18 Nisan 2008

Fethiye'nin "Elleri kırılası yaratıkları"!...

Fethiye’nin merkezindeki görülecek yerleri Asortikkrep ’le gezdik. Kaya mezarlarına dar sokaklardan geçerek gittik. Bu bölge, Fethiye’nin eski yerleşim yeri. Kaya mezarlarının kapısını sonuna kadar açık bulduk. Görevli mörevli kimse yoktu. Belli ki görevliler de sezonu bekliyorlardı. Kaya mezarlarından kopar bir parça al götür. Kimsenin ruhu bile duymaz. Zaten mezarın görüntüsünden de buralarının birileri tarafından didiklendiği izlenimi ediniyor insan. Kaya mezarlarından sonra şehri tepeden göre göre dar sokakları takiben limanlara geldik. Oradan da Fethiye’yi karşıdan gören piknik yerlerinin bulunduğu Samanlık Koyları'nı gezdik. Bizi batmış ve denizin dibinde silueti görünen bir gemi karşıladı. Umarım balıklara yuva olan bu gemiyi çıkarmazlar. Fethiye’nin sahil boyu, gazinolarla bezenmiş. Çok uzun bir yürüyüş yolu var. Hele akşam güneş batarken o bölgedeyseniz yürüyüşü bırakın ve güneşin batışının güzelliğini seyredin derim.
İşte fotoğraflarla Fethiye:
FETHİYE İSMİ NEREDEN GELİYOR?:Ticaret için yöreye gelen Grekler malarya mikrobu yayan bataklıklardan uzak bir bölgede Levissi ( bugünkü Kaya köy) şehrini kurarlar. Meğri bu kentin iskelesi olur. Meğri’de ilk belediye örgütü 1874’te kurulmuş ve ilk başkanlığa Rodoslu Hacı Mehmet Ağa getirilmiş. 1900’e doğru Girit ve Trakya’dan gelen Türklerle nüfuslandırılan Meğri’nin adı Belediye Meclisi’nin 1914’te aldığı bir kararla ilk Türk Hava Şehidi Fethi Bey’in adına ithafen Fethiye olarak değiştirilmiş. Fotoğraf kaya mezarından Fethiye'nin genel görünümü.
HER GÜN GÜNEŞ BÖYLE BATIYOR:Rıhtımdan bakıldığında Güneş, Samanlık Koyları'nın üzerinden batıyor. Fethiyeliler o kadar alışmışlar ki bu manzara ile hiç ilgilenmediler bile. Bir turist olarak heyecanla deklanşöre arka arkaya bastım bu görüntüleri yakalamak için.
AZ ÇİÇEKLİ RIHTIM: Yürüyüş için çok uzun bir rıhtımı var Fethiye’nin. Belediye bu rıhtım boyunca sık sık oturma grupları koymuş. İnsanın gözü ister istemez çiçekleri arıyor. Tek tük çicek kümelerine rastlıyorsunuz. İstanbul, çiçek cenneti olması gereken bu kentten çok daha fazla çiçeğe sahip.
TELMESSOS ANTIK TİYATROSU: Antik kaynaklar Telmessos’da büyük bir tiyatronun olduğundan bahsetmekteydi. 1993 yılında Fethiye Müze Müdürlüğü Başkanlığında yapılan sondaj kazılarında erezyonla dolmuş olan 3-4 metrelik toprak tabakası altında tiyatronun oturma sıraları bulunmuş.
Fethiye’nin karşı kıyısından küçük samanlık koylarından görünüşü ise böyle.
ESKİ FETHİYE: 24 Nisan 1957’de meydana gelen deprem, merkezdeki evlerin % 90’ının yıkılmasına neden olurken dönemin kaymakamı Nezih Okuş ve diğer yöneticilerin duyarlı tutumları sayesinde sadece 19 kişi hayatını kaybetmiş. Bugün antik tiyatro ve Paspatur çevresinde, Çarşı Caddesi’nin güney kesiminde farklı tarzlarıyla seçilebilen eski Fethiye evleri, kentin hüzünlü geçmişinin kalıntıları olarak bizleri selamlıyor.
LİKYA KAYA MEZARLARI : Mezarlar Likya döneminden kalma. M.Ö.4.YY. eserleri. Bunlar, gelen doğal kayaya oyulmuş mezarlar. Mezarların en görkemlisi Amintas. Bu mezar İon stilinde ve tapınak türünde. Soldaki sütunun orta kısmında, M.Ö.4.YY. alfabesi ile ”Herpamias oğlu Amintas” yazılı. Bu kişinin kimliği tam olarak bilinmiyor; ama ünlü bir kumandan olduğu söyleniyor.
OKALİPTUS KÖKÜ: Bölgenin zamanında bataklık olduğu biliniyor. Sanırım Osmanlı beyleri, bataklığın kurutulması için bölgeye bol miktarda suyu emen okaliptüs ekmişler. Portakallar çiçek açmış artık. Çok fazla portakal bahçesi göremedik. Sanırım portakal tarlası olanlar, bunları ev yapmak isteyen yabancılara satmışlar.
ÖNÜ ARKASI FARKLI GAZİNO: Rıhtım boyunca bir çok gazinonun önünden geçiyorsunuz. Her bölgede olduğu gibi burada da rıhtımların önemli bir bölümü gazinolarının işgali altında. Herhalde belediye bu yerlerden önemli kira alıyor ki rıhtımın işgaline izin vermiş.(Üstte) Gazinonun arkasından yol geçiyor. Gazino işletmecileri kıvır zıvırlarını arka tarafa koymuşlar. Hani temizlikçi kızın tozları halının altına süpürmesi gibi.
GÜNEŞ SAATİNİN İLGİNÇ HİKAYESİ: Rıhtımda cam fanus içine alınmış mermeri kırık güneş saati ilgimizi çekti. İçinde bu kırıklarla ile ilgili bir yazı vardı. Yazının son cümlelerini sizlerle paylaşıyorum; “05 Mayıs 2006 günü açılışı yapılan Türkiye’nin halka açık sergilenen ilk güneş saati 08 Mayıs 2006 günü ELLERİ KIRALASI YARATIKLAR tarafından bu hale getirilmiştir”. Ne bekliyorlardı ki.

16 Nisan 2008

Lalelere tepeden bakınca!....

Bu yıl bulutlu bir havada Emirgan Korusu'ndaki laleleri gezdik. Her yıl lalelerle ilgili benzer fotoğraflar çektiğimi fark ettim. Bu kez bir değişiklik yapalım dedim ve lalelere tepeden baktım. Bu bakışı sizlerle de paylaşmak istedim. İşte tepeden bakışla lalelerin görüntüleri::

15 Nisan 2008

Ölüdeniz’in iki ayrı hikayesi!...

Fethiye’ye 25 yıl önce gitmiştik. İki aile ile birlikte. Hatırladığım kentin bir tepenin eteklerinde kurulduğu idi. Sonra Ölüdeniz’e inmiş, Osman Çavuş’un küçük evlerinde kalmıştık. Biraz da Fethiye ve Ölüdeniz ne kadar değişmiş merakı vardı içimde.Fethiye’ye girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken, geniş bir bulvar ve iki üç katı geçmeyen bahçeli evler oldu. Kent ovaya doğru yayılmış ve yayılmağa devam ediyor. İnşaatlar dikkat çekici. Yeni sitelerin yapımı tüm hızıyla devam ediyor. Bu demektir ki kent göç alma konusunda hızlı bir gelişim içinde. Sokaklarda yerli halk ile karşılaşıyoruz. Zira sezon açılmamış, yerli ve yabancı turistler gelmemiş. Bir de yerli İngilizler var tabii.
Çalış Plajı’nda aktivitelerin yapıldığı yerde “Yörük çadırı”. Bizim gittiğimiz gün bomboştu.
Çalış plajından bir görüntü. Yazın buralarının cıvıl cıvıl olduğu kesin.

Ölüdeniz’e iniş. 25 yıl önce tek tük ev varken şimdi silme ev ve butik otel dolmuş.
Kalacağımız yere yerleştikten sonra önce Çalış Plajı’na uzanıyoruz. Çalış kumsalı bize Kumburgaz’ı hatırlatıyor. Sadece Kumburgaz’ın biçimsiz büyük blokları yok buralarda. Bahçeli evler bir plan dahilinde sıralanmış. Tüm sokaklar numaralı. Cadde isimleri var ama sokak isimleri yok. Hayal ettiğim bol çiçekli evleri göremiyorum. Belki benim gözüme ilişmiyor. Bu gidişle Berceste ’ye "senin için çiçek fotoğrafı çekerim" sözünü yerine getiremeyeceğiz.Çalış Plajı da sezonu bekliyor. Cumartesi Pazar günleri özellikle yerli İngilizlerin aktiviteleri ilgi çekiyormuş.

Ölüdeniz’in koy kısmının görünüşü. Osman Çavuş’un küçük evleri hâlâ duruyor. Yamaçtaki Meri motel de yenilenmiş şekliyle orada.Ölüdeniz’de denize girenlerin çok olacağını ummuştuk ama hava soğuktu. Sadece iki çocuk bu mevsimde denizin tadını çıkarıyordu.Bomboş sahilde yürüyen bir baba ve çocukları. Baharın tadını çıkarıyorlar.
Çalışta Karadeniz pidesi-her yere girmiş bizim pideler- yedikten sonra Ölüdeniz’e doğru yola çıkıyoruz. 25 yıl önce geçtiğimiz yerleri hatırlamak çok zor. Yolun iki tarafında da evler karşılıyor bizi. Tabii yeni yapılan inşaatlar da. Ölüdeniz’e bir yamaçtan inilirdi. Yine o yamaçtan iniyoruz ama bu kez yüzlerce evin yanından. Neredeyse hiç boş alan kalmamış. Portakal tarlaları yerini evlere bırakmış. Ölüdeniz, sezon açılmadığı için ölü gibi. Sahilde oturmuş bira içen yerli turistlerden başka kimseyi göremiyoruz. Bir de yamaç paraşütü yapanları. Bizim gittiğimiz zaman onların plaja inme zamanlarına denk geldiği için. Ölüdeniz sahilinde hem güneşlenen hem de genellikle bira içen turistler. Bunların Fethiye’ye yerleşmiş İngilizler olup olmadığını soramadık tabii.
Bizim Ölüdeniz plajında gezindiğimiz sırada Babadağ’dan uçan yamaç paraşütçülerinin inişi vardı. Profesyoneller sizi araba ile bir saat süren bir yolculukla Babadağ’a çıkarıyor, paraşütle 30-40 dakika havada süzüldükten sonra plaja indiriyorlar.
Ölüdeniz’in koy kısmında yakaladığımız ilginç bir görüntü. Bir nişan ya da düğün var kıyıda. Bu tip törenleri, yabancı ülke sahillerinde görmek normal; ama bu adetin bize de geldiğini görmek ilginç geldi bize.
Ölüdeniz’le ilgili iki ayrı hikaye:
Açıkdenizden Belcekız kıyılarına bakıldığında Ölüdeniz'i görmek mümkün değildir. Ölüdeniz'e kıyıya iyice yaklaşıldığında 90 derecelik bir açı yapan kısa kanaldan girilir.
Fırtınalı bir gün. Bir baba oğulun teknesi Yediburunlar önlerinde fırtınaya yakalanıyor. Azgın dalgalar neredeyse tekneyi batıracak. Oğul Belcekız isimli bir kıza sevdalıymış. Yörede yaşayan kızı görmek için oğul sık sık buralara gelirmiş. Yöreyi de bilirmiş. Babasına “ kayalıkların ardında bir koy var. Kayalıklara yaklaşalım” demiş. Babası inanmamış. Kayalıklara yaklaşırlarsa teknenin parçalanacağını ve öleceklerini iddia etmiş. Baba oğul arasındaki itiş kakış sırasında baba kayalıklara gittiklerini sanıp oğlunu kürek darbesi ile denize düşürmüş, kayalara çarpıp ölmesine neden olmuş. Baba biraz sonra denizin döndüğünü ve koya dönüştüğünü görmüş. Tekneyi koya sokmuş. Kendi kurtulmuş ama oğlunun ölümüne günlerce yas tutmuş. Denize ağlamış. Belcekız da sevgilisinin öldüğünü duyunca kendini denize atmış. O günden sonra, Oğulun öldüğü yere Ölüdeniz, kızın öldüğü yere de Belcekız denmiş.
İkinci hikaye daha mantıklı:
Bir deniz savaşında yenik düşen Likya Kralı, yaralılarını, yaşlı, çocuk, kadın, erkek ve gençlerini yelkenli gemisine doldurur. Gemi Belceğiz açıklarında şiddetli fırtınaya yakalanır. Sığınacak bir yer ararken kralın oğlu, geminin yönünü Belceğiz kıyılarına çevirtir. Çünkü doğal bir koy olan Ölüdeniz'den haberdardır. Ancak kıyıya yaklaştıkça sığınacak bir liman göremeyen Kral, kavminin son kalanlarını da felakete götüren bu emri kim verdiyse kellesinin uçurulması ister. Emir yerine getirilir. Ancak bu arada yelkenli gemi kıyıya yaklaşmış ve kanala girilmek üzeredir. Ölüdeniz bütün sakinliği ile onları beklemektedir. Kral ve kavminin son kalanları ve onları taşıyan gemi kurtulur ama kralın oğlu ölmüştür. Bu nedenle o zamandan bu güne bu limana Ölüdeniz denilmektedir.

“HEPİMİZ TAYYİBİZ”!… Neye talibiz?

Ülkemin bazı gerçeklerle yüz yüze gelmesini beklemek uzunca bir süremi aldığı halde umudumu asla kaybetmedim… Sabırlı olursam, biliyordum ki menfaatin nerede ise yok etme noktasına getirdiği görme duygusu canlanacaktır… Birden bire ne oldu dersiniz?
Mucize gibi bir şey oldu… Manzara değişti… Ve ben neden göremiyor muşum anladım!…
Yüzümü nereye çevirmem gerektiğini gördüm… Neyim eksik ve ben bunu ne zamandır nasıl düşünmedim diye hayıflandım… Ne çok şeyi ŞEY edememişim… Ve sonunda değişime uymak istedim… Ama onlar bana, sen ne zamandır bizdensin dediler ve asla YÜZ VERMEDİLER… Zihnimde hâlâ o eski alışkanlığın yarattığı zararlı fikirler var. Onları silip süpürmem gerek diye düşündüm… O nedenle sıralıyorum..
……
AKP Cumhurbaşkanının yetkilerinden şikayet ederek bugüne gelmedi mi? Bu yetkilerin azalmasını istemedi mi? Şimdi ne yapıyor? 301’inci madde taslağı şöyle: “Türk ulusuna, Türkiye Cumhuriyetine, TBMM’ye, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine, devletin yargı organlarına, askeri ve emniyet teşkilatına” alenen hakaret edenler hakkında dava açılabilmesi, Cumhurbaşkanının izin vermesi koşuluna bağlıdır… Yani Cumhurbaşkanına bir yetki daha veriyor… Azalmıyor ki artıyor!… Ayrıca bunun da hukuki olup olmayacağı yeni bir tartışma konusu... Ne değişti anlamak zor! Bakınca AKP gibi görmeyi istiyorum ya! Bakıyorum bakıyorum, göremiyorum demek artık hoşuma gitmiyor…
……………..
AB genel valilerinin Türkiye’ye kadar gelip yargıyı hiçe saymaları ve “AKP’nin kapatılmasının, üyeliğin askıya alınmasına yol açabileceğini” söylemi kimsenin ağırına gitmiyor.. AKP nin bu söyleme sevindiğini görmek ise beni şaşırtmıyor!… Ama midem kalkıyor… Ne yedim ben diye durup düşünüyorum… Gırtlağımdan AB menşeli ne geçti diye hafızamı sorguluyorum!.. Hemen hemen hiçbir şey!… Hazımsızlığımın sadece AB ile sınırlı olmadığını görmem için meslektaşlarımın büyük bir çoğunluğunun gelişmiş zekalarına ve daralmış ileriyi görme meziyetlerine de kusur bulamıyorum… Onlar bildikleri halde, günün koşulları elvermediği için söylememiş olabilirler..! Ne yapabilirler ki… İşsiz mi kalsınlar!
…………..
Anlama ve hazmetme kapasitemin sonlara indiği sıralar ata sözleri bana yardım ediyor.!. “Paran kadar konuş” Ne yani paran yoksa konuşma hakkında mı yok!
“Çoğunluğun dediği olur”… Mantık yürütürsen bir başka mantıksızlığa çıkmıyor musun?.. Çoğunluk ne derse doğru mudur? Kimdir bu çoğunluk… AKP ye oy veren İNANMIŞLAR
% 47… Bunlar Milli iradedir.. Geri kalanlar?… AKP ye inanamayanlar? Yolunu bulamayanlar mı?
……….
AB genel valiler heyetinin en başının, demokratik kadifeye sarıp sunduğu paketten de yalan çıkabiliyor… Anlamak için kavramak için değişmeliyim… Benim algılamam neden bu kadar yabancı… Yüz yüze gelemiyorum o gerçeklerle! DEMOKRATİK LAİKLİK…
Bu da son malımız… AB den ithal taze bir mal… Şimdi gel de ayıkla… AKP de bu sulandırılmış ve de çok kere kafa karıştırıcı formüle sarılmıyor mu?
Laiklik, demokrasinin olmazsa olmazı olan “özgür irade’nin en birinci teminatıdır; laiklik, özgür iradenin düzeni bozma, karışıklık, dinin istismarı, gibi pek çok tehlikeyi de önleyen temel şarttır. Bu kavramı demokratik bir ambalaja sarmaya çalışmak, bireyin özgür iradesinin dince kutsal olanlar ile etkilenmesine cevaz verir ki, sonuçta oluşacak irade artık özgür değil bağımlı bir iradedir ve o rejimin adı da "demokrasi" değildir.
Barroso’nun bu gerçeği bilmemesi doğru olabilir mi? Yoksa….. AİHM’kararlarını da mı okumadı… O kararlara bakan her dikkatli göz “demokratik laiklik” diye bir kavramın söz konusu olamayacağını görebilir…GÖRÜR...
………………
Onları TV de izlerken bütün karanlıklar aydınlığa döndü!… Mucize dediğin böyle olur dedim… Ankara’da AKP kadın kolları işi çözmüştü.Salondaki herkes birer maske takıp TAYYİP olmuştu..Bakıp göremeyenlere de yazı ile izah eklenmişti..Hepimiz Tayip’iz
Ve böylece ne karşı çıkan ne farklı düşünen ne de itiraz eden kalmıştı! Hemen telefona sarıldım… Ben de isterim dedim… Benim ihtiyacım sizlerden çok…AKP iktidara geldiği günden bu yana hasta gibiyim…Bana da verin BEN de gerçekleri görmeyeyim rahata ereyim dedim… Yüz vermediler… İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara dedim… Aldırmadılar… O maske onların malı olarak kaldı… Paylaşmadılar.. Sıkıldım bu karamsar tablodan… Bildiğim, gördüğüm gerçeklerden.diye haykırdım . Ama olmadı… Yüz vermediler… Kibarca bana maske kalmadı… Geç kaldınız dediler.. İçimden eyvah çıkmadı.. Maskeli demokrasiyi gördüm…Yıllardır seyrediyordum..Anlatamıyordum..Sadece Vah vah çıktı… Bir kez daha öteki olarak sordum…
“Hepiniz Tayyip’siniz”… Neye talipsiniz?

13 Nisan 2008

İstanbul’dan çıktık yola. İlk durak Manisa!...

Eşimin bir haftalık tatili vardı. İstanbul’da oraya buraya gidip zaman öldüreceğimize Fethiye’ye doğru bir uzanalım dedik. Oralarının tam gezilecek zamanı diye düşündük.Niyetimiz Manisa’da bir gece konaklamak sonra da Fethiye’ye inmekti. Ondan sonra Göcek, Kalkan, Köyceğiz ve Marmaris’i gezmek, son durak olarak Edremit’e ulaşıp bir gün kaldıktan sonra ver elini İstanbul yapmaktı.Öyle de yaptık. Ama son durak Edremit’e uğramadan bir gün önce İstanbul’a döndük.Bu gezimiz sırasında Fethiye’de uğradığımız blog dostumuz Asortikkrep'e ve eşi “uzun beye” buradan bize gösterdikleri yakınlık için bir kere daha teşekkür ederiz.
Manisa Anadolu da bir çok kent gibi sırtını Spil dağına yaslamış.
Şehir yavaş yavaş dağın tepesine doğru genişliyor.
Önce Manisa’dan başlıyorum:
Manisa geçiş ili. İzmir’e giderken yanından geçtiğimiz bir şehir. İstanbul’a dönünce Manisa’nın tarihi hakkında küçük bir araştırma yaptım.Bu bilgileri sizlerle paylaşıyorum;
Manisa ile ilgili tarih öncesine kadar giden bir bilgiye rastlanmıyor. Manisa’nın Yunanistan’ın Teselya bölgesinden göç eden Magnetler tarafından kurulduğu tahmin ediliyor. Sonra Hititler boy gösteriyor Manisa bölgesinde. Hititlerden sonra Persler ve Bergama Krallığı bölgeyi ele geçiriyor.
Şehrin tam göbeğinde Tarihi Hatuniye Camii dikkatimizi çekiyor. Tarihi caminin yanına sonradan minare eklenmiş. Ne stili ne de rengi uymuş. Tam üstü kaval altı Şişhane.
1313 yılının Regaip Kandili gecesi Manisa, Alpagı oğlu Saruhan bey tarafından alınıyor ve Saruhanoğulları Beyliği’nin merkezi haline geliyor. Saruhanoğulları uzun süre Manisa çevresinde yaşıyorlar. Eşkıyalarla boğuşuyorlar ama güçleri de bitiyor. Bölgeye bu kez Karaosmanoğulları hakim oluyor ve eşkıyalığa son veriyorlar. Manisa Mondros antlaşması’nın 7.maddesine dayanılarak Yunanlılar tarafından işgal ediliyor. Ne zamana kadar? Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin zaferle sonuçlanmasına kadar.
Manisa caddelerinde yürürken dar bir giriş dikkatimizi çekti. Merak bu ya içeri girdik. İyi ki girmişiz. Karşımıza restore edilmiş bir kervansaray çıktı.( Üstteki ve alttaki fotoğraf)Kervansaray bir çay bahçesine dönüştürülmüş. Hem alt katında hem de üst katında çay, kahve ve nargile servisi yapılıyor. Müşterilerin çoğunun üniversiteli gençler olması dikkat çekiyor.
Yunanlılar girdikleri her bölgede yaptıklarını burada da yapıyor, kenti ateşe veriyorlar. Tarihin Manisa’ya kazandırdığı kültür miraslarını yakıp yıkıyorlar.
1923’de Saruhan adıyla il olan şehrin adı, 1927’de Manisa olarak değiştiriliyor.

11 Nisan 2008

"Fırtınalı günlerden" unutamadığım bir anı!...

Ülkemizin ekonomik durumunun iyi olmadığı, 5 cente muhtaç olduğumuz, yağın, sigaranın, yakıtın olmadığı 1978 – 1979 yıllarıydı. Ecevit hükümetinin Arnavutluk’la yaptığı mal karşılığı ticaret antlaşması gereği Asfalt seferlerine başlamıştık. Arnavutluk’un Durres limanından asfalt yüklüyor, Tavşancıl’a getiriyorduk. Son seferimize gitmiştik. Yükümüzü alıp harekete hazır duruma gelip limandan çıkmak için pilot çağırdık. Arnavut pilot ve liman yetkilileri havanın çok sert olduğunu ve fırtına ihbarı olduğunu söylediler. Gemimizin kaptanı Tuncer Kaptan yine de çıkmak istediğimizi söyledi. Bunun üzerine pilot geldi ve bizi limandan çıkardı. Durres’ten çıkmak için kanal seyri yapılıyor. Kanaldan çıkınca rüzgar ve denizler artmaya başladı. 50 mil ilerideki Vlore limanını kapalım diye seyre devam ettik. Hava gittikçe üstüne koyuyordu. Rüzgar güneyden 8 – 9 esiyordu. Güneyden estiği için rüzgarın şiddetine göre deniz kabarmamıştı.

GEMİNİN TELSİZİ SUSUNCA...
O zaman gemide görevim 3. kaptanlıktı. Vardiyam gece yarısından sonra olduğu için yatıyordum. Gemi sert bir şekilde baş vurdu, sanki başının üzerine dikilmişti. Yataktan fırladım, o sırada kamaramın kapısı açıldı 2.Makinist Şükrü bey gözleri yerinden fırlamış gibi bana bakıyordu. “Ne oldu” diye sordum, hiçbir şey söylemeden döndü gitti. Hemen köprü üstüne çıktım. Tuncer Kaptan bütün ışıkları yaktırmıştı. Güverte devamlı suyun içindeydi. Denizleri kafadan almamıza rağmen yine de gemi kalkınamıyordu. O baş vuruşta, telsiz anteninin gergisi kopmuştu. Anten güvertede suyun içindeydi. Telsiz kullanılamıyordu. 2. kaptanla birlikte miyar güverteye çıktık, anteni gerip iletişimi sağlamak gerekiyordu. Ben direğe çıktım, germe telini çekerek anteni kedi köprüsünden 2 metre kadar kaldırdım. Teli bağlayacak her hangi bir şey yoktu. Yaşar Kaptan’a bana teli bağlamak için bir şey vermesini söyledim ama o sert rüzgarda beni duymamıştı. Üzerimde haki renkli bir kabanım vardı, onun belindeki lastiği çekip çıkardım ve onunla anteni gerdirip bağladım. Geminin sürati saatte 3 mile düşmüştü. Zorlukla ilerliyorduk. Vlore’ ye gelmeden ufak bir ada vardı ve askeri amaçla kullanılıyordu. O adanın altından geçebilsek denizlerden çıkacaktık, fakat Arnavutlar izin vermediler. Saatlerce döğüştürüp sonunda Vlore koyuna girdik ve demirledik. İki gün orada kaldık. Hava kalınca hareket ettik. Gidiş gelişlerde Korrent kanalını kullanıyorduk. Korrent kanalı altı kilometre uzunluğunda elle açılma bir kanaldı.

SİLAHLI POLİSLER...
Boş giderken pilot dümeni kendisi tutuyor, yüklü dönerken baştan römorköre çapraz halat veriyor, yine pilot dümeni tutuyordu. Sefer dönüşünde Tavşancıl’a geldik. Gece yarısına doğru yanaştık. Salona geçtik, kamarot çayları getirdi, daha içmeye başlamadan birden ellerinde tomson larla sivil polisler salona girdi, eller yukarı deyip bizi adeta teslim aldılar. O yıllar sıkı yönetim olduğu yıllardı. Telsizle ( VHF) acenta ve gümrükle olan konuşmalarımızı dinlemişler, yurt dışından geldiğimiz için şüphelenip baskın yapmışlar. Tabiî ki aramalarda bir şey bulamadılar. Biz devlet gemisi olduğumuzu, bizde yanlışlık olmayacağını söyledik. Daha sonra ayrıldılar. Bütün o fırtınalardan sonra başımıza bu da gelmişti. Gümrük kontrolünden sonra evlere gidecektik, ama arabalarda benzin yoktu. Bir de bu sıkıntıları çekiyorduk. Ülke bir daha o sıkıntıları yaşamaz inşallah.

5 Nisan 2008

Alerjiye karşı sarımsak ve soğan!...

Etrafımızda dolaşan polen, toz, sporlar ve mayt denilen böceklere karşı vücudumuz tepki gösterir. Bu tepkiye alerji diyoruz.
En çok görülen alerji türü saman nezlesini polenlerin tetiklediğini hepimiz biliriz.
SARIMSAK ve SOĞAN içerdikleri kuersetin gibi bileşiklerle alerji konusunda yararlıdırlar.
GİNKO ağacının yapraklarından elde edilen özüt, vücudun ürettiği tepkiye karşı önemli bir önleyicidir. Ginko özütünün aşırı dozda alınmaması gerekiyor. Mümkünse günde 60-240 miligram arası standardize edilmiş ginko özütü kullanılması doğru olur.
ISIRGAN OTU ile hazırlanmış preparatların alerjiye iyi geldiği tespit edilmiştir. Isırgan otunun yüzyıllar boyunca burun akıntısı, göğüs sıkışıklığı, astım ve boğmaca gibi hastalıklarda kullanıldığını da unutmamak gerekiyor.
PAPATYA ile hazırlanmış preparatlarla yapılan masajın kurdeşen ve kaşıntıya iyi geldiği belirlenmiştir. Papatyanın bazı alerjik bünyelere iyi gelmediğini de belirtmekte yarar var. KRİZANTEM bitkisi de kaşıntılara iyi gelen bir bitkidir. Krizantemin kapsülünün kullanılması öneriliyor ve hamilelerin kullanmaması isteniyor.
C VİTAMİNİ kullananların alerji olmamaları dikkat çekicidir.
Kaynak: Dr.James A. Duke-Yeşil Eczane kitabı

4 Nisan 2008

Osman Abim evde mi?

Bu şarkıyı son bir haftadır dilimden düşüremiyorum… Bazen takılır kalır ya nağmeler!.. Öyle oldu… Osman abim evde mi deyince göz ucu ile Ankara’ya bakıyorum… Sayın Başbakan orda mı? diye… Sonra ne mi oluyor… İçime bir huzur doluyor!.. Ne olacak! Orda ve tek başına!
……………….
Geri dönüp ekonomik gidişi kontrol ettiğiniz zaman, KRİZLERİN geliştiğini ve hemen ardından iktidarların değiştiği görürsünüz… Seçimlere baktığınız zaman da TEK BAŞINA OLANLAR öne çıkar… Partide TEK BAŞINA, siyasette TEK BAŞINA, kararda TEK BAŞINA… Saltanat sahiplerinin her Cuma namazı öncesi aldıkları uyarıyı da bugünküler almazlar… MAĞRUR olma padişahım senden büyük Allah var. Onun yerine her fırsatta “en büyük sizsiniz sizden büyüğü yok” sıvazlaması ile yürürler… Karşı geleni bir kaşık suda boğabilirler… Ergenekon kazanında yakabilirler! Van’da intihara sürükledikleri insanların çektiği acıları çektirebilirler! Bunun adı ne?… En namuslu görünenlerin sonradan çıkan suçları saç baş yoldurur… İnanamazsınız… VE EVDE TEK BAŞINA KALMAK NE DEMEK ANLARSINIZ!

Yargıtay 11. Ceza Dairesi, kapatılan RP’nin son genel başkanı Necmettin Erbakan’ı, “Kayıp Trilyon” davasında “özel belgede sahtecilik” suçundan 2 yıl 4 ay hapse mahkum eden ve bu cezayı evde çekmesine ilişkin mahkeme kararını onadı. 82 yaşındaki Erbakan evde hapis cezası çekecek olan ilk başbakan olacak. Erbakan, 11 aylık cezayı “Ev Hapsi” Yasası’na göre isterse Altınoluk’taki yazlığında ya da Ankara Balgat’taki evinde çekecek.

Habere ek yapmak istemiyorum. Erbakan kimdir, kimler yanında yetişmiştir bilmeyen mi var?
……………….
Siyasi çalkantıların analizinde ise körlükle başlayan, sağırlıkla geçen belli bir dönemden sonra BEN NEYMİŞİM sınırı yakalanır… Ve ne yazık ki aklın MANTIĞIN da işe yaramazlığı ortaya çıkar!.. Sonu hızlandıran gelişme GERME ile başlamıştır… Gerdikçe gerilir geldiğiniz adresi unutursunuz!.. Hukuk mu guguk mu diyebilenler “en masum olanlar” mı? Başbakanın TEK BAŞINA tavrı neye dayanıyor dersiniz? Yakın çevresi şöyle demiyor mu?
“Başbakan, Türkiye için çok şey yaptığına inanıyor. O kadar ki kendi yaptıklarının 80 yıllık cumhuriyet döneminde yapılanlardan fazla olduğuna sanıyor! Eleştirileri kabul edemiyor.”
Başbakanın bir de hoşlandığı cümleler var ve çok sık kendine söylenmesine itirazı da yok “Efendim siz gelmiş geçmiş en büyük lider, eşsiz bir devlet adamısınız. AKP siz varsanuz vardır.. Siz bu ülkenin makûs talihini değiştirdiniz. Hiçbir başbakan sizin kadar başarılı olamadı… Hem Türk âlemi, hem İslam âlemi, hem de dünya sizi hayranlıkla izliyor.”
Allahı var Başbakanımızda hayranlarının mutsuz ve de onsuz kalmamasına dikkat ettiği için ha bire geziyor! Geziyor ama olanları görüyor mu?
………………………
İRLANDA Başbakanı Bertie Ahern, 6 Mayıs günü 11 yıldır sürdürdüğü bu görevden istifa ederek ayrılacağını açıkladı. Ülkesinde gerilim yok, kriz yok aksine işlerde iyi… Başbakan üstelik başarılı biri. İrlanda’nın ekonomik bakımdan son derece geliştiği gerçek. Ve Ahern Kuzey İrlanda sorununun çözüm sürecinde de önemli katkıları olan bir lider. Ama 90’lı yıllarda bazı yakın arkadaşlarından “borç almayı kabul etmiş olması” istifa etmesine yol açıyor... Partisine yapılan bazı yardımların da kendi banka hesabı üzerinden geçirilmesi gibi bir ahlaki problem ile soruşturma sürüyor. Mali yolsuzluk ona ağır geliyor… Siyaseti terk etmek zorunda kalıyor. Hayret değil mi?. Madem tek başına iktidardır ,yandaşlardan destek almağa hakkı yok mu? Bizdendur demeyi akıl edememiş mi? Borç yiğidin kamçısı, para elimin kiri diyememiş mi?
…………
Dün, kayıp trilyonlar yüzünden yargılananlar bugün evde tek başına kalsalar da “Tele oturumlarla” konuşabiliyorlar! Bizim aradığımız şu: “aman bu kıymetlerimize bir şey olmasın.. Onları saklayalım.. Sadece onları değil oldu olacak olanları da saklayalım.. Bir yerlere gidip kaybolmasınlar.. Öyle ya Trilyonlar nerede denince asla hatırlamıyorlar!.. Ya ev adreslerini de unuturlarsa! Aman ha.. Bilmedik bir yerlere gidip cami duvarlarına yaslanıp adres aramasınlar!.. Kaybolmasınlar... Evinde olduğunu bilelim yeter.. İçimiz rahat…
Dudaklarımda aynı türkü yok ama benim de içim rahat… Şarkı devam ediyor…
“Osman abim evde mi?” Bilelim yeter…

2 Nisan 2008

Ankara'nın yıkılmayan iki kalesinden biri!...

Başkent Ankara’dan kimler geldi kimler geçti bugüne kadar. Şu aralar Ankara toz duman. Büyüklerimiz sağ duyumudur nedir onun peşinde. Bu toz duman arasında dimdik ayakta duran ve yıkılması imkansız iki kale var; Biri Anıt Kabir, diğeri de şimdi size tanıtacağım Ankara Kalesi.... Ankara Kalesi’nin Hititlere kadar uzanan bir geçmişi var. Romalılar Bizanslılar derken Selçukluların eline geçmiş sonunda. Tarih 1073. Selçuklular kaleyi hem onarmışlar, hem de ilaveler yapmışlar. Kale yapısında rastlanan heykel, lahit, sütun başlıkları kalenin yapımı ve onarımında etrafta bulunan malzemelerden yararlanıldığını gösteriyor. Atatürk döneminde Ankara ve çevresinde arkeolojik kazılara önem verilmiş ve yıllar öncesine ait buluntular ortaya çıkarılmış. Ankara Kalesi'nin İçkale bölümünün Hititler döneminde bir yerleşim yeri olduğu anlaşılmış. Hititlerden sonra Ankara'ya Frigler egemen olmuş. Bir efsaneye göre Ankara'yı ünlü Frig Kralı Midas kurmuş.
Frig döneminde kalede, bugünkü Hacı Bayram Camii çevresinde ve düzlüklerde yerleşildiği kazılarla belirlenmiş. Friglerin başkenti Gordion’un Ankara'ya 105 km. uzaklıkta olduğu biliniyor. Frig devleti yıkılınca bölge Lidyalıların eline geçmiş. Selçuklu Türkleri Ankara'ya çok önem vermiş. Selçuklu sultanları iç ve dış kale surlarını onarmış. İçkalenin kuzeydoğusuna Akkale bölümünü eklemişler. Selçuklu dönemi yapılarından Alaaddin Camii, Arslanhane Camii, Ahi Şerafeddin Camii, Saraç Sinan Mescidi ve Akköprü günümüze ulaşmış.
Osmanlı döneminde II. Murat tarafından şehir imar edilmiş. Fatih Sultan Mehmet döneminde ise ordunun toplandığı bir uğrak yeri olmuş. Kanuni Sultan Süleyman döneminde (XVI. Yüzyıl) Osmanlı eyalet sistemi kurulurken Ankara bir süre Anadolu eyaletinin merkezi olmuş, eyalet merkezi Kütahya'ya nakledilince Ankara sancak merkezi haline gelmiş. 1892 yılında Ankara'ya demiryolu gelmiş. 1917 yılındaki yangında kalenin kuzeybatısındaki mahalleler tamamen yanmış.
27 Aralık 1919 tarihinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Sivas'tan Ankara'ya gelmeleriyle Ankara yeni bir kimlik kazanıyor. Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de Ankara'da T.B.M.M.'nin açılmasını sağlıyor ve cumhuriyetin temelini atıyor. Kurtuluş Savaşı sonunda 23 Nisan 1920 tarihinden beri sürdürülen yeni Türk devletinin başkentlik statüsü, 13 ekim 1923'te kabul ediliyor ve Ankara başkent oluyor. (Kaynak: Ankara Sanayi odası)

1 Nisan 2008

İşgalde Rumelifenerli bir kahraman!...

İstanbul’un işgalinden sonra ve Kurtuluş için çalışan Fener’deki Türklerden biri de Şükrü Çevir’di. Ben Şükrü dayıyı tanıdığımda şimdiki yeni caminin minaresinin olduğu yerde yani kilisenin köşesinde küçük bir dükkanı vardı. Ben ondan yemiş alırdım ve beni çok severdi. Genelde köyün halkı ondan çekinirdi, çünkü çok sert bir adamdı.
Şimdi onunla ilgili bir olayı anlatacağım:
Fener’deki motorcular Anadolu’ya silah ve subay kaçırıyorlardı. Şükrü dayı da bu ekiptendi. Ona Anadolu’ya kaçırılmış ama kamaları olmayan topların kamalarını getirme görevi verilmişti. İstanbul’a iniyor, Harbiye nezaretinden bir subayla irtibat kurup kamaları almak için bekliyor, fakat çok sıkı kontroller olduğundan alamıyor.
Bu arada işbirlikçi bir hain onu ihbar ediyor ve takibe alınıyor. İngiliz ve zaptiyelerden zor kaçıyor ama kamaları mutlaka alması gerekiyor. Bütün tehlikeye rağmen tekrar İstanbul’a iniyor. Galata Köprüsü’nde İngiliz ve zaptiyeler tarafından tutuklanmak isteniyor, fakat yine kaçıp o subayı buluyor, kamaları alıp Fener’e dönerken Altın kum mevkiinde ( Rumeli Kavağı’nın Karadeniz tarafı) İngiliz devriyeler önünü kesiyor.
Şükrü dayı silahını çekip 3 İngiliz’i yaralıyor ve o kargaşada kaçıp kurtuluyor. Kamaları Fener’e getiriyor.
Daha sonra bir baskında yakalanıyor ve zindana atılıyor. İdamla yargılanıyor. İşgalde İngiliz askerlerini değil yaralamak el kaldırmanın bile cezası idamdı. Hatırlı kişiler araya giriyor, Şükrü dayının cezası 10 seneye indiriliyor. İşgal bitince serbest bırakılıyor.
Şükrü dayı da adı bilinmeyen kahramanlardan biriydi. Onların sayesinde bu gün bu güzel vatan da özgürce yaşıyoruz. Ruhları şad olsun.
04.01.2008
İstanbul