30 Temmuz 2013

Endülüs'ün karşı kıyısı büyülü Fas...

Suzan Abla gitti, gördü, yazdı:
  'Cebelitarık'ın iki Yakası' adlı turu görünce hemen 'işte bu' demiştim. Endülüs ve Fas bize çok şey vadediyordu. İki yaka da tarih boyunca birbirinin içine geçmiş, zıtlıklar barındırmış ve de birbirinin tamamlayıcısı olmuşlardı. Endülüs Ying'se, Fas Yang'tı...
Granada, Cordoba ve Sevilla'yı kısacası Endülüs'ü geride bırakıp, Fas'a doğru yola çıktık. Bizi Akdeniz'in karşı kıyısına taşıyacak feribot Tarifa Limanı'ndan kalkıyor. Yol boyunca sağ yanımıza Atlas Okyanusu ve yeşillikler çıkıyor çoğu kez. Yaklaşık üç saatlik yolculuk sonrası Tarifa'ya ulaşıyoruz. Okyanus ve Akdeniz'e bakan bu liman kenti, Yalova'ya benziyor biraz. İlk gözümüze çarpanlar, 3-4 katlı yazlık evler, rüzgar terminalleri ve sörf malzemeleri satan mağazalar.

Tarifa Limanı ...

Tanca...

 Tarifa Limanı'nda otobüsümüzden iniyoruz. Pasaport kontrolünden geçip, feribota biniyoruz. Feribotun üst katında açık havada Cebelitarık'ı geçmenin hayallerini kurarken, feribotun açık kısmının olmadığını, geçeceğimiz yerin de Cebelitarık olmadığını öğreniyoruz. Cebelitarık İngiliz hakimiyetinde olduğu için biz Atlas Okyanusu tarafından geçiyoruz boğazı, İDO deniz otobüslerine benzer bir feribotla. Fas, bir süredir ülkeye giriş-çıkış işlemlerini feribotta yapmaya başlamış. Çok da iyi yapmış...Limana inince yaklaşık 1 saatlik yolculuğumuzun bizi zamanda 40-50 yıl öncesine getirmiş olmasına şaşırıyoruz. 'Bir boğaz bu kadar mı çok şey değiştirir' diye soruyoruz kendimize. Adını Berberi Tanrıçası Tingis'ten alan Tanca; yoğun bir kargaşa, kesif bir koku, valizlerimizi taşımak için etrafımızı saranlarla karşılıyor bizi. Üstgeçide çıkarken valizlerimiz bizi zorluyor. Alıştığımız yürüyen merdiven konforu yok burada. Otobüsümüz geliyor...Burada bize Faslı bir rehber de eşlik edecek. Kırmızı fötr şapkası, ceketi ve tüm dişlerini ortaya çıkaran sıcacık gülümsemesiyle rehberimize hemen ısınıyoruz. Otobüsümüz klimalı ve rahat.
Pazar Yeri...
Cellabi diken terzi ve Kasbah'ın ara sokakları...

Kasbah ve Souk'lar...
İlk durağımız şehrin Medinası...Kasbah denilen eski daracık labirentvari ara sokaklarda gezintiye çıkıyoruz. Öğle sıcağı olduğu için belki de souk (sokak)lar boş. Beyaz badanası kirden sarıya dönmüş binaların alt katlarında Cellabi (geleneksel uzun Fas giysisi) diken terziler, ayakkabı tamircileri, ip eğiren Faslılar, tam aradığım tabloyu oluşturuyor. Fotoğraf makinemize davrandığımızda yüzlerini saklıyorlar. Bu ara sokakların pek tekin olmadığını rehberimizin 'birlikte yürüyelim, geride kalmayalım' çabasından anlıyoruz. Önde ve arkada birer rehberin arasında yürüyoruz. Buralarda uzun uzun kalmak fotoğraflamak istiyorum ama mümkün değil. Tanca Limanı'na biraz yukarıdan bakan Kasbah, Fas'ın bizdeki ilk yüzü olması nedeniyle çoğu kimsede hayal kırıklığı yaratsa da beni sonsuz derecede mutlu ediyor ve merakımı daha da artırıyor.
Otobüsümüz biziyeşilin hakim olduğu yüksek tepelere doğru çıkarıyor. Buraları villa tipi evlerin olduğu zengin bir bölge. Tanca’da dünya zenginlerine ait bir çok malikane varmış. Forbes'un sahibi Malcolm Forbes’un 115 bin adet minyatür model askere ev sahipliği yapan malikanesi de bunlardan biri. Forbes’un ölümünün ardından malikaneyi Fas Hükümeti satın almış ve rezidans olarak kullanmaya başlamış.
Capspartel Feneri...
Yüzyıllardır Akdeniz'e yönelen gemilere yol gösteren Capspartel Deniz Feneri'ne geliyoruz. Hediyelik eşya satıcıları, sıpalarıyla turistlere poz vererek para kazanmak isteyen küçük çocuklar etrafımızı sarıyor burada da.

Çocuklar bizi izliyor herhalde 4-5 km ötedeki Herkül Mağarası ziyaretimizde yine aynı çocuklara rastlıyoruz. Herkül Mağarası'nın çevrede karnı acıkan turistler içinTajinciler de var. Tajin konik kapaklı bizdeki güvece benzer bir tür toprak kap. Bu kapların içinde baharatlarla pişirilen et ve tavuk yemeklerine de Tajin deniyor.

Sokak Tajincisi...

Herkül Mağaraı ve fosilleşmiş kafadanbacaklılar...
HERKÜL MAĞARASI'NDA FOSİLLER...
Mağarası'nın bir ucu okyanusa açılıyor. Mağaranın denize açılan kısmı Afrika haritasına benzemesi yönüyle ilginç. Ama daha da ilginci mağaranın fosilleşmiş kafadan bacaklılara ev sahipliği yapması. Yüzyıllardır taşlaştığı söylenen mürekkep balıkları, ahtapotlar, midyeler burada 5 Euro'dan başlayan fiyatlarla alıcı buluyor. Sırf bu yüzden Türkiye'den Herkül Mağarası'na inceleme yapmaya gelen bilimadamları olduğunu söylüyor rehberimiz.
Kuskus...
HARİRA, KUSKUS, TAJİN
...
Yemek molasını, kadınların sebze, meyve sattığı bir pazar meydanından geçerek daracık sokakların birinde veriyoruz. Bu küçük lokantanın sahibi karşısında yaklaşık 40 kişiyi görünce şaşırıyor. Yemeklerin çoğu bitiyor sıra bize gelinceye kadar. Yeşil mercimek, nohut ve parça etle yapılan Harira, çorba. İnce bulgurun üzerine lahana, çeşitli sebzeler, baharat, et ya da tavuk konarak yapılan Kuskus ana yemek. Et veya tavuğun baharatlarla pişirilmesiyle yapılan üzümlü, zeytinli Tajin de ana yemek. Ben kuskus yiyorum. Fena değil. Tajin'i beğenenler de var. Baharat kokusundan yemeklerine dokunmayanlar da.
Cuma günleri kuskus günü olurmuş Faslılar'ın evinde. Konu komşunun davet edildiği yemekte kuskus yendikten sonra sıra siestaya gelirmiş.


TEDİRGİN YÜRÜYÜŞ
Şehir turunun ardından otellerimize yerleşiyoruz. Endülüs'teki şehirlerde turdaki herkes tek otelde kalırken, burada iki seçenek var önümüzde uluslararası beş yıldızlı otel zincirleri ve dört yıldızlı yerel oteller. Turdaki üç aile Movenpick'i tercih ediyor. Sonradan öğrendiğimize göre aralarında geceyi otelin casinosunda geçirenler var. Bizim otelimiz Atlas Almohades Tanger...Tanca Körfezi'ne bakan otelin önü, İzmir'in kordonu gibi... Otelde yediğimiz yemek de idare eder. En azından zeytin var ve taze ekmekle karnımızı doyurabiliyoruz..Diğer otelde kalanlar da yemeklerden çok memnun olmamışlar. Akşam arkadaşlarımızla birlikte dört kişi otelin önündeki kordonda yürüyüşe çıkıyoruz. Deniz tarafında gece kulüpleri çoğunlukta. Kapılarında bodyguardlar...Gül satmaya çalışan iki çocuk peşimizi bırakmıyor.
Bilinmeyenin verdiği tedirginliğe karanlık da eklenince küçük bir turun ardından otelin bahçesinde oturup nane çayı içmenin daha sağlıklı olacağına kanaat getiriyoruz.


BOL ŞEKERLİ NANE ÇAYI...
Nane çayı, Fas'ın olmazsa olmazı...Kurutulmuş nane, taze nane, portakal çiçekleri ve anlayamadığım birkaç karışımdan oluşan nane çayı damak zevkimize hitap etti. Tek sorun bal gibi tatlı olması. 'Çok şekerlidir' uyarısını rehberimizden aldığımız için üstüne basa basa 'no sugar' diyerek ısmarladık çayımızı. Ama nafile. Geri gönderdik, yeni demlik yine şekerliydi. Sanırım 'bu kadar da şekersiz olmaz' diyerek biraz da olsa şeker koyuyorlar. Berberi ve Araplar'dan oluşan Fas halkı, bu kadar şekerli çay içmelerine rağmen nasıl böyle ince kalabiliyorlar onu da anlamak zor.
 
Rif Dağları'nın altındaki meydan...
Eşim ve ben, Şefşuan'ı çok sevdik..
Şefşuanlı çocuklarla...
 
 
Baharat, Fas'ın olmazsa olmazlarından...
MAVİ-BEYAZ ŞEFŞUAN...

İkinci gün doyurucu bir kahvaltının ardından Şefşuan (Chefchaounen) ve Tetuan (Tetouan) turuna katılmak üzere yine aracımıza biniyoruz. Rif Dağlarının arasında tek tük evlerin bulunduğu Berberi köylerinden geçiyoruz. Rif mercan demekmiş. Yeşilin her türlüsünü görebildiğimiz dağların, papatyaların, gelinciklerin, zeytin ağaçlarının arasından geçerek beyaz ve mavi şehir Sefşuan'a giriyoruz. 1471'de Endülüs'ten bu bölgeye gelen dini lider Ali Bin Musa tarafından kurulan Şefşuan, 1900'lere kadar dış dünyaya kapalı kalmış. Geleneksel ve yöresel özelliklerini koruyabildiği için bugün en çok turist çeken yerlerden biri. Daracık sokakların arasından tırmanarak mavi ve beyazın büyüsüne kapılıyoruz. Mavi ve beyaz badana, sadece geleneksel Şefşuan evlerinde ve bahçelerinde değil bastığımız yerlerde bile bizi terketmiyor. Mavi rengin özelliği sivrisinekleri kovmasıymış. 
 
Yöresel örtüler...
Burada bize Cellabi giymiş bir rehber eşlik ediyor. Evlerin altındaki dükkanlarda baharat, geleneksel örtüler, süs eşyaları satılıyor. Rehberimizin bizi götürdüğü bir satıcıda kök boyayla yapılan çok güzel parlak renkli örtülere bayılıyoruz. Ama fiyatlar yüksek. Sultanahmet'e gelen turistleri daha iyi anlıyoruz. Toplu pazarlık falan derken, pazarlığın ölçüsünü kaçırınca iş inada biniyor ve hiçbirşey alamadan ayrılıyoruz.
 
 Restoran...

 

 
Çeşitli kapı örnekleri...
Yemek için mola veriyoruz. Geleneksel bir Fas evinden çevrilen turistik bir restorandayız şimdi. Tahta merdivenlerden üst kata çıkıyoruz. Tavan işlemeleri, harika. Kubbeli tavandan sarkan avize, iki katın arasındaki boşluktan alt kata kadar iniyor. Pencere ve kapı detaylarındaki işçiliğe hayran oluyoruz. Yemekler de lezzetli...
Fotoğraf çekerek ara sokaklarda dolaşırken hayran olduğumuz örtüleri satan dükkanda çalışan çocuk yanımıza yaklaşıp örtüleri isteyip istemediğimizi soruyor ve bizi bu sefer farklı bir dükkana götürüyor gizlice. Biraz önceki dükkandaki örtülerin aynılarını bize daha ucuza teklif ediyor. Pazarlık sonrası 3 yatak örtüsü alıp örtülerin birini bedavaya getirmiş oluyoruz önceki dükkana göre. Rif Dağları'nın eteğindeki meydanda nane çayımızı yudumlayıp dinleniyoruz.
Tetuan'a hareket etmek üzere aracımıza biniyoruz. Tetuan, Şefşuan kadar içaçıcı değil. Araçtan inmeden turluyoruz Akdeniz'in önemli limanlarından Tetuan'ı...Burası kuzeyin başkentiymiş. Bölgede Tanca'dan sonra ikinci büyük kent. Dört-beş katlı binalar, işyerleri çoğunlukta. Dağların arasından dönüş yoluna geçiyoruz Tanca'ya.
Tanca hakkında biraz tarihi bilgi vermem lazım. Tarih boyunca Romalılar, Portekizliler, İngilizler ve İspanyollar tarafından ele geçirilen Tanca, 1923'te İspanya, Fransa ve İngiltere kontrolünde uluslararası bölge sayılmış, daha sonra İspanyol hakimiyetinde kalmış. Fas'ın 1956 yılında Fransa'ya karşı bağımsızlığını kazanmasının ardından da Fas Krallığı'na katılmış. Bugün Casablanca'dan sonra ikinci büyük sanayi şehri konumunda.
Akşam otelimizde bir düğün varmış. O nedenle bizi yemek için bahçeye alıyorlar. Açık büfemiz tabldoto dönüyor. Düğüne gelenler de bir şıklık yok bizim bildiğimiz anlamda. Yemeklerini avuçlayarak yerlerken benim zaten yok olmaya yüz tutmuş iştahım dip yapıyor. Ertesi gün Rabat yolcusuyuz ama o gece düğün misafirlerinin koridorlardaki yüksek sesli konuşmalarından zor uyuyabiliyoruz.
Kraliyet Sarayı'nın girişi...
BAŞKENT RABAT 
Rabat, Fas Krallığı'nın başşehri. Geniş otoyollar taşıyor bizi Rabat'a. Yolda dünyanın en büyük mantar ağacı ormanlarının arasından geçiyoruz. Şarap şişelerinin hava almasını önlemek için kullanılan mantarlar, bu ağaçlardan yapılıyormuş.
İlk durağımız Kraliyet Sarayı'nın yeraldığı büyük tören alanı. Komutanlık Kapısı'ndan giriş yapıyoruz. Bakanlıklar da bu bölgede. Kraliyet Sarayı'nın girişinde askerler bekliyor. Oraya yaklaşmak yasak. Tüm bakanlıkların binalarını görüyoruz. Savunma Bakanlığı'nınkinin ilginç bir öyküsü var rehberimizin anlattığına göre. Şu anki Kral 6. Muhammed'in dedesi 5. Muhammed'e düzenlenen suikast girişiminde o zamanki savunma bakanının da parmağı olduğu öğrenilince bir daha savunma bakanı atanmıyor. O nedenle savunma bakanlığının binası var ama kendisi yok. Bu bakanlık da kral tarafından yürütülüyor.
Anıtmezar ve Camii...
 
Lahit...

Hasan II Kulesi ve Meydanı...
5. MUHAMMET ANIT MEZARI
5. Muhammed'in anıt mezarı sonraki durağımız. Mezar geniş sütunlu bir meydanda bulunuyor. Meydana iki yanında, at üstünde kırmızı pelerinli iki askerin bulunduğu bir kapıdan giriliyor. Buradaki geniş alanda 12.yy'daki Hasan Camii'nin sütun kalıntıları bulunuyor. Tamamlanamayan yapının Hasan Kulesi olarak bilinen minaresi ve kısa sütunları ilginç bir görüntü oluşturuyor. Anıt mezarın kapısında ve içinde de yine kırmızı giysiler içinde muhafızlar bekliyor. Girdiğimiz katın bir kat altındaki anıt mezarı yukarıdan görebiliyoruz. Kubbeden aşağıya doğru dev bir avize sarkıyor.
Udaya Kalesi ve eşim..

 
Kına yaptırmadan olmaz...
UDAYA KALESİ VE KINA...
Buregreg nehrinin okyanusa dökülen geniş deltasında kurulan Rabat'ın en görülesi yerlerinden biri de nehrin kenarındaki Udaya Kalesi. Kalenin içine girdiğimiz andan itibaren etrafımızı saran ellerinde şırıngalar olan genç kızlar, 1-2 Euro karşılığında yaşamınızda göreceğiniz en güzel kınayı yapmak için yarışıyor. Nehrin kenarındaki Moresk Cafe'de nane çayımızı içerken bir yandan da ellerimizi, kınacı kızlara teslim edip, 1 dakikada şimdiye kadar gördüğüm en güzel kınaya kavuşuyorum. Üzerine bir de Arap harfleriyle ismimi yazıp noktayı koyuyor bu becerikli kız. Udaya Kalesi'nin daracık ara sokakları da mavi Şefşuanı hatırlatıyor.  Bir köşede Faslı bir sokak müzisyeni yerel çalgı Gınawa'yı çalarak para topluyor.
 Gınawa çalan müzisyen..


 Rick'in Cafesi..
CASABLANCA HAYAL KIRIKLIĞI ...
Bundan sonraki durağımız, 'Bir daha çal Sam' repliğiyle hafızalarımızda yer eden Humbrey Bogart ve İngrid Bergman'ın unutulmaz filmi Casablanca'nın geçtiği Casablanca. Romantik şehir. Casablanca'nın bizi karşılaması hiç de hayal ettiğimiz gibi değil. Eminönü'nün 40 yıl önceki karmaşasını andıran bir ortamda buluyoruz kendimizi. Filme mekan olmuş Rick'in Cafesi hala var ama yer ayırtmadan gidilmiyormuş. Oysa eşimle piyanonun başında bir fotoğrafım olsun isterdim. Önünden geçerken fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz. Çok zevkli bir bina değil.
 Hasan II Camii ...
Burada en çok ziyaret edilen yer. Suudi Arabistan'dan sonra dünyanın en büyük camii olan Hasan II Camii. Atlas Okyanusu'nun vahşi dalgalarının duvarlarını dövdüğü bu camide aynı anda 25 bin kişi namaz kılabiliyor, caminin avlusunda ise 80 bin kişi toplanabiliyormuş. Caminin 200 metrelik minaresi, 35 km. uzaklığa kadar lazer lambası ile namaz vakitlerini bildiriyormuş. 20 bin metrekarelik alana kurulu cami için ne kadar para harcandığı ise bir sırmış. Caminin kapısında bekleyen muhafızlar, 'Müslüman mısın' diye soruyor 'Elhamdülillah' demeyeni içeri almıyorlarmış. Bize böyle bir uygulama olmadı. Ancak eşim, üzerinde balık resmi olan t-shirtü nedeniyle girmekte biraz sorun yaşadı.
Hasan II Camii'nin çevresi şimdiye kadar Fas'ta gördüğüm en yoğun nüfusu barındırıyor...


 
Arganyağının yapılış süreci...

ARGAN TURU ...
Yoğun istek üzerine bir de arganyağı turu yapıyoruz. Rehberimizin bizi götürdüğü Argan ürünleri satış mağazasında saç ve cilt için mucize sayılabilecek Arganı tanıyoruz. Eğri büğrü bir ağaçtan elde edilen argan meyvesi zeytine benziyor ama daha sert bir meyve. 30 kg argandan 1 lt yağ çıkıyormuş ve bu süreç 15 saat sürüyormuş. Türkiye'de küçük bir şişesi 70-80 TL'ye satılan argan yağı burada 10 Euro. Ayrıca argandan yapılan, göz, el, hemoroid, mantar kremleri, sabunlar var.
Daha sonra kısa bir şehir turu yapıp otelimize geldik. Yemek ve konfor olarak bu otelden çok memnun kaldık. Lobisinde piyano dinleyip kendimizi Rick'in Cafesinde sandık...
Ertesi sabah İstanbul'a uçmak üzere havaalanındaydık. Fas'a gelip dönmeyenler o kadar çok ki, Çölde Çay'ın yazarı Paul Bowles, Mark Twain, Simyacı'yla tanıdığımız Paulo Coelho, Rolling Stones...Ben de Fas'ta gönlümü bırakanlardan oldum.

Casablanca'dan dönerken Endülüs ruhunu yaşayabildim mi, Fas'ın gizemini keşfedebildim mi diye soruyordum kendime...
 

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Geziyi tekrar yasamis kadar olduk, kalemine sağlık. Gül

Unknown dedi ki...

Geziyi tekrar yasamis kadar olduk.kalemine sağlık
Gül