21 Ağustos 2009

Gezinme rekoru kıran Özdil yazısı!...

Dostlarım bilir; meslek arkadaşım, dostum, kardeşim Sevgili Yılmaz Özdil'in yazılarından bazılarını bu blogda sizlerle paylaşıyorum. Özdil tatilden döndü, ilk yazısı bir anda internet ortamında gezinme rekoru kırdı.
Yazı benim mailime de geldi.
İşte o yazı:

Al sana açılım

27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
*Tatilden döndüm...

"Kürtçe" başlıklı bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
*Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
*Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
*Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
*Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
*Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
*Hayır..
.Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi...
Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
*Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde...
Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
*E hani sansür?
Buyrun...
*Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım...
"Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler...
"Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
*İki gün sonra...
Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar...
"Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
*Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
*(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip...
İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil, sansür kurulu!)
*İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.Lisan, böler.Cart diye.
*Bizi bize yabancı eder.Kanıtı da bu yazı.

17 Ağustos 2009

Uçtu uçtu, torun Mete uçtu!...

Deniz kıyısında çektiğim fotoğrafı facebook’a koymuştum. Torunum Mete’nin havada uçtuğu anı.
Dostlarım ve yakınlarım bu kareyi blogda da yayımlamamı istediler.
Umumi istek üzerine uçan Mete huzurunuzda!...

9 Ağustos 2009

Kabuklu cevizde kazıklanma zamanı!...

Taze ama henüz olmamış cevizlerin içleri!....
Bizim yazlığın bulunduğu semtte cumartesi günleri pazar kuruluyor. Yazlıkçıların ucuz diye akın akın gittiği bir pazar bu.
Geçen cumartesi eşimi pazarın bir ucunda bıraktım, ben de diğer ucundaki otoparka arabamı park ettikten sonra geriye doğru yürümeye başladım.
Pazarın ortasında buluştuk.
Çok sevdiğimi bildiği için eşim "kabuklu ceviz aldım sana" dedi. Malum doktorlar henüz ilaçlanmadığı için kabuklu cevizi tavsiye ediyorlar. "İyi yapmışsın" dedim. Eve geldik.
İlk cevizi kırdım. İçi henüz olmamıştı. Bir kenara koydum. İkinci cevizi kırdım. Yine olmamış. İşkillenmeye başladım. Üçüncü cevizi kırdım. İçi yine aynı...
Ben "bu iyidir" ümidiyle kırıyorum cevizleri, içi olmamış çıkıyor. Öfkeyle tüm cevizleri kırdım. Çıka çıka bize bir avuç ceviz çıktı. O da minik parçalar halinde. Eşime "kilosu kaçtandı" diye sordum. "12 lira" dedi. "On iki kere haram olsun bu malı satanlara" diyebildim ancak. Pahalı satabilmek için cevizleri olmamışken dalından koparanlara, çuvala koyup pazarda göz boyayanlara......
Üstelik satıcı, eşime "abla kırayım bir tane" demiş ve önünde ayırdığı iyi cevizlerden birini kırıp göstermiş.
12 liraya 30 gram ceviz.
Siz siz olun, kabuklu ceviz alacaksanız cevizi mutlaka siz seçin. Hatta kıyıdan köşeden birkaç ceviz seçip satıcıya kırdırın. İkna olduktan sonra kabuklu ceviz alın.
Yoksa bizim gibi "kazığı yemeniz" işten bile değildir.

4 Ağustos 2009

Dede toprakları TİKVEŞ’teki heyecan !...

