23 Nisan 2012

YAZMAK İSTEMİYORUM!

KELAYNAK YAZIYOR: İçimdeki keyifsizlik her hafta biraz daha arttı... Olayları çok kere anlayamadım!... Sonra dinleyemez oldum... Fark ettim ki dünya değişmiş... Ben değişmemişim! Yerimde saymışım! Öğrenememişim! Medya bilemediğim bir âlem oluşmuş... Sonunda ne işim var demeye başladım! Ve yeni değerlere, yeni felsefeye yabancı kaldım! Uyamayacağımı bir kere daha anladım!..

Haberden habersiz habercilere en yakın örnek denizde dehşet! Olayı duyurmak gazeteci işi değil mi? Gazeteciliğe bakalım... Haberi verenler GEMİ diye başladılar. Hemen bütün TV’ lerin hızlı ve kendinden emin habercileri! Gemi diye bitirdiler... NE GEMİSİ! Bahsedilen gezi teknesi idi... Tahmin ederim 7-9 metre arası bir gezi teknesi... Motor sıkışması ile tekne yanmaz... Motor ısınması pistonları eritebilir ve motor çalışmaz... Alev alev yanan teknenin başka bir gerekçeye ihtiyacı var... O alevlerin oluşması için! Yanmak için! Amatör bir kaptan bile yangın kıçta çıkmış ise rüzgâra baş verir... Hareketsiz kalmış ise baştan bir halat atıp yardıma gelenlerden tekneyi rüzgâra çevirmesini ister. Tekneyi yedeğe alır... Ve başüstünü alevlere kapatmış emin bir alan açmış olur! Alevler başa doğru gitmez... Yolculara değil, rüzgârla arkaya doğru, uzağa gider... Tekne rüzgâra borda vermiş. Yani sallanmayı en üst noktaya taşıyan bir konuma gelmiş... Bu durumda yardım edecek teknenin de yanaşması en zor konuma gelmiş... Daha fazla yazmayayım... Yazdıkça canım sıkılıyor... Neden gazetecilik bu noktada? Bugün üstünkörü veya kulaktan dolma bilgilerle hemen herşey geçiştiriliyor! Bari deniz vasıtalarını, 5 dakikanı ayır, internetten öğren... Geniş ayrıntı kalsın... Sandal-Bot-Yelkenli-Kayık-Balıkçı teknesi-Yolcu Gemisi-Şilep -Tanker kelimelerini gör. Her denizin üstünde yüzen şeye gemi deme... Ve gezi teknesinde karar kıl! Haberi yok sayan siyasi düşünce çemberinde kalanlar artık asla gerçeği aramayı düşünmüyor! Geride kalan olayların da içindeki tehlike bilgisizlik değil mi? Bugün okura sunulanlar olması gereken çizgiden çok uzak... Bilgisizliğin ve dedikodunun esiri... Şu sıra daha sempatik olmam gerekiyor ama ara verirken üslup değiştiremiyorum.

Sık sık “o dönem geçti ağabey” deyip küçümseyenlere ara verirken hatırlatayım! O dönem gerçekten geçti... Geçti de ne oldu? Gazetecilik ilerledi mi? Saygısızların artmasından başka... Teknoloji iletişimi inanılmaz kolay kıldı... Ve değişen ne ise o şey gerçeği bulma ve ifade etmeyi o ölçüde zora soktu!

Bilmediğini bilmeyenlerin mutlu cenneti yaratılmadı mı? Kendi alanında bilgili muhabirin kıymeti bilinirdi. Özellikleri ile aranır, değerlendirilirdi!.. Deniz muhabirleri-Beyoğlu muhabirleri yok edildi... Polis adliye muhabirlerinin bir bölümü de haber yazma yerine bavul dolusu belge ile şöhret olmuyorlar mı?

Meslek örgütü (TGC) bile yıllanmış üyelere saygıyı arşive kaldırdı! Bütün bu sıkıntılar beni daha az okur, daha az haber dinler yaptı... Pek çok eski arkadaşımın zaman zaman çaresizlikleri, tek başına kalışları içimi kararttı... Tutuklu olmaları, değersiz kılınmaları yüreğimi de soğuttu... Çaresizliğimi yenemiyorum! Çaresiz kalmaktan ise şimdilik terk ediyorum... Ara veriyorum...

.......................................

Evvelki gün, gece yarısı ter içinde uyandım... Elinde Votka şisesi Roslan kapıya yaslanmış sesleniyordu...“Çok derin uyuyorsun... Roslan’ı hatırla...”

Roslan... Nefretin, ırkçılığın kol gezmeğe başladığı şu dönemde daha sık rüyama giriyor. O gece de beni sarstı! Hikâyesini ancak yarıya kadar yazabildiğim ve ondan sonra da yan çizdiğim ROSLAN...

Her zaman gülen yüzünü görür gibi olduğum, onu düşündükçe karmakarışık duygulara kapıldığım Roslan... Bu kez haklı... Büyükannesi koyu hristiyan, çocukluğunu yanında dolu dolu ve mutlu yaşadığı dedesi Yahudi kökenli, annesi Letonya’ da tanınmış bir ressam protestan ve babası Kafkas asıllı beş vakit namazında biri, Ahmet Beyin oğlu Roslan... Canbek Havjoko...

*Roslan “Ne zaman çocuk, ne zaman savaşın erken pişirdiği, yüreği nasırlı acımasız bir asker, ne zaman üç kağıtçı, ayyaşlık çizgisine yakın sarhoş, ne zaman söz verince asla dönmeyen bir delikanlı, gözü kara bir aşık, sadık bir baba olduğu anlaşılmazdı. Oysa bir kaç sohbetten sonra hâlâ ana kokusuna hasret koca bir bebek, hayatın her döneminde sevgi arayan bir çaresiz olduğunu hissederdiniz.”



*“Adın ne senin?”

“Roslan Canbek Havjoko... Nüfus cüzdanımda adım Rüstem diye yazılmış olabilir.”

“Ne demek olabilir! Hangisi senin adın oğlum. Rüstem mi değil mi?”

Kızıyordu. Daha önemli bir işi vardı herhalde. Bela gibi mutlaka ben çıkagelmiştim! Her işte ne terslik varsa beni bulur ya..

“Rüstem Canbek efendim.”

“Roslan dedin... O ne oluyor? Kazık kadarsın, adını da mı bilmiyorsun?” “Kaçlısın?”

“1928 doğumluyum.”

“Ohoooo... Tarih öncesi gibi... Oğlum nerede idin? Dur bakalım bir dosyana. Hilmi çavuş... 28'lilerin dosyasını çıkar bakalım. Kayıtları kontrol edelim! Kumandan benim dosyam ile meşguldü. Sararmış dosya kapağını çevirir çevirmez yüzünün şekli değişti rengi kıpkırmızı oldu. Masadan kalkışı gerçek bir patlama idi... Öyle bir tokat geldi ki sol yanağıma bir an hiç bir şey duymaz oldum... Her yanım çınlıyordu. Yakın siperden atılan el bombası refleksi idi benimki  fırladım... Kapıdan merdivenleri atlayarak ikişer üçer inerken binbaşının sesi tüm katı inletiyordu!

“Ulan hergele. Sensin o deyyus demek ki. Yıllardır kaçıyorsun haaa!.. Sır olmuş tüymüşsün... Yıllardır kim bu deyip bizi peşinden koşturan deyyuz sensin haaa...”

*Aahen 1941

Binlercesini işittiğim halde, her seferinde şaşkınlığımı yenemiyordum. Dalgalı siren. Tehlike... Düşman uçaklarının en geç yirmi dakika sonra tepemizde olacağının işareti. Kimin ölüp kimin kalacağının meçhul olduğu bir gösterinin bedava açılışı ve bitmeyen anonsu. Sirenler... Sirenler...

17 yaşına basan Alman üniformalı çocuk askerin yüreğine kazınmış ilk sesler...

*POLONYA 1938-39-Masa yeniden kalabalık hal almıştı... Uykuya dalarken Kafkaslılar ve dost Polonyalılar mücadele kararı almıştı... O gün babam beni biraz daha erken uyandırdı... “Oğlum.. Bak dedi... Buradaki Polonyalılarla birlikte mücadele etmek zorundayız... Şimdi senden büyük biri gibi davranmanı istemek zorundayım... Şu andan itibaren çocuk değilsin. Savaş bazen insanları olduğundan çabuk olgunlaştırır.

*En yakın kümeye sokuldum. Bıçağım yoktu. İri yarı bir adam iki ayağını açmış, etrafındakileri eli ile iterek atın arka ayağından koca bir et kesiyordu. Atın boynundan akan kan, koyu kızıl yapmıştı hafif kumlu zemini. Atın başını gördüm. Alnının ortasında beyaz leke çamura bulanmıştı. Gözleri kapanmış. Onu tanıdım...Bindiğim çalıştığım attı!

 Roslan’ı son olarak Haydarpaşa Hastanesinde gördüm... 17 yaşında savaşla tanışan ve ömür boyu hayatın tokatını yiyen genç adam ülkesine döndüğü ay “asker kaçağı” olarak da şube komutanından da tokatı yemişti! Son tokat ve son durak... Boynu bükülmüştü... Hayatta olduğu gibi! Onu yatağında ilk kez çok sakin gördüm. O beni görebildi mi emin değilim... Baygındı... Elini tuttum... Parmaklarımı sıktı... Eğildim... Gözleri sabitleşmişti... Dudakları kıpırdar gibi oldu... “SEVGİ yiii aaaaraaaa!”

Şimdi yazmak istemediğim bir dönem! Bir süre ara verip, onun yarım kalmış hikâyesini tamamlamak istiyorum... Biliyorum... Yoksa her gece rüyamda başucuma yerleşir... Nöbet tutar! Yeniden buluşma umudu ile...Sevgiyle kalın!

Hiç yorum yok: