31 Ocak 2009

Genel yayın müdürü dedikleri!...

Geçenlerde Hürriyet’in genel yayın müdürü malum soruşturma ile ilgili bir yorum yazdı. Yazıda gazetenin künyesinde yer alanlar isim isim veriliyor ve düşüncesi de belirtiliyordu.
Okuyucuyu ne kadar ilgilendirir bu yazı diye düşündüm. Neden mi?
Gazetelerde manşete karar veren, gazetenin belirli bir çizgide yayım yapmasını belirleyen genel yayın müdürüdür.
Öyle siz demokrat havadaki yazılara bakmayın.
Genel yayın müdürü tek seçicidir. Ona sadece seçenekler sunulur, ama kararı o verir. Geri kalanların düşüncesi kendilerinedir.
Hatta şöyle de bir haksızlık vardır ortada.
Tüm haberlerden mahkeme karşısında hukuki olarak sorumlu olan sorumlu yazı işleri müdürü ve haberde imzası olandır; genel yayın müdürü ve diğer yazı işleri müdürlerinin sorumluluğu yoktur yasalar karşısında.
Çok fazla teknik konulara girmeden söylersem genel yayın müdürü, manşetin ne olacağına karar verir, hangi haberlerin gazeteye gireceğine yazı işleri müdürü yada yeni uygulama ile müdürleri karar verir, eğer suç işlenmişse sorumlu müdür, mahkeme mahkeme dolaşır. Sorumlu müdürün içinde suç unsuru olan haberlere hiçbir itiraz hakkı yoktur.
Dahası bazı gazetelerde yazı işlerinde hiçbir işe karışmayan sorumlu müdürler vardır. O mahkeme senin bu mahkeme benim dolaşırlar. İçinde suç unsuru olan haberlerden haberleri bile olmaz.
Genel yayın müdürleri kafama takılınca bir anımı hatırladım. Onu sizlerle paylaşayım da görün bu işler nasıl oluyor?
“SEN İKİ GÜN İZİN YAP”
Büyük gazetelerden birinin yazı işlerine yeni girmiştim. Çoğu arkadaşları tanımıyordum. Genel yayın müdürü de o gazetede yıllardır çalışıyordu.
Bir akşam üstü beni odasına çağırdı. Bana bir yazarın yazısını gösterdi. Sayfalar hazırlanmış, o sayfaların provasını elime tutuşturdu.
“Yazının bu cümlesini çıkar” dedi. Sanırım Merkez Bankası başkanını eleştiren bir cümle idi.
Sayfanın başına gittim. Yazıyı buldum ve operatöre çıkarılacak yeri gösterdim. O da o cümleyi yazıdan çıkardı.
Başıma böyle bir uygulama gelmemişti daha önceleri. Sakıncalı bulunan cümleler, genellikle yazarın kendisi ile konuşulur, çıkarılması öyle istenirdi.
Gazeteye yeni girdiğim için burada uygulama demek ki böyle dedim içimden.
Taşra gazetesi döndü, genel yayın müdürü cümlenin çıkarıldığını gördü, gönül rahatlığı ile evine gitti.
Tabii iş bitmemişti. Ben de burada hata yapmış, yaptığımız değişikliği gece ekibine söylemeyi unutmuştum. Ama genelde yazarların yazılarına dokunulmazdı gece ekibi tarafından. Gece ekibi daha çok gazeteye yeni haberleri koyar ve şehir baskılarını hazırlardı.
Ertesi gün yazı işlerine girdiğimde “genel yayın müdürü seni bekliyor” dediler.
Odasına girdim. Mosmordu. Beni görünce haykırmaya başladı. “Gördün mü rezaleti?”Şaşırmıştım, “Yeni geldim gazeteye bakmadım” dedim. “O yazarın yazısından atacağın cümle aynen duruyor. Git. İki gün gelme. Eğer patron görür ve küplere binerse, kusura bakma seni kapının önüne koyarım”.Bu kez ben sinirlendim. Fırladım, dışardan bir taşra gazetesi buldum. Yazıyı açtım, gösterdim ve “Tamam giderim ama taşra gazetesinde o cümleler yok. Sorumluyu başka kapıda ara. İnsanları hemen harcama” dedim. Kapıyı çektim çıktım. Garanti kovulmuştum.
İki gün geçti, gazeteden aradılar. Neredesin diye. Durumu anlattım. “Gel yahu. Ortalık süt liman” dediler.
PATRONDAN SES ÇIKMAYINCA...
Ertesi gün gazeteye gittim. Baktım genel yayın müdürü hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Odasına girdim. Beni görünce “Patrondan ses çıkmadı. Otur çalış. Zaten yazı işlerinde tek güvendiğim adam sensin” dedi.
Evet. Dostlar patron ses çıkarmayınca ben de kovulmaktan kurtuldum.
Gececilerden öğrendim ki taşra baskısını gören yazar, yazısında birkaç cümlenin eksik olduğunu görünce gececilere telefonla bildirmiş. Onlar da o cümleleri yazıya tekrar koymuşlar.
Genel yayın müdürlerinin bir gazetede çok uzun zaman kalabilmelerinin sırrı patron gibi düşünmek, patron çıkarlarına uygun gazete yapabilmektedir.
Son günlerin moda deyimi ile dik durabilen genel yayın müdürleri çoktan ya emekli oldular, ya da işsizler.
Bizim alem böyledir işte.
Ben 10 yıldır emekliyim. Benden yaşça çok büyük olan o genel yayın müdürü, bağlılığının ödülü olarak ona verdikleri gazete köşesinden hâlâ ülke sorunlarını ve patron çıkarlarını savunmakla meşgul.

