardıktan sonra ağı hemen denize bıraktık. Tuttuğumuz balıklar iştahımızı kabartmıştı.
Gece heyecandan uyuyamadım; sabah erkenden Demir’lerin yolunu tuttum. Sahile indiğimde gözlerime inanamadım; yüzlerce balıkçı teknesi sahildeydi. Bir metre ara ile yüzlerce ağ vardı rıhtımda.
Balıkçı teknelerinden biri de dayımların teknesiydi. Dayımın oğlu beni görünce sevindi.
“Ağabey burada dün gece uskumru almışlar. Haberin var mı? Nereden almışlar balığı?” Diye sordu.
“Biz aldık o balıkları ama kaldı mı ki balık” dedim.
Evet dostlar. Sonuç mu diyorsunuz?
O gün balıkçılar tek bir balık bile tutamadı. Bizim ağda da izmaritlerden başka bir şey yoktu.
Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, ilk vuran, ilk hamleyi yapan kazanmış, ilk olmanın kaymağını yemiş, balıkçıların tabiriyle
“voli"yi vurmuştuk.”
Hayat da öyle değil midir?