14 Ekim 2011

Farklı günlerde farklı gurupları seyrederken…

Issız denizin ortasında Güneş’in batışını seyrediyorum. Gurubun son ışıklarına bakarken içimde bir boşluk, yalnızlık hissediyorum.Ben neden buradayım , ne işim var denizin ortasında diye soruyorum kendime. Yarım asırdır denizlerdesin daha bıkmadın mı ? Diyorum.Hayat devam ettikçe istekler bitmez diyor içimden bir ses. Sağlıklıyken ve de aranıyorken biraz daha devam et . Çok yakında aranmayacaksın o zaman da aranmıyorum diye üzülme diyor  aynı ses. Ayrıca gezmeyi de seviyorsun, çalışmasan nasıl gezeceksin diye de ekliyor.Aslında o sese ben de hak veriyorum ama evden, eşten, aileden ve dostlardan ayrı kalmak artık zor geliyor.


9 Ekim 2011

Pay ölçer zorunluluğu ve yeni bir "karmaşa"!

Bazı yasalar ve yönetmelikler medyanın ilgisizliğinden sessiz sedasız çıkarılıyor, kimileri hemen, kimileri de belirli bir süre sonra yürürlüğe giriyor.
Tartışılmadan, anlaşılmadan.
Ve üstelik hukukun temel prensiplerinden biri olan “yasalar geriye doğru işletilmez” kuralını hiçe sayarak.
Örnek mi istiyorsunuz.
Kat Mülkiyeti Yasası.
Yeni yasaya göre özellikle büyük sitelerde yönetim planları değişecekti. Çoğunda değişemedi, zira geçiş için belirlenen 6 aylık sürede siteler çoğunluğu sağlayıp yönetim planlarını değiştiremediler. Eski yasanın mı yeni yasanın mı uygulanacağı sorun haline geldi. İşler karıştı.
Şike  ve Teşvik  Yasası. O da geriye doğru yürütüldü ve ortalık birbirine girdi.
Şimdi sırada Merkezi Isıtma ve Sıcak su sistemlerinde Isınma ve Sıhhi Sıcak su giderlerinin paylaştırılmasına ilişkin yönetmelik var.
Bu yönetmelik 2 Mayıs 2007 yılında çıkarıldı ve geçiş süresi olarak 5 yıl belirlendi.
O sürenin bitiş tarihi de 2 Mayıs 2012. Yani önümüzdeki mayıs ayı.
Yönetmelik, merkezi ısıtma ile ısınan binalarda ya da sitelerde yakıt giderlerinin pay ölçer sistemi ile belirlenmesini öngörüyor.
Yani adil yakıt gideri paylaşımı için size yeniden masraf kapısı açıyor.
Uygulama yeni yapılacak binalara ve halen merkezi sistemle ısınan eski bina ve sitelere uygulanacak.
Yeni yapılacak binaları anladık. Onlar yeni sisteme göre ısınma projelerini hazırlayacaklar.
Eski binalar ve siteler ne olacak?
İşte sorun burada başlıyor.
Uzun uzun teknik bilgi ile kafanızı karıştırmak istemiyorum.
Kısaca ya, bina ve daire içindeki kalorifer borularını büyük masraf yaparak yeniden yaptıracaksınız ya da mevcut sistemi devam ettirip bir şirketle anlaşacaksınız. O şirket sizin dilimlere pay ölçer aletler koyup uzaktan ne kadar yakıt harcadığınızı belirleyecek. Tabii parası ile. Yaptırmayanlara para cezası da var bunun içinde.
Alt katlardaki dairelerden daha büyük çaplı kalorifer boruları geçtiği için oradan aldıkları ısıyı bedava almış olacaklar, sadece dilimlerde harcanan yakıtın giderini ödeyecekler, üst kattakilerin ise böyle bir avantajları olmayacak.
Yönetmelik adil dağıtımı sağlamak için binanın ya da sitenin toplam yakıt miktarının yüzde 70’ini pay ölçerle belirlenmesini, diğer yüzde 30’unun ise eşit dağıtılmasını öngörüyor.
Sizin anlayacağınız haksızlığı önleyelim, adil dağıtımı sağlayalım derken haksızlıklara kapı açan bir sistem, ufukta merkezi ısıtma ile ısınanları bekliyor.
Hele ki doğal gaza yapılan son zamla bu konu çok daha güncel hale gelecek.
Sözün bittiği yerde ne var yine “Karmaşa”.

7 Ekim 2011

Korku’nun KOKUSU!

KELAYNAK YAZIYOR
Siyasetin her yere burnunu soktuğu bir dönemde sağlıktan, hele hele burun sağlığımızdan emin olmamız gerekmiyor mu? Ülkem yangın yeri! Ana karnındaki bebekler ölüyor! Değişik kokuların bizi yakan yanlışların, hataların dumanı hepimizi duman edecek kıvamda... Yarını güvende bulmamız iki adım ötemizi görmemiz nerede ise imkansız. Ama biz bir türlü yangın yerini keşfedemiyoruz... Yangın var duman oluyoruz! Koku var, korku var yanan yeri bulamıyoruz... Yoksa durum bu değil mi?
Daha ileri demokrasi ve daha fazla özgürlük için yapmadığımızı bırakmadık... Ve referandum bile yaptık... Sözlere göre daha özgür olduk! Daha da ileri bir demokrasiye ulaştık! İlk elden öğrendiğimiz şey “DİNLENDİĞİMİZ” olmadı mı? Telefonlarımız dinleniyor gizli kapaklı konuşmalar kasetlere yansıyor ve biz dinlene dinlene form tutuyorduk... Final maçına çıkacak bir takım gibi! Halk olarak “dinlenmemiz” teknik bir şeydi... Telefon hatları ile teknoloji ile internet sayfaları ile ilgiliydi. İfade özgürlüğünün felsefesi içinde bizleri dinleyen falan da yoktu!. Gurumuzdan olsa gerek kendimizi kandırdık! 
Burnumuz ileri kelimesinin buram buram duman duman kokan korkusunu alamadı! Hemen bütüm partilerimiz sandıktan sultan çıkarmadı mı? Parti içinde olmayan özgürce fikir beyanı Başbakınımın dediği, gibi genel başkanım derki cümleleri ile çok çok ileri demokrasi ve özgürlüğü temsil etmedi mi? Hangi genel başkan “bu tutum partiye zarar verir... Yanlış yapılıyor”diyen korkusuzları korkutmadı veya eritmedi? Öğütmedi!
Kim karşı fikre saygı gösterdi?.Öğüt öğüttür diye dinleyebildi! Saadece bunlar, şunlar bana karşı diye saydı! Hangisine bakarsanız bakın ileri tek şey görürsünüz.. TEK ADAM! Sözler zarif... Hizmetler anlatmakla bitmiyor... Uygulama... Kesin... Formül... Yaptık oldu değil mi? Onlar bu işi bilmez denmiyor mu? Sağlık olsun diyeceğim ama sağlıkta da işler sağlıklı değil ki! Sakat..
Sağlık Bakanını dinlerken bir an şöyle düşündüm.... “Bu millet kıymet bilmiyor... Bakan bak ne diyor...  “Hastalarımızı yarı yolda bırakmayız. Gerekirse onları ambülans uçağa kor yurt dışına götürürüm” Diyor da... Bu yurt dışı neresi oluyor acaba? Irak sınırında bir yer mi? Ambülans uçak tutacak Bakanın dediğim dedik tutumunda asla bir inatlaşma yok! Aslında olan gene vatandaşa olmuyor mu? Soran varsa bile cevap yok!.. Ameliyat için hastane kapılarında sıra bekleyenlerin hayallerinde ambülans uçak yada helikopter de yok ki... Haftalarca beklediği ameliyat gününü versinler bayram etmeğe yetecek! Nasihat kısmında medya öne çıkıyor... Aman ha bugünlerde sakın hasta falan olmayın diyor gazeteler ve özetle şöyle ekliyorlar:
Sağlık Bakanlığı’nın, muayenehanesi olan hocalara ameliyat yasağı getirmesi “hastaları” vurdu. İstanbul Tıp Fakültesi’nde, haftada ortalama 700 olan ameliyat sayısı, 380’e geriledi. İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere çok sayıda Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat sayıları % 50 oranında düştü. Özellikle de genel cerrahi, kadın hastalıkları ve nöroloji gibi bölümlerde aksaklıklar yaşanırken Sağlık Bakanlığı da, “Rant sistemini kabul etmiyoruz, bu bizim üniversitelerimizi katleden bir şey” diyerek, tam gün yasasında ısrar ediyor. Prof. Dr Mehmet Bilgin Saydam (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı): “Ameliyatlarda aksaklıklar oluyor, hastalara uzun sürelere randevu veriyoruz. Haftada 700 civarında ameliyat yapılırken bu sayı kanun hükmünde kararnameden sonra 380’e düştü. Bu da günlük 100 ameliyatın 54’e düştüğünü gösteriyor. İstanbul Tıp Fakültesi’nde görev yapan toplam 485 öğretim üyesinden yaklaşık 165’i mesleğini sebest olarak icra ettiğini belirtti. Sadece cerrahi branşlarda 84 öğretim üyesi dışarıda kaldı ve sistem böyle kilitlendi.”
Mualla Karabulut (54 yaş emekli): “Ocak ayında ameliyat oldum, yeniden hastalık nüksetti, yarayı tedavi edecek doktor bulamıyorum... Hasta bacağımla hastanenin içinde dört dönüyorum. Bacağım kangren olmak üzere, tedavim uzarsa bacağımı kaybedeceğim.(Vatan)”
Mualla Karabulut’un bacağı için kangren korkusunun kokusunu duyuyor muyuz? Bir yerde durup hem fikir olmadıklarımızın fikirlerini dinliyor muyuz? Hemen her konuda ileri demokrasimiz sandıktan çıkmış olmanın yaptım oldu ezberine köle olmadı mı? Ölümün kanın, ana karnındaki 8 aylık bebeklere kadar indiği bir ortamda burnumuza gelen kokular seyrettiğim sahneler güven verici mi? İlerlemek zorundayız.. Evet... İleri demokrasi’yi sözde eskitmeden gerçekten ilerletmeliyiz!. Tartışmayı kavgaya kine nefrete çevirmeden ortak bir noktada buluşmak için ilerlemeliyiz... İş işten geçmeden KORKUNUN KOKUSUNU almalıyız...

5 Ekim 2011

Müzikle tedavinin merkezi Darüşşifa!

Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci başkenti sayılan Edirne, uzun süredir gezi programımızdaydı. Geçtiğimiz pazar günü gezi ekibimizle birlikte yola koyulduk.İstanbul'dan çıktıktan tam iki saat sonra, 11.00'de Edirne'deydik. İlk durağımız Sinan'ın ustalık eseri Selimiye'ydi. Sonra Niyazi Usta'da ciğer, Fethullah Hoca'nın yetiştiği Üç Şerefeli Camii'i ziyaret, Karaağaç ve Meriç Nehri kıyısında tadına doyamadığımız çay... En çok merak ettiğim yerlerden biri Edirne Sağlık Müzesi'ni ise en sona bıraktık. Mihmandarımız eski gazeteci arkadaşım, Edirneli Nevin, bize öyle bir güzergâh çizdi ki, 5-6 saat içinde gezmek istediğimiz yerleri gezip, yemek istediklerimizi de yemiştik.
Musiki topluluğunun önünde çektirdiğimiz fotoğrafı flu olmasına rağmen görmenizi istedim. Çünkü zamanında birçok kişiye şifa dağıtmış bu topluluk. Onlarla fotoğraf çektirmek bize de iyi geldi, yüzyıllar sonra bile. Fotoğraf flu olmasa yüzümüzdeki neşeyi görebilirdiniz.







Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Sultan II. Beyazıd döneminde 1488 yılında hizmete açılan Darüşşifa (hastane), döneminde hastalara müzikle şifa dağıtmış. Bugün de cansız mankenlerle 15.yüzyıldaki hastane ortamı canlandırılmış. Ney müziği ve su sesiyle huzuru hissediyorsunuz müzeden içeri adım attığınızda. Müzenin darüşşifa bölümü görkemli bir kubbenin altındaki şadırvan ve onun etrafındaki hasta odalarından oluşuyor. Önceleri her hastanın tedavi edildiği hastane, daha sonra akıl ve ruh hastalarına hizmet vermeye başlamış.
işte buradaki mankenler de o dönemi canlandırıyor gözümüzde. 'Psikonevrotik', 'Melankolik Kara Sevdalı', 'Deli Divane Akıl Hastası' ve niceleri...


 Akıl sağlığı bozulanlar burada tümüyle ücretsiz müzikle tedavi ediliyormuş. On kişiden oluşan musiki topluluğu, musiki konserleri veriyor, hastalar, muhteşem akustik sayesinde odalarından bu müziği dinleyebiliyorlarmış.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN GÖZÜYLE
Müzedeki tabelalardan edindiğim bilgiye göre Evliya Çelebi de 1682 yılındaki Edirne ziyaretinde şöyle bahsetmiş külliyeden "Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif ve kalemler ile yazılamaz"
İşte Evliya Çelebi'nin ağzından Darüşşifa;
"Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur"… "Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne'nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar…Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden söz eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.
Merhum ve Mağfur Bayezid Veli Hazretleri Vakfiyesinde, hastalara deva, dertlere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere 10 adet hanende ve sazende gulan tayin etmiş ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çenk santurcu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek hastalara ve delilere musiki faslıederler. Allahın emriyle, nivesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler. Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügah, segah, çargah, suzinak makamlarıonlara mahsustur. Ama zengule makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır…"
HANGİ MAKAM NEYE İYİ GELİYOR?
On kişilik musiki topluluğunu temsil eden mankenlerin önündeki tabelada, hangi makamın hangi hastalığa iyi geldiği anlatılıyor. Belki işinize yarar, denemekte fayda var.
Rast Makamı: Havale ve felç iletine devadır.
Irak Makamı: Har mizaçlılara, sersam ve hafakana faydalıdır.
İsfahan Makamı: Zihni açar, zekâyı artırır, anıları tazeler.
Zirevkent Makamı: Sırt ve eklem ağrılarının ve kuluncun tedavisinde faydalıdır.
Rehavi Makamı: Baş ağrısına devadır.
Büzürk Makamı: Ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir.
Neva makamı: Irk'un nisa'ya iyi gelir (Kadın hastalıkları)
Zengule Makamı: Kalp hastalıklarının devasıdır.
Hicaz Makamı: İdrar zorluğuna iyi gelir, cinsel yönden uyarıcı etkisi vardır.
Buselik Makamı: Kulunç ve bel ağrılarının ilacıdır.
Uşşak Makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacıdır.
Osmanlı'da müzikle tedaviye bu kadar önem verilirken çağımızda niye çok öne çıkmıyor bu konu diye düşündüm. İnternette biraz araştırınca gördüm ki, Tümata'nın (Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu)  bu konuda çalışmaları var. Sabah televizyon seyrederken ünlü kalp doktorumuz Prof. Bingür Sönmez de kalp hastalarının müzikle tedavi edilebildiğini söyledi. 'Müzik ruhun gıdasıdır' sözünü yabana atmamak lazım demek ki.
Külliyenin diğer bölümünde de tıp eğitimi veriliyormuş. O bölümde de yine mankenlerle, 15.yy tıp eğitimi canlandırılmış. Tıp öğrencileri, müderrisler (profesör), adeta canlı gibi sizi karşılıyor. İmarethanede ise dönemin büyük kazanlarını, mutfak aletlerini görmek mümkün.
Yolunuz Edirne'ye düşerse, bu ödüllü müzeyi görmeden geçmeyin...

28 Eylül 2011

1987 Piri Reis’in petrol arama krizi ve “o gece”!

Kıbrıs Rum Kesimi ile bir süredir devam eden petrol arama ve sondaj bunalımı beni 1987 yılına götürdü. 24 yıl önceki siyasi kriz Türkiye ile Yunanistan arasında idi.
Yunanistan, ortağı olduğu Kuzey Ege Petrol Şirketi’yle Taşoz Adası yakınlarında petrol arama ve sondaj yapmayı planlamıştı. Yunanistan planlamakla kalmadı, bu şirketi ulusallaştırmak istedi.
Türkiye buna itiraz etti. İtiraz gerekçesi olarak da bu davranışın ulusal karasuları sınırları dışında petrol arama ve sondaj çalışmalarına gidilmesini yasaklayan 1976 Bern Anlaşması’na aykırı olduğunu ileri sürdü.
Gerginlik tırmandı, tırmandı, Londra’da bulunan Başbakan Özal’ın “Yunanlılar uluslararası sularda petrol aramak için harekete geçerlerse, bizim de aynı yerde olmasa da, uluslararası sulara açılıp petrol aramak son derece tabii hakkımız olacaktır. Fakat onlar, uluslararası sular bizim diyerek gelir ve gemimize ( Piri Reis gemisi) dokunurlarsa, bu bir savaş nedeni olur” demesiyle doruk noktasına ulaştı.
O geceyi “savaş çıkıyor” diye gazetede geçirdik.
Tüm gün gazetenin Atina muhabirini aradık durduk.
Yok, yok.
Yer yarılmış, Atina muhabiri oralara girmişti sanki.
Cep telefonları da henüz piyasada değil.
Atina’dan hiçbir haber alamadan sabahı bulduk.
NATO, Amerika ve Avrupa ülkeleri araya girmiş, savaşı önlemiş, bunalım hafifletilmişti.
Sabah 9.00 sularında yüzümü yıkamak için lavaboya giderken merdiven başında Atina muhabiri ile burun buruna geldim.
Şaşırmıştım. “Ege’de savaş çıktı çıkacak. Sen burada ne arıyorsun?” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Sakin sakin yüzüme baktı “boşuna heyecanlanmışsınız” dedi ve ilave etti:
Bak Akın. Siz bu Yunanlıları iyi tanımazsınız. Ben yıllardır aralarında yaşıyorum. Bunlar sınıra kadar gelir. Duvarın önünde edep yerlerini gösterip karşı tarafı tahrik ederler. Sizin duvara tırmanıp atlayacağınızı anlarsa donunu, pantolonunu çekmeden kaçar. Onun için boşuna sabahlayıp beklemişsiniz. Bunlar tek başlarına bir hiçtirler.”
Sarıldık, öpüştük, hasret giderdik.
Bu sözleri yıllardır unutamam. Her bunalımı bu sözlerin ışığı altında değerlendiririm.
Kıbrıs Rum tarafı ile çıkan bunalıma gelince.
Köprülerin altından çok sular aktı. Rumlar sinsi sinsi hazırlandılar. Antlaşmalar yaptılar. Silahlı güç olarak da yanlarına İsrail’i aldılar. Amerikan şirketi ile anlaştılar.
Bakalım Bu kez de Türk savaş gemilerini gören Rumlar donlarını toplamadan kaçacak mı?
Bekleyip göreceğiz.



25 Eylül 2011

"Muhallebi" diye yediklerimiz!

Başbakan’ın bu hafta da ayak basmadığı yakın çevre, parmak basmadığı sorun, benim de inanacak doğrudur, işin aslını biliyorum diyeceğim bir konu kalmadı! AKP lideri Orta Doğu ile de sınırlı kalmadı ve uzak noktaya ABD’ ye de uzandı...
Yurt içinde terör kentlerin ara sokaklarına kadar ulaşmışken, anketler itiraz istemez der gibi ortaya döküldü. Ortak kanaat şöyle...
Başbakana ve iktidar partisine olan destek artıyor... Bu artışta en büyük etken dış politika... Daha da doğrusu İsrail düşmanlığı!
Ortak rakamlar şöyle:
AKP’nin oy oranı % 55’lere çıkmış, CHP % 21’e gerilemiş, MHP % 14’lerde. Şimdilerde moda olan  “Yeni Osmanlı” anlayışı imiş!..
Desteğin merkezinde İsrail’e uygulanan yaptırımlar, One minute’ nin devamı söylemler ve Türkiye’nin bölgede artık söz sahibi etkin bir güç olduğu söylemi yatıyor!
Araştırmada, bana göre araştırılmayan ve anlamakta zorlandığım yan bu kesim yani % 55 oranını oluşturan Türk vatandaşları hangi DOĞRU bilgileri edindiler ve ona göre bir karara vardılar?
Ülkemde doğruları şıp diye öğrenme imkanı var mı? Bu doğruları tüm gazeteler mi yazar? Tüm TV haberleri mi okur? Yoksa haber kutsaldır diyen gazeteciler mi kaleme alır?
Bugün (22 Eylül Perşembe) NTV gibi tarafsızlığı arşive kaldırılmış ciddi! bir yayın organı ünlü satranç ustası Kasparov’la söyleşi yaptı...
Ne mi soruldu?. İş adamlarına konuşacak bilgisine sarılmış lokum soru:
Türk ekonomisini nasıl bulduğu... Kasparov kibar davrandı... Ben emekli oldum dedi. Sorunun santraç sanatı içindeki cevabı olsa olsa “kaleler alınmış... Vezirin boynu vurulmuş. Kala kala bir şah kalmış! Olabilirdi... Olmadı...
Bir kere daha ben yaptım oldu mantığı yürüdü... Sanki Ağaoğlu daire satıyor... Yaptım oldu. Söyledim olacak... Ağalık yumrukla oluyor zahir!
Olayları yandaş köpüğünden sıyırıp bakınca AT GÖZLÜĞÜ hala burunların üzerinde duruyor... Karadeniz’de HES’lere HAYIR sloganı dalgalar halinde çırpınırken Başbakan kendisini seçen hemşerisinin “yeşilimi, suyumu, şırıl şırıl akan deremi eleme. Dedemin yaşadığı ortamı betonlama. Ben gaz lambası da olsa çevremi istiyorum. Beni dinle, yaşantımı değiştirme” diyor!
Anlatabiliyor mu? Tartışan karşı fikirlerle karşı karşıya gelen akademisyen, profesör, yetkili etkili kişiler medya da eksik değil... Eksik olan İtalya’da ki gibi dava... Depremi hafife aldın vatandaşların öldü... Suçlusun... diyebilen halkın hakkını arayabilen düşünce!
Bizde tam tersi olmuyor mu? Kendi sahasındaki maçta seyircisinin sahaya inmesi, olay çıkarması sonucu “ceza” geliyor... Bir maç ceza çekildi. İkinci ne oldu? O cezayı hanımların doldurduğu trübünlerle halletmedik mi?
Yeni gelenin, eskinin aldığı tüm kararlar hatalı deme lüksü var mı? Olay çıkaran, saha giren seyirci ceza yerine ödül almadı mı? Kadıköy’ün tek maç için KADINKÖY’E dönmesi, taşkınlık yapan, sahaya inen seyircide hangi caydırıcı etkiyi yapar!. İnelim sahaya tribünler kadınla dolsun tercih edilebilir gerekçe olmaz mı?
İlerlettiğim demokraside hemen herkes her şeyi konuşuyor... Bilmiyor... Sadece konuşuyor... Neye evet, neye hayır dedik... Ne için söz verdik... Başbakan söylerse onun söylediği kadarını biliyoruz...
Yurt dışı gezilerinin en abartılısı genelde ABD gezisi olur. Ülkemde ne kadar manşet varsa hepsinde bu haber vardır. Bizim gönlümüzde yatan, arzuların buram buram sıvandığı, hamaset köpüklerini ayırıp dikatli bakabilenler, başarı olarak sunulan pek çok olayı daha gerçek hatları ile görebilirler. Başbakan ABD Başkanı ile görüşmesinde PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiyesi için destek istedi. Bu desteği alamadı! Füze radarı bilgilerinin İsrail’e verilmeyeceğine dair garanti istedi. Alamadı! Gazze’ye abluka kalksın, Filistin devleti tanınsın, İsrail özür dilesin dedi olumlu yanıt almadı! Rumların Akdeniz’deki sondajlarının durdurulmasını isteği de cevap bulmadı! Genelde bravo algısı ile alkışlanmıyor mu? Nereden geliyor bu alkış sesleri!
Ayaklarımızın yerden kesilmesi... Havalanma... Ülkede 53 milyon seçmen var. Bunlar kaderimizi çiziyor... Bu ülkede satılan günlük gazete sayısı 4 milyon 400 bin! Spor gazeteleri çıkarılırsa gazetede okuru yaklaşık 4 milyon... Bir gazeteyi en az 4 kişi okur hesabı yaparsak 16 milyon gazete okuru var denebilir. Okurlar mı? Ne kadar okurlar? Neyi nasıl okurlar? Gerçeği öğrenme dertleri olur mu? Yoksa inanmak, şeyhe inanmak, parti liderine inanmak yetiyor mu? Algılanan hemen her şey nabza verilen şerbet ile ilgili değil mi? Bir tribün dolusu kadının haykırışı 100 bin tribün dolusu kadının sessiz ölümü, işkence görmesini, horlanmasını örtecek mi?
Önümüze “daha çok özgülük” “ileri demokrasi” diye konan kapalı paketlerden daha saklı ve daha yaygın kontroller çıkmıyor mu? Sadece yemeği yeyip sorgulamıyoruz... Sıkıntının temeline inmek zor geliyor. Hazıra inanmışlık güçlü bir duygu... Yeniden şüphe edip gerçeği aramak, olur olmaz yerde başına bela almak varken hazır yemeğin kolaylığı göz alıcı değil mi? Temel gibi...
Parasızlık Temel'in canına tak etmiş. Mutlaka çok para kazanırım deyip Amerikaya gitmiş... Anlatılanla gördüğü aynı değilmiş... Bakmış ki orada da para sıkıntısı sürüyor. Değil zengin olmak aç kalmayacak kadar para kazanmak da zor... Bir kolay yol bulmak şart demiş... Zaman geçtikçe elindeki avucundaki de bitiyor... Girip çıkanı müşterisi en az olan bir bankayı gözüne kestirmiş... Gece olmuş. Temel bankaya girmeyi başarmış ve hemen önüne çıkan ilk kasayı açmış. Bir de bakmış ki kasada bir kase muhallebiden başka bir şey yok. Bu benim kısmetim diyerek muhallebiyi yemiş... Heyecanla para bulmak için ikinci kasaya. Onu da açınca ne görsün bir kase muhallebi daha. Çaresiz kısmetim bu benim demiş ve onu da yiyivermiş. Sıra gelmiş üçüncü ve son kasaya. Onu da açmış ve görmüş ki onda da para yok... Sadece bir kase muhallebi. Temel çok sinirlenmiş. Ama bu kadar uğraştık emek verdik hakkımızdır deyip o muhallebiyi de mideye indirmiş. Paraya ulaşmanın imkânsızlığını anlayıp otele dönmüş... Ertesi sabah gazetesini almış... Hemen her gazetenin ilk sayfasında şu haber varmış:  “AMERİKA'DAKİ EN BÜYÜK SPERM BANKASI DÜN GECE KİMLİĞİ BELİRSİZ KİŞİLER TARAFINDAN SOYULDU!” 
Özgürce düşünceye dayalı karamsarlığım, yarını aydınlığa çıkaracak tohumları muhallebi diye yemiş olmamız korkusuna dayanıyor...

21 Eylül 2011

Darwin'in "tavuk toplum" tarifi!

Elektronik posta yolu ile gelen ve İngiliz biyolog, doğa bilimcisi Darwin’e ait olduğu belirtilen cümleleri sizlerle paylaşmak istedim.
Acaba böyle bir toplum tanıyor musunuz?
Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir.  Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar.  Uçamayanlar ise tavuk olur...
"Tavuk toplum", önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz!.”

18 Eylül 2011

Sinir ötesi!...

Bendeki arazlar Tuncer Kurtis’in sesi ile başladı... TV reklamları ikinci haftasına girmişti ki mantığımda tutukluk yaşamağa başladım... Binlerce dolar harca, uzmanlar yıllarca emek versin, dünya çapında bir film yap... Neye yarar! Varsa yoksa Tuncer Kurtis’in sesi! Bir... İki... Üç... Dinledikçe kendimi sinir ötesinde buldum... Ve o canım diziyi seyredemedim! Ülkemin hızlı ve akıl almaz gündemi de beni bir hoş etmedi değil... Zamanlamaları her dem harika olan sızıntılar, açığa çıkan kasetler bu kere Tuncer Kurtis’in sesi olmadan da ses getirdi! İyi ki varlar...
Bastır çığlıkları ile öne çıktığımız TV reklamları ile sanal aleme taşıdığımız olmayan güç başımı döndürüyor... Basketbol Milli takımı reklamı baskı yaratmada bana göre takım elense de finale kaldı... Sonuç alma kısmına reklamın etkisi ile bir türlü gelemiyoruz. Deviz ya! Nerede cüce kaldığımızı asla öğrenemeyeceğiz! Değişmeyen slogan değişen milli takım yok mu ? “12 DEV adam” sanal kışkırtması Tuncer Kurtis’in sesi gibi kalıyor... Ne zaman dev olmuşlar heyecana kapılıp sorgulayamıyoruz... Sağ olsun sporun sportif yazarları... Hala aynı sloganla yatıp kalkıyorlar... 12 DEV ADAM...
Ülkemin her yanında çok önemli kavramları ciddiye almayan ciddi bir gelişme var. Özel hayatın gizliliği, masumiyet karinesi sizlere ömür. Şehit düşmüş ama törenle ananı yok, gömeni yok! İnternetteki kaset yoğunluğu hayatın akışını dengelemiş. Bir kesilse ölürüz her halde “vayy bunu da yapmışlar” hayreti yaşam kaynağımız olmuş! İtiraf etmek gerekir ki her kaset kendi alanında hedefe yönelmiş ve inanmayı zorlaştıracak kalitede!... İçerikleri de gündemde öne çıkanlara ait! Ama hemen her hafta bir yenisini duymak OLAĞAN bilgilendirmeler arasına girdi.
Garip olan manzaranın artık normal sayılması!... Halk ne diyor önemli mi? Yap projeyi, geçir, kanalı kur, barajı sun başbakana o beğensin yeter! Karşı çıkan gruplar mı var? Onun da önlemi hazır!.. İmzasız ihbar mektupları ile yola çıkıp sahte kasetler ile siyasetin genel başkanlarını saf dışı bırakabilirsin!... Bu silah kimin elinde, kim üretiyor, kim zamanlıyor, kim yayıyor? Sorular cevapsız ve süre sonu gelmeyen süre sinir ötesi!
Görünen köydeki manzara şöyle değil mi?
PKK sadece dağda değil her yerde hatta düğün salonlarında bile saldırıyor... Bazı yorumlara göre terör örgütü “devrimci halk savaşı” hazırlıkları yapıyor. BDP, TBMM’ye gitme konusunda ayak diriyor ve seçim öncesinde düzenledikleri “sivil itaatsizlik” benzeri eylem hazırlığı içinde. Güvenlik güçlerinin dağda ve kentlerdeki operasyonları hız kazanıyor. Ve jetler Irak’ın kuzeyindeki PKK hedeflerini bombalıyor. Yaygınlaşan beklenti “geniş kapsamlı bir kara harekatının altyapısı oluşunca gerçekleşeceği” Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, sınır ötesi operasyonu sorulunca “Türkiye'de terörle mücadelede neye ihtiyaç duyuluyorsa o mutlaka yerine getirilecektir” diyor...
Ve bir yerde ihtiyaç duyulmuş olacak ki OSLO toplantısına varıyoruz. Ve yeni bir kaset sızıyor... Sızdırılıyor... PKK ile pazarlık... Kaset 18-20 ay önceye ait... OSLO da beşinci konuşma... Son dönemin piyasası sağlam olan bir tarzı... Sızdır kaseti değiştir gündemi!  Değişe değişe geldiğimiz noktada tek değişmeyen kalmıyor mu?
Biri bize ne yapıyor?
Seçim öncesi muhalefet partilerinin sarsıldığı CHP'nin genel başkanını koltuktan eden muhalefetteki diğer partileri de acaba doğru mu şüphesine sokan uygulama... Daha da etkili ve sistemli olan kasetle vur kampanyası TSK' ya karşı da sür git yapılmıyor mu? Bu yol bu tür uygulama, çirkin, gayrı ahlaki, gayri insani ama kesin sonuç alıcı! Zihinler bulanık... Gizlilik konusunda Genel Kurmaydan sonra genel olarak hemen her kurum dikiş tutmaz bir hale mi geldi? Bu noktada gel de şeytana cevap yetiştir... Gidiyoruz gündüz gece bilmiyoruz ne haldayız!
İstihabarat teşkilatının istihabaratı bozuk! Ama dili çok nazik... Konuşmaların tümünü tahlil etmeğe gerek yok... Bir konu yeterli! PKK şefleriyle Oslo’da pazarlık yapıyorlar. MİT Müsteşarı Apo’dan söz ederken, BDP’liler gibi “Sayın” sıfatını kullanıyor... Aslında MİT kendi başkanının ses kaydına mukayit olamamış!
Zamanlaması dikkate alındığında bizi gerçekten kimin yönettiği, kimlerin yönlendirdiği veya yönlendirmeğe çalıştığı da SİNİR ÖTESİ bir durum değil mi? Yorumcuların siyah beyaz zıt fikirleri ile zırt pırt gündeme düşen gizli kaset, mühürlü, aleni bilgileri dinleye dinleye gerçeğe ne kadar  yaklaşabiliriz? Tahminleri çoğaltmak mümkün ama gerçeğe ulaşmak zor. Yani gizli kasetler apacık, vatandaşın apacık bilmesi gereken ne varsa gizli kapaklı!
Süreç SİNİR ÖTESİ...

9 Eylül 2011

Cehalet mutluluktur!

Bana göre de ufak sıyrıklarla atlatılmış bir ölüm tehlikesi... Ve iyi ki saldırıya uğrayan genç adam ayılarla ilgili nasihatları dinlemiş... "Ölü taklidi yap ayı sana kanar kurtulursun" çözümünü zihnine yazmış... Haberi okuyunca ufkum genişledi... Sahne tekrar canlandı... Ansızın çalılar arasından çıkıp saldıran ayının yaraladığı adam, canını ölü taklidi yaparak kurtarmıştı ya... Ayı onun üzerine oturduğu zaman da gıkı çıkmamış, kıpırdamadan yatmıştı... Bu tecrübeyi ülkemde hemen her alanda genişleterek nasıl uygulasak? Darbelerden, ölümcül saldırılardan, yanlışlardan kurtulsak! Güvenlik görevlisi! Güvenmeniz gereken sıralamasındaki ilk kişi... Veya en önce güvenmemiz gereken kişi... Diyarbakır'da bir bankanın kadrolu görevlisi. Yani bir kat daha güvenli! Onun hikâyesinde, çalıların arasında saklanan ayı GEÇİM SIKINTISI... Bütün gün paralar içinde yüzdüğü halde eline para geçmez hali devam etmiş... Ve sonunda ona teslim edilen parayı Diyarbakır Havaalanı'na götürürken çalıların arasından ayı saldırısı olarak yeter artık isyanı zihnine sıçramış... Ve güvenlik görevlisi Selahattin kendisi gibi güvenlik görevlisi olan ve asla hiç bir şeyden şüphelenmeyen ayı saldırısı nedir bilmeyen arkadaşına silâh çekmiş... “Dur artık yeter... İn şu arabadan” demiş... İçinde 4 milyon dolar olan iki torbadan birini almış... Yani 2 milyon dolara  razı olmuş... Aç gözlülük de yapmamış... Arkadaşını bagaja sokmuş, mahalle arasında durdurduğu araçtan müzik sesini sonuna kadar açıp kaçmış... Önce mahalleli sonuna kadar açık olan müzik sesinden şikâyetçi olmuş ve polisi aramış... Ve bu müzik ziyafeti sonunda araçta kilitli kalan güvenlik görevlisini polis güvenli bir şekilde bagajından kurtarılmış...
Bence de Selahattin yaşamaya,  daha iyi bir hayat için çırpınmaya devam etmeli ama asla bu yolu denememeliydi!
Milyar dolar götürmenin bir çok yolu varken!
Aldığı darbelerle, çektiği sıkıntılarla yere uzanıp ölü taklidi yapmalı, yaşadığını belli etmeden yerlere serilmeli ve ayıyı kandırmalıydı...
Çalılar arasındaki AYI' nın varlığı bize bir ders olur mu? Uzmanları dinlerken, benim de mantığım ayı saldırısına uğruyor... Kıpraşmadan boylu boyunca yere yatsam diyorum! Başımı ellerimin arasına alsam. Kulaklarımı tıkasam... Öyle uzanıp kalsam... Ama kulağıma TV lerde, gazatelerde sürüp giden tartışmaların sesleri geliyor...
Uzun tutukluluk hallerinin bitme şansı yok gibi!
Makul sürede yargılanma umudu ise Kaf Dağı'nın ardında. Yeni yargı yılı ile olabilecekleri yargılamak haddim değil... Alıntı yapsam!
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Vedat Ahsen Coşar Türkiye’de yaşanan olumlu gelişmelerin (!) yanında "toplumun canını yakan şeyler de olduğunu" öne sürdü... Ve şunları ekledi: “Terör can yakıcı olayların başında geliyor. Güvenlikle ilgili olarak alınacak önemler konusunda yurttaş olarak, kurum olarak duyarlı ve hukukun çizdiği sınırlar içerisinde kalmak koşuluyla üzerlerine düşen her türlü görevi yapmaya hazırız”.
Coşar, “TBB olarak, Türk olsun, Kürt olsun aynı ulusun özgür ve eşit yurttaşları olan, birbirlerinin kimliklerine, kişiliklerine, kültürlerine, başkaca değerlerine saygısı bulunan, kardeşçe, barış içerisinde ve birlikte yaşamak isteyen herkesi tahriklere kapılmadan, kırmadan, dökmeden, sağduyu ve kararlılıkla teröre karşı yüksek sesle tavır almaya davet ediyoruz” dedi.
Adalet sisteminin kurulması ve işletilmesinin her şeyden önce yargının “bağımsız” ve “tarafsız” olmasını gerektirdiğini vurgulayan Coşar, bağımsızlığın yargıya sunulmuş bir ayrıcalık değil, yargıç tarafsızlığını sağlamanın yegane ve en etkili aracı olduğunu kaydetti.
Türkiye’de yargılamaların ve tutukluluk sürelerinin uzun olduğu eleştirisinde bulunan Coşar, şöyle devam etti:
“Tutukluluğa alternatif adli tedbirler kefalet, ev hapsi, polis denetimi, pasaporta el koyma ve yurt dışına çıkma yasağı ise mümkün olduğunca en erken aşamada uygulanır. Yargılamanın gerektiğinde alternatif koruma tedbirleri uygulanmak suretiyle tutuksuz olarak yapılması, ülkemizde uygulaması çok nadir görülen bir durumdur. TBB olarak talebimiz ve dileğimiz, hâkimlerimizin tutuklama konusunda son derece duyarlı davranmaları, bu konudaki ulusal ve uluslararası mevzuata uymaları, ülkemizde iyi gitmeyen işlerden olan, Türkiye olarak hiç de hak etmediğimiz “tutuklama ayıbından” ülkemizi bir an önce kurtarmalarıdır.
Ülkemizde iyi olmayan, iyi gitmeyen işlerden birisi de adaletin geç tecelli etmesi, daha doğrusu adaletin adaletsizlik olarak tecelli etmesidir. Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin bir bütün olduğu dikkate alındığında yargılama için makul görülen süreler halen derdest olan, sanıkların sorgulamaları henüz tamamlanmayan, ne zaman sonuçlanacağı belli olmayan kamuoyunda Ergenekon adıyla anılan davada olsun, KCK davasında olsun, derdest olan diğer pek çok davada olsun daha şimdiden aşılmıştır. Sorumluluk ise hepimizindir.
Hakimin, savcının, avukatın, hemen her şeyi ihtilaf konusu yapan veya yapılmasına neden olan idari makamlarındır.”
Coşar, Deniz Feneri e.V. bağlantılı soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcılarının görevden alınmasını da değerlendirerek, savcıların görevden alınmasının siyasilerin yargıya müdahalesi anlamını taşıdığını iddia etti.
Tutuklama ayıbı... Adaletin geç tecelli etmesi durumu... Siyasilerin yargıya müdahalesi... Çalı arkasındaki ayı korkusuna kapılmamak için çare bulmak şart... Yoksa aniden yolumuzun üzerine çıkacak... Sadece yolumuz değil bizimde üzerimize çıkacak... Kendimi yere atsam... Sesleri duymasam... Olanları görmesem... Neden niçin demesem.... Anlamasam... Cahil olsam... Bir başka cümleye sığınsam... Cehalet mutluluktur...

5 Eylül 2011

Öğretmenliği özendirmezsek dizimizi daha çok döveriz!

Hukuk Fakültesi’nde okuduğum yıllarda öğrencisi olduğum iki öğretim üyesi tiplemesini sizlerle paylaşacağım. Birincisi Devletler Hukuku hocası Mahmut Belik’di.
Mahmut hoca her dersini izlediğim hocalardandı. Zira kitap yerine notlarından sınav yapardı.
Ders anlatırken hiç bir cümlesini tamamlamayan bir stili vardı. Not tutuyoruz tabii ama cümleler hep eksik. Hadi bakalım evde o cümle neyi anlatıyor tamamla tamamlayabilirsen.
Bizi evde çalıştırma taktiği miydi hala bilemiyorum. Ama bence bilerek yapıyordu ve bizim çalışmamızı böyle sağlıyordu.
İkinci örnek İdare Hukuku hocası Lütfü Duran’dan. Lütfü hoca sözlü sınavda karşısındaki öğrenciye öğüt veriyor; “ Bak oğlum. Sen bu konuşma tarzınla ne avukat olabilirsin ne de hâkim. Yol yakınken okulu bırak, başka bir meslek seç”.
Neden sizlerle paylaştım bu iki anımı?
Eğitimci bir ailenin çocuğuyum. Babam, kız kardeşim, eşim ve kayınvalidem öğretmendi. Öğretmenlik mesleğinin ne kadar önemli olduğunu bilirim. Babamın “çok bilen değil, bildiğini öğretebilen iyi öğretmendir” derdi.
Bugün eğitimin geldiği nokta içler acısı. İyi öğretmen yetişiyor mu? Sadece bilgili değil, bildiğini öğretebilen öğretmen yetişiyor mu?
Bence hayır. Eğitim Fakültelerini hali belli. Aldıkları öğrencilerin düzeyleri ve okula alış sistemleri de belli.
Öğretmenliğe özendirme var mı? Hem maddi hem manevi açıdan. Yok. Bir yere gireyim de neresi olursa olsun düşüncesiyle alınan öğrencilerden ne beklenebilir ki.
İşsiz kalmak da bir başka sorun.
Sizin anlayacağınız bu şartlar altında yeni nesilleri emanet edeceğimiz bu öğretmenlerle kaliteli öğrenciyi zor yetiştiririz.
Parası olan yetişir o da öğretmen olmaz. Yabancı ülkelerin avladığı beyinler olur.
Eğer öğretmenlik mesleğini cazip hale getirmezsek, bir mühendisin aldığı ücretten fazlasını vermezsek, yetenek sınavı yapmazsak , akıllı beyinlerin öğretmenliği seçmesini özendirmezsek daha çok dizlerimizi döver, eğitim sistemimizi eleştirir dururuz.
Anne babalar da çocuklarının daha iyi eğitilmesi için tonlarca parayı sokağa atar.