29 Ocak 2009

Yurdum teyzelerinden inciler!

DÜĞÜN ARABASI
Köy halkı düğüne gidecektir. Düğün sahibi otobüs tutmuştur ve köylüler otobüse binmeye başlarlar. Emine Teyze’de düğüne gidecekler arasındadır. Otobüs düğünün yapılacağı ilçedeki salonun önüne gelir, düğüncüler inmeye başlarlar. Emine Teyze otobüsün son basamağına gelir durur ve etrafa bakmaya başlar . Arkasından inecekler “hadi insene ne bakınıp duruyorsun” deyince Emine Teyze "ayakkabilarumi bulamayirum” diye hayıflanır.
Nerede çıkardın ki ayakkabılarını” diye soranlara teyze “havuriya çikarmiştum ama olari bulamayirum” der.
Sonunda anlaşılır ki Emine Teyze "eve girerken çıkardığı gibi otobüse binerken de ayakkabılarını çıkarmıştır ve ayakkabılar köyde kalmıştır".
............................................
SÜT ve KEDİ
Fatma teyze süt tenceresini kuzinenin üstünden soğusun diye indirir. Abdestini alır ve namazını kılmaya başlar. Bir ara gözü süt tenceresine gider, kedinin sütün içine girmekte olduğunu görür. Namazını da bozmak istemez. Sütü kurtarmak için sureleri sesli okumaya başlar. O sırada nas suresini okumaktadır.
Yüksek sesle kuleğuzu birabbinaszzzzzzzzııt , melikinnaszzzzzzzııt, ilahinnaszzzzzzzıt , diye okuyarak kedinin sütün içine girmesini önler. Selam vererek namazı bitirir.
Sütü kurtarmıştır da acaba namazı kurtarabilmiş midir?
.................................................
OKUMA YAZMA KURSU
Gürcü’lerin yaşadığı köyde okuma yazma kursu açılmıştır. Hatice teyze de kursa katılır. Kursun ilerleyen günlerinde seviyelerini anlamak için öğretmen deneme sınavı yapar. Hatice teyzeye kitapta gördüğü üç resmin altındaki yazıları okumasını söyler.
İlk resim köpek’tir. KO-PEK diye heceler.
İkincisinde fare resmi vardır. Okumayı sökemediği için resme bakar bakar ve Sİ-ÇAN der.
Üçüncüsü ise ekmek resmidir. Ekmeğe iyice bakıp Mısır ekmeği mi Buğday ekmeği mi olduğunu inceleyip buğday ekmeği olduğuna karar verir ve PU-Rİ der.
Gürcücüde buğday ekmeği puri, mısır ekmeğinin ismi ise cadi’dir. Tabiî ki bu cevaplardan sonra öğretmen ve sınıftakiler dakikalarca gülerler.
Muharrem kaptan

27 Ocak 2009

Dikkatin önemi, eğitim ve bir deniz kazası!