Kavadar'da bizleri heyecanlandıran çınar...
Nihayet dede topraklarındaTikveş’teyiz! Özel bir amaçla çıkılan bu gezinin en heyecanlı kısmına gelmiştik. Yaşı sekseni geçmiş büyüklerimiz buralardan çocuk yaşta ayrıldıkları için hatırladıkları kadarıyla doğup büyüdükleri evi, büyük çiftliği, eskiden sahip olunan köyleri bulmaya çalıştılar. Biz de babalarımızdan annelerimizden kulağımızda kalan bilgilerle ve tespit edebildiğimiz yer isimleriyle yardımcı olmaya uğraştık. Kavadar’daki ev kalmamıştı; buna rağmen “evin yanında büyük bir çınar ve yakınında köprü vardı” anısıyla hiç olmazsa mevkiini bulduk. Köprü tabii yenilenmiş, çınar ise birkaç yüz yıllık olduğu için hâlâ dimdik ayaktaydı.
Şarap fabrikasından bir görünüş...
Tikveş bölgesi şaraplarıyla meşhur. Bugün buradan bütün Avrupa’ya şarap yollanıyor. Büyük bir şarap fabrikasında tadım yaptırdılar. Çeşitli şarapları füme et ve peynir eşliğinde sundular. Yüzlerce dev fıçı, keskin bir şarap kokusu ve tatma ölçüsünde olsa da içtiğimiz şaraplar başımızı döndürdü.
Şimdi Popova Kula adıyla restoran olan dede çiftliğinin yeni hali ve kuleden çevrenin görünüşü (üstte).
Kavadar küçük bir şehir. Hatta şehir bile denemez, bizim kasabalara benziyor. Ama bizim için özelliği olan bir yer. Zaten eskiden dede evinin bulunduğu yerden başka bir yeri de gözümüz görmedi. Kavadar’da biraz gezdikten sonra Demir Kapia’ya yani Demir Kapı’ya gittik. Burada Ribar ailesini kim bilir kaç yüz yıl beslemiş olan kuleli çiftlik vardı. Çanakkale şehidi dedemin hayatta kalan tek erkek kardeşi, artık Makedonya’da yaşamaktan ümit kestiği zamanda Kral Aleksandr’ın çoktandır istediği bu çiftliği ona satarak ailesiyle Türkiye’ye gelmiş. Eskiden “Bey Kulesi” denilen bu bina, artık “Popova Kula” adıyla şarap lokantası olarak kullanılıyor. Popova Kula restoranı, orijinaline sadık kalınarak restore edilmiş. Kule, eskisinden on metre daha yükseltilmiş, içine asansör konmuş, üst kattan harika bir manzara görünümü sağlanmış. Restoranın müdürü, bizim kim olduğumuzu anlayınca oldukça heyecanlandı. “Topluca resminizi çekelim, restorana asalım; buranın eski sahiplerini herkes görsün” dedi. Arazi göz alabildiğine üzüm bağlarıyla kaplı. Eskiden Kavadar’daki evde de çiftlikte de meyve saklama odaları gibi özel şarap saklama odaları varmış. Dindar büyük anneler, şaraplara tuz atarak akıllarınca evdeki gençleri bu yasak içkinin günahından korurlarmış.
Türk köylerindeki çocuklar bizleri ilgi ile izlediler.
Çiftlik yakınındaki Türk köyünde yaşayan yaşlılara dedelerimizin izlerini soruyoruz.
Çiftliğin yakınında, adını yine eski tapulardan ve kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla eskiden bizim aileye ait olan köylerden birine de gittik. Bir Türk köyü. Yaşlı bir nine, köy sakinlerinin yüzyıllar önce Konya’nın Karaman bölgesinden geldiklerini söyledi, tıpkı bizim aile gibi.
Kuzenler hep beraber, yerel rehberimizle birlikte anı fotoğrafı çektiriyoruz.
Başka gezilere benzemeyen bir geziydi. Çok değişik duygularla memlekete döndük. Mutluluk, ölmüş büyüklerimize özlem, daha önce gelmediğimiz için pişmanlık…
Biz kuzenler, kimimiz İstanbul’da, kimimiz İzmir’de kimimiz Ankara’da yaşıyorduk ve bazılarıyla çok seyrek görüşüyorduk; ama bu gezi ile geçmişimizle yüzleşmiş, aynı büyük babanın torunları olduğumuzu hatırlayıp daha sık görüşmemiz, birbirimizden kopmamamız gerektiğini anlamıştık. Köklerimizi aramıştık ve bir ölçüde de bulmuştuk.
Eşimin kuzenleriyle yaptığı "dede topraklarına yolculuk" burada bitiyor.
Eşime bu geziyi yazıları ve fotoğraflarıyla birlikte bizimle paylaştığı için teşekkür ediyorum.
Punto

28 Temmuz 2009

Resne ve Manastır'dayız!...

Resneli Niyazi Bey'in Louvre Sarayı'ndan esinlenerek yaptırdığı sarayı.
İttihat ve Terakki’nin üç kişisinden biri olan Resneli Niyazi Bey olmasa Resne şehrini belki de hiç bilmeyecek veya önemsemeyecektik. Yakın tarihimizden bildiğimiz Niyazi Bey, 31 Mart Vakası üzerine Selanik’ten İstanbula yürüyen ve II. Abdülhamid’e karşı ayaklanan, Meşrutiyet’in ilanını sağlayan Hareket Ordusu’nun önde gelenlerindendi. O zamanlar Hürriyet kahramanı sayılmıştı. Resne’de evinin yakınında küçük bir kasabaya göre çok görkemli bir saray yaptırmış.Maceralı bir hayat sürmüş, dağa çıkmış, kelle koltukta yaşamış; ama ölümü hiç yoluna olmuş. Tren beklerken koruması tarafından vurulmuş. Hatta “Ne şehittir, ne gazi/ Hiç yoluna gitti Niyazi” sözünün onun ölümüyle halkın dilinde kaldığı söylenir. Manastır'ın tipik evlerinden bir görüntü.
Resne’den yarım saat uzaklıktaki Manastır şehrine geliyoruz. Manastır’ın adı artık Bitola. Hem Osmanlı hem Balkan izlerini taşıyor. Güzel evleri olan, yirmiye yakın konsolosluğun bulunduğu, temiz bir şehir.
Televizyon dizisi Elveda Rumeli'de kullanılan karakol. Karakol artık turistik olmuş.Atatürk'ün okuduğu askeri idadinin (lise) girişi.
Bizi en çok ilgilendiren yapı, Atatürk’ün okuduğu ve ikinci olarak mezun olduğu Manastır Askeri İdadisi (Lise) oldu. Bina şimdi Manastır kültür müzesi olarak kullanılıyor. İkinci katı Atatürk Anı Odası olarak tanzim edilmiş. Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı zamanında iki devletin girişimiyle bu kat düzenlenerek son halini almış. Güzel bir salon olmuş. Müze görevlisinin söylediğine göre de her yıl yenileniyormuş. Orgeneral İlker Başbuğ da Manastır kökenli olduğu için burasını da ziyaret etmiş. Onu da belirtiyorlar.
Askeri İdadi'nin genel görünüşü.Atatürk'e ayrılan anı odasının giriş tabelası.
Anı odasından bir bölüm.
Bu müzede anlatılan bir de aşk öyküsü var. Lise talebesi Mustafa Kemal ile Makedon kızı güzel Eleni Karinte’nin aşkı! İki gencin aşkı o yıllarda olay olmuş, Eleni’nin babası kızını eve kapatmış, sonra söylentilere dayanamayarak şehirden göç etmişler. O yılları yaşayanların sonraki kuşaklara, onların da bize aktardığına göre Eleni dünyaya küsmüş, hiç evlenmemiş. Müze görevlisinin elinde Eleni’nin yıllar sonra Atatürk’e yazdığını tahmin ettikleri bir mektup da var. Gelen her Türk kafilesine okuyorlar galiba.
Çok seneler geçti, ben hâlen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan beni hatırla ve kağıttaki göz yaşlarımı görebileceksin…Fakat balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum…Babam beni hiçbir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim… O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim… ” gibi bozuk bir tercümeyle çevirdikleri cümlelerle dolu bir aşk mektubu.
Türkülere konu olan havuzla cami.
“Manastırın ortasında var bir havuz, canım havuz/ Bu yurdun kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız/ Manastırın ortasında var bir çeşme,canım çeşme/ Bu yurdun kızları hepsi de seçme, biz çalar oynarız/Manastırın ortasında var bir cami, canım cami/ Bu yurdun kızları hepsi acemi…”
Bu türkünün havuzu da çeşmesi de camisi de aynı meydanda. Hepsini bir arada görebiliyoruz. Türkünün belgesel özelliği de ortaya çıkıyor.

21 Temmuz 2009

Balkanlarda bir plaj kenti: OHRİ!

Ohri Gölü kıyısında kaldığımız otelin plajı...
Makedonyalılar denize kıyımız yok, diye üzülmesinler. Onların deyişiyle Ohrid, Türklerin deyişiyle de Ohri gölü, tertemiz, masmavi suyu, kilometrelerce uzanan plaj sahili ile denize kıyısı olan birçok ülkeye taş çıkartır. Zaten bu göl, dünyada suları temiz ve berrak olan birkaç gölden biri imiş. Ohri Gölü'nün uzaktan görünüşü...
Güney Makedonya’nın bütün büyük otelleri Dünya Kültür Mirası listesine alınmış olan bu gölün kıyısında. Ama ne otellerden ne de evlerden göle atık su karışmıyor. Struga şehrinde Drim ırmağına karışarak kendisi ırmaktan besleneceğine ırmağı o besliyor. Makedonya’nın gür yer altı sularının ve Prespa gölünün beslediği bu gölün yüzölçümü, rehberimizin dediğine göre 358 km.kare, derinliği 288 m. imiş, Balkanların en eski ve en derin gölü.
Ohri'den genel görünüş...
Alabalığı meşhur ve lezzetli… Makedonlar bu balığı izne bağlı ve sayı ile avlıyorlar; halbuki karşı kıyısındaki Arnavutluk, gelişigüzel avlanma yapıyor, balığın azalmasına sebep oluyormuş. Ohrililer, gölden elde edilen sedefi ve inciyi de elde işleyerek turistik eşya olarak satıyorlar.

Osmanlı mirası Türk evleri...

Göl de şehir de Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesinde olduğu için evlere ve yerleşime de önem verilmiş. Eski evler, özellikle bizim Safranbolu evlerine benzeyen Osmanlı-Türk evleri restore edilip otel, restoran vb. olarak hizmete açılıyor. Gerek kıyılar, gerek gölü gören tepeler küçük otel ve pansiyonlarla dolu. Ohri, Orta Avrupa turistlerini çeken hoş bir sayfiye şehri. Türk nüfusun azalmasına rağmen şehirde 10 cami varmış; ama ancak bir iki tanesi kullanılıyormuş. Bir de varlığını hâlâ sürdüren Halveti dergâhı var.Ohri sahilleri de bütün kıyı kentleri gibi modern kafelerle süslü...

Roma döneminde kalma birçok kalıntı ve bir de amfiteatr var...

St. Naum'un veya Sarı Saltuk'un yattığına inanılan manastır ve mezarın freskleri...
Ohri Gölü'nün Drim ırmağına karıştığı nokta...
Ohri Gölü'nü besleyen kaynağın çıktığı noktası...
Kırka yakın kilisenin de üç tanesi önemli: İkisi tepeden göle bakan Saint Panteleimon ve Saint John, diğeri ise göl kıyısında bulunduğu semte de adını veren Saint Naum. Özellikle bizi ilgilendiren St.Naum oldu. Çünkü bu kilise, gölün gözünde, yani doğuş noktasında, tabiat harikası bir ormanın kıyısında, mavi ile yeşilin birbirine uyumla kaynaştığı bir noktada. Bütün bunlardan daha önemlisi, orada yatan aziz, Hıristiyanlar tarafından St. Naum, Müslümanlar tarafından da Sarı Saltuk olarak biliniyor ve iki dinden de saygı görüyor. Sarı Saltuk, efsanevî hayat öyküsüyle Saltuknâmelere konu olan ve Balkanların fethinde önemli bir rol oynayan bir alp-eren.

15 Temmuz 2009

Kalkandelen'de İslâmın etkileri!...

Türklerin Kalkandelen, Makedonların Tetovo dedikleri bu küçük şehir, Müslüman Arnavutların yoğun olarak yaşadığı bir yer. Kuran kursundan çıkan başları kapalı, küçük, güzel, Arnavut kızları dikkatimizi çekti.
Kalkandelen, dünyada tek olan içi dışı bezeli Boyalı Cami (veya Alaca Cami) ve Bektaşi Harabatî Baba tekkesi ile tanınıyor. Boyalı Cami, 18.yy.da Abdurrahman Paşa zamanında onarım gördüğü için bir adı da Paşa Camii. İki kız kardeş ömürleri boyunca biriktirdikleri para ile yaptırmışlar bu camiyi. Şimdi de caminin bahçesinde yanları açık, sekiz köşeli bir türbede yan yana yatıyorlar. Boyalarının sabitlenmesinde elli bin yumurtanın sarısı ve hayvan kanı kullanıldığı söyleniyor. Belki de onun için renkleri hâlâ solmamış. Bezemeler, Osmanlı-Barok tarzı, içerde çepeçevre bütün peygamberlerin adları yazılmış. Çiçek ve manzara resimleri çok canlı. Dolaylı da olsa kadın eli değdiği belli oluyor. Rehberimizin dediğine göre duvar sıvaları da keçi kılı ile pekiştirilmiş. Bakımlı bahçesindeki muntazam çimler, güzel çiçekler, mezarlık (hazire) bölümünü bile iç açıcı olarak gösteriyor.
Harabati Baba Tekkesi'nin son dedebabası ile resmimiz.
Harabâtî Baba Tekkesi de 16.yy.da yapılmış. Tekke deyince öyle kasvetli, karanlık bir yer zannetmeyin. 10 dönümden fazla bir alana yayılmış göz alabildiğine yeşil, sardunyalar ve güllerle bezenmiş bir bahçe. Aralara mescit, aşevi, zikirhane, kiler, misafirhane, yaz evi, kış evi, mezarlık vd. olarak kullanılan küçük ahşap binalar serpiştirilmiş. Tam bir külliye.
Tito zamanı burası piknik bahçesi olarak kullanılırmış. Sonra yeniden Bektaşi tekkesi olarak düzenlenmiş. 2001 yılında milliyetçi Müslüman Arnavutlarla Makedonlar arasındaki iç çatışmalarda Arnavutların sığınma, toplanma, çatışma vb. yeri olarak kullanılmış. Kalın duvarlarında kurşun delikleri görülüyor.
Dergahın ilk kurucusu ve dedesi Sersem Ali dedebaba hakkında anlatılan hikaye şu: Kanuni’nin sadrazamlarından biri olan Server Ali Paşa, bir gün padişaha “artık tekkeye çekilmek, dünya işlerinden elini eteğini çekmek” istediğini söyleyince, padişah “be hey sersem, bu ne iştir” demiş ve Paşanın adı bundan sonra Sersem Ali Paşa, sonra da Sersem Ali dedebaba olmuş. Tekkenin içinde bir mütevazi odacıkta yatıyor. Tekkenin adını asıl duyuran Harabâtî Baba olmuş.

9 Temmuz 2009

Makedonya’da köklerini arayan üçüncü kuşak!

Eşimin baba tarafı, Makedonya’dan Türkiye’ye göç etmiş. Eşim ve akranı kardeş çocukları zaman zaman bir araya gelirler. Bu toplantıların birinde Makedonya’ya bir tur düzenleme ve ata topraklarını gezme fikri doğmuş. Bu fikir gelişti, bir turla anlaştılar ve beş gün merak ettikleri toprakları gezdiler, dede evini aradılar.Punto’yu şimdi eşime açıyorum. Onun “köklerini arama” serüvenini yine onun kaleminden ve onun fotoğraflarıyla sizlerle paylaşıyorum:
ÜSKÜP:

Üsküp Kalesi'nin görünüşü
Rumeli’yi konu eden dizi mi yoksa yaşımızın ilerlemesi mi bilmem, dedelerimizin, babalarımızın yaşadığı ama sonra da terk etmek zorunda kaldıkları yerleri görme arzusu, ailenin üçüncü kuşağını bir araya getirdi ve bir özel Makedonya turu yaptık.
Üsküp'te eski çarşı. Bir Anadolu kentinden farksız. (üstte). Yeni Üsküp daha modern bir görüntü içinde. (altta)
Yanımızda ikinci kuşaktan, biri 85 yaşında diğeri 83 yaşında iki büyüğümüz de vardı. Makedonyalı yerel rehberin yanı sıra onların anıları da bize rehberlik edecekti. Uçak Üsküp’e indiğinde hepimizi bir heyecan sardı. Babalarımızın, annelerimizin hayatları boyunca özlemle andıkları yerleri görecektik. Bu gezi , onlarla olan anılarımızı tazeleyecek, geçmişimizi daha çok düşünme imkanı sağlayacaktı.
Bazılarımıza soyadı olan Vardar Nehri.
Hava alanından Üsküp’e gelir gelmez bizi şarkılara, türkülere konu olan Vardar nehri karşıladı. Vardar, Makedonya’yı baştan başa kat edip Yunanistan’dan denize dökülen zaman zaman da taşan geniş bir nehir. Üzerinde birkaç köprü var. Bizim için en değerlisi Osmanlıdan kalan Taş Köprü. Nehir, eski Üsküp ve yeni Üsküp olmak üzere şehri ikiye bölüyor.

Yüzlerce yıl iç içe yaşayan iki halkın farklı dillerinin bir sokak tabelasında kaynaşmış görüntüsü.
Üsküp adını yalnız Türkler kullanıyor. Yoksa Makedonya’da resmi adı Skopje. Eski Üsküp Türklerin daha yoğun yaşadığı, eski tip çarşıların korunduğu, camilerin, Türk evlerinin sık sık karşımıza çıktığı bir bölge. Ama ne yazık ki fakir ve köhne. Krizin, Makedonya’yı vurması burada daha fazla hissediliyor. Eski çarşıda birkaç parça malını almaya bile gerek görmeden kapanmış dükkanları görmek çok acı. Halbuki Vardar’ın öbür yakası daha zengin görünümlü, otomobiller yeni model, dükkanları Nişantaşıvâri.
Eski Çarşı’da öğle yemeği yerken tanıdık bir ses yükseldi. Ezan okunuyordu. Bir Avrupa şehrinde ezan sesi duymak, insanda başka bir duygu yaratıyor. Türklerin getirdiği Müslümanlığı değiştirmeden yaşatan ender dış yörelerden biri Üsküp. Eski yıllara göre Türk sayısı da çok azalmış olmasına rağmen… Bu ezan seslerine tepki midir bilmem, Üsküp’ün en yüksek tepesine 2000 yılında devâsâ bir haç dikilmiş. Her taraftan görülüyor, gece de pırıl pırıl ışıklandırılıyor.”Ne olursa olsun burası bir Hristiyan şehridir” demek istiyorlar anlaşılan.
Orada öğrendiğimiz bir başka ilginç bilgi daha vereyim; Üsküp’te Rahibe Tereza’nın evi ziyaretgah olmuş. Evinin önünde heykeli de var. 1910’da doğan ve 1997’de ölen Rahibe Tereza, bir Osmanlı Arnavut olarak doğmuş. Asıl adı da Gonca Boyacı.

Gezinin devamı var

6 Temmuz 2009

Aptal rolündeki zeki çocuğun hikayesi!...

5N 1 K formülünü duymuşsunuzdur. Gazetecilikte haber yazma formülü. Formülü açarsak altı sorunun cevabı olmalı yazılacak haberde. 5 N (Ne, nerede, niçin, ne zaman, nasıl) ve 1K (kim).
Bakın bakalım okuduğunuz haberlerde bu formüle ne kadar uyuluyor?
Nasıl bir ülkedeyiz anlamak çok zor. Gazetecisi araştırmaya gerek duymadan yorum yapar, yargılar, karar verir.
Vatandaş birilerinden bir şey duyar, doğruluğunu araştırmaz bile.
İnsanlar hakkında hemen karar verir, iyidir, kötüdür, aptaldır, zekidir diye.
Aptal deyince aklıma elektronik posta yolu ile gelen bir hikâye geldi. Sizinle paylaşmak istedim:
“İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
'Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...'
Berber çocuğa seslenir:
'Ali, buraya gel!'
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bak şimdi' diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyonluk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:
'Hangisini istiyorsan alabilirsin?'
Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:
'Gördün mü? Sana söylemiştim' der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir :
- Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!'”

1 Temmuz 2009

ENVER Yasası sorunları çözecek mi?

Yazının girişine koyduğum bu fotoğrafın ne işi var şimdi diyebilirsiniz. Amacım bağcıyı dövmek değil. Bu fotoğraftan yola çıkarak önemli bir başka noktaya gelmek. “Bu sıcaklarda yeri mi şimdi?” diyebilirsiniz; ama sorun yavaş yavaş kapınızı çalabilir.
Büyüklerimiz, betonarme binalar yerine bu tip evlerde yaşamlarını sürdürdüler. Özellikle ahşap evlerde. Bizim ailede 110 yaşına kadar yaşayanlar var. Bu uzun yaşamda çevrenin, beslenmenin olduğu kadar evlerin de rolü olduğu bir gerçek.
Betonarmeme çıktı, sağlıklı nefes alan evler gitti, şimdi de betonarme binaları "giydirme" modası başladı.
Hatta modasını geçtik, yasalarla mecburi hale getirildi.
ENVER yasasından haberiniz vardır. "Enerji Verimlilik Yasası". Bu yasa bin metrekareden büyük alanların ısıtılmasını merkezi sisteme bağladı. Artık büyük apartmanlarda ferdi ısınma, yani kombi ile ısınma yok. Tabii uygulama yasadan sonra yapılan evler için geçerli. Amaç enerjiyi verimli kullanmak. Üstelik bu binalara "mantolama" yani "giydirme" denen sistemin uygulanması gerekiyor ki ısı hiçbir şekilde dairelerden dışarı çıkmasın.
Bir kısım uzmanlar bu tip binaların hava almayacağını, bunun da uzun vadede sağlık açısından risk taşıdığını söylüyorlar.
Bilemiyorum o kadarını. Benim bildiğim merkezi sistemin uygulanışındaki aksaklıklar ne olacak?
Bizim site 700 daireli. On beş yıldır merkezi sistemle ısınıyoruz ama iş para ödemeye gelince her ay en az yetmiş kişi, yakıt aidatını ödemiyor. Tebligatlar, icralar, avukatlar, yönetimler uğraşıp duruyor.
Sitemizde yakıt aidatları “avans” şeklinde toplandığı için, ödemeyenlerin aidatları da bir şekilde hallediyor.
Doğalgaz faturasını aldıktan sonra aidat paylaşması yapan binalarda ise tartışma bitmiyor. Çoğu bina bu tartışmalar nedeniyle ferdi sisteme geçmiş durumda.
Kavgaların ardı arkası kesilmiyor.
Umarım ENVER yasası işe yarar, yakıt verimli kullanılır, enerjimiz boşa harcanmaz, herkes aidatını da zamanında öder!..
Temennim o; ama tahminim hiç de öyle değil.
İnşallah yanılırım.