Asfalt gemisinde çalıştığım yıllardaydı. Gemimiz Kartal-Maltepe açığında demirliydi. Güzel bir sonbahar günüydü, biz de kaptan köşkünün ön tarafında oturuyorduk.
O zamanlar sahil yolu daha yapılmamıştı. NATO iskelesinin yanında kum depoları ve kum iskeleleri vardı. Kum yükünü boşaltan SOFULAR-1 isimli gemi iskeleden hareket etti. Bizim geminin açığında balık avlayan sandallar vardı. O gemi sandalların birini fark edemedi, sandaldakilerde balık tutmakla meşgul olduklarından gemiyi görmemişti.
Sandalda üç kişi vardı, gemiyi fark ettiklerinde iş işten geçmişti. Gemi sandalın kıç tarafına yakın bir yere çarparken sandalın baş tarafında bulunan kişi denize atladı, diğer ikisi çarpmayla denize düştüler.
Sandalın ortasında olanın da yüzmeye başladığını gördük. Kıç tarafta olanı göremedik. Gemimizin servis botu bordada bağlıydı, ben hemen motora koştum, kardeşim de benimle aynı gemide çalışıyordu o da benimle birlikte servis botuna bindi.
Tam yolla olay yerine gittik. Yüzen iki kişiyi başka sandallar almış sahile götürüyordu. Üçüncü kişinin başının sudan çıktığını gördük, tam yolla ona gittim, batıp çıkıyordu.
Dibe giderken kardeşim suyun içine doğru iyice uzanarak onu saçlarından yakaladı ve başını sudan çıkardı. Tekneye almak için bende yardıma gittiğimde o heyecanla kardeşim abi bunun yarısı yok dedi.
Aslında vücudunun alt kısmı teknenin altına doğru gitmişti. Sandal devrildiğinde bu kişi geminin altına gitmiş ve geminin pervanesi vücudundaki kemikleri kırmıştı.
Kazazedeyi zorlukla tekneye aldık, daha yaşıyordu. Tam yol vererek bizim gemiye geldik. Oradan bir kişi daha alarak sahile, iskeleye geldik.
İskelenin üzerinde birileri vardı ama yaralıyı çıkarmaya kimse yardım etmiyordu. Gemimize malzeme getiren kamyonetin şoförü bize yardım etti, yaralıyı iskeleye çıkardık.
Elimizin altında kırık kemikleri kıtır kıtır ediyordu. O sırada iskeleye bir taksi geldi, arabadan yaralıyı tanıyan biri indi ve yaralıyı arabanın arka koltuğuna uzattık, boyu uzun gelmişti ayaklarını kırık olan kısımdan tersine çevirip kapıyı kapattık. Araba hastaneye gitti. Daha sonra iskeleye soruşturma için gelen Polislerden öldüğünü öğrendik. Çarpan gemiyi demirletip kaptanını tutukladılar.
Bu olay bende çok büyük etki yapmıştı. Gemiyle seyir halindeyken veya limandayken vardiyaların daha dikkatli tutulmasına, güvenlik eğitimlerinin daha dikkatli ve zamanında yapılmasına önem verdim.
Eğitimin ve dikkatin, kazaların önlenmesinde en büyük etken olduğu tartışılmaz bir gerçek.

21 Ocak 2009

Krize meydan okuyan ailenin yeni ikizleri!

1.Mart 1974. İki açıdan önemli bir gün. Ülke büyük bir kriz içindeydi. Ama biz hemşire hanımın "Ağabey yandın. Bu krizde halin duman. İki kalp atışı duyuyorum. İkizler geliyor" sözlerini büyük bir heyecanla dinlemiş, krizi unutup ikiz babası olmanın mutluluğunu yaşamıştık.
Hayat bir nehir gibi akıp gidiyor. O günün şartlarında doğan ikizler bugünlere kadar geldi işte.
20 Ocak 2009. Yine heyecan, yine mutluluk.
Bu kez ikiz dedesi olmanın heyecanı ve mutluluğu.
Üstelik bizi hayata bağlayan torunlar var artık.
Etrafta yine kriz bulutları dolaşıyor ama biz bu filmi görmüştük.
Artık endişemiz yok.
Hoşgeldin Emre;
Hoşgeldin Can.

“Siz çok iyi bok atmasını biliyorsunuz ama”!!!

İnsan belirli bir yaşa gelince olayları daha farklı bir pencereden seyredebiliyor. Son günlerde televizyonlardaki o malum “soruşturma” ile ilgili tartışmalara bakıyorum; hep aynı akademisyenler ve gazeteciler ya da köşe yazarları. Toplasan on beş kişiyi geçmezler.
İlk soruşturma gizliymiş, insan hakları varmış, umurlarında değil. Üstelik demokrasi kelimesini de süsleme sanatı olarak kullanıyorlar.
Çamur at izi kalsın. Parola bu. İnsanlar mağdur olurmuş, intihar ederlermiş kimin umurunda.
Ülkemiz insanının zekasını kullandığı en önemli alan fıkra üretme alanı. Bu konuda müthişiz.
Bu aralar maillerde yeni üretilmiş bir fıkra dolaşıyor. Size de gelmiştir ama ben yine de bu fıkrayı günümüz tartışmalarına ışık tutması bakımından sizlerle paylaşmak istiyorum.
Fıkra şöyle:
Kriz yüzünden işten çıkarılan bir akademisyen ile bir gazeteci yurt dışına çıkmışlar. Bir süre yiyip, içip eğlenmişler. Doğal olarak paraları çabucak tükenmiş. İş aramışlar ve bir çiftlikte hayvan pisliklerini ahırdan kürekle kazıyıp çöp römorkuna atma işi bulmuşlar.
Bir süre çalışmışlar, başarılı olmuşlar, çiftlik kahyası da onları sevmiş ve hallerine acıyarak "Size daha kolay bir iş vereceğim" diyerek onları yumurta paketleme işinde görevlendirmiş. "Bunların irilerini ve iyilerini bu taraftaki kutulara, küçük ve kötülerini bu taraftaki kutuya koyacaksınız" demiş. Fakat bizimkiler "Bu iyidir, değildir, küçüktür, büyüktür" tartışmaları ile işleri aksatmışlar.
Onları gözleyen kahya yanlarına gelmiş, "Siz Türkiye'de ne iş yapıyordunuz?" diye sormuş.
Bizimkiler "Gazeteci-yazar " ve "Akademisyen" diye cevaplamışlar.
Kahya, "Belli belli, sizin nasıl Türk aydını olduğunuz " demiş. "Çok iyi bok atıyorsunuz ama iyi ve kötüyü ayırt etmeyi bir türlü beceremiyorsunuz!.."

19 Ocak 2009

Siste Midye’ye gidiş ve “ısmarlanan çaylar”!

Balıkçılığa başladığım ilk yıldı. İğneada’dan kalkancılık yapıyorduk.Bulgar sınırına yakın ağımız vardı,onu çekecektik.
Sabah bir gün önce çekip istiflediğimiz ağ takımını kurduk. Denizden çekeceğimiz takıma geçtik. Karayel suları çoktu, şamandıraları zor bulduk ve çekmeye başladık. Ağları çekerken sis bastırmıştı.
Takımı çekene kadar ikindi saatlerini bulmuştuk. Oradan hareket ettik. Kesif sis olduğu için biraz açılarak iskandil yani dibe ağırlık sarkıtarak devam ettik. Bir ara sahili gördük iyice yaklaştık.
Babamlar kesif sisin içinde gördükleri yerin Poliça olduğunda fikir birliğine vardılar. Oradan İğneada’ya döneceğimize Midye’ye gidelim dediler. Yine iskandil ederek devam ettik, akşam hava kararırken Midye’ye vardık.
O zamanlarda Midye de liman yoktu, kalenin yanındaki kayalara sürtme geçerek dereye girdik, demir atıp baştankara bağladık. Yemekten sonra kahvehanelerin bulunduğu çarşıya çıktık.
Midye de Fenerli Kara Sami'nin akrabası vardı, onu bulduk. Daha sonra bir kahvehaneye girdik. Kahvede oturanların hepsi tek tek Rumeli ağzı ile “hoj geldiniz beyaa” dediler yine sırayla tek tek “merhabayın” dediler. İşin ilginç yanı her merhaba diyen çay ısmarlıyordu. Ismarlanan çayları içmemek ayıp sayılacağından biz de içiyorduk. O kahveden çıktık, başka bir kahveye girdik. Orada da aynı şey devam etti. O akşam en az otuz'ar çay içmiştik. O insanların misafirperverliği beni çok etkilemişti. Uzun yıllar geçmesine rağmen orada gördüğüm sıcaklığı, dostluğu unutamadım. Hala o dost canlısı gelenek devam ediyor mu? Bilemiyorum.
Not:
Midye Karadeniz kıyısında Saray ilçesine bağlı Nahiye merkezi, yeni adı Kıyıköy. O zaman Midye de çayın bardağı on beş kuruştu.Ayrıca o zamanlar her kasabada gazoz yapılan atölyeler vardı ve her kasabadaki gazoz'un tadı da değişik oluyordu.

17 Ocak 2009

İyi ki haham… Ya imam olsaydı!

Teferruata dalıp gidince orman resmi kayboluyor orman vahşeti de gözden kaçıyor… Ergenekon’un GÜNEY kesimine takılıp kalmışız… Ya diğer yönleri nerede?
…………..
Ülkenin bölünmez bütünlüğünü parçalamaya götüren, iç çekişmeye yol açan ihanet odaklarının tuzakları ile mücadele verilmeyecek mi? Terörle akan, hain bombalarla ölüme giden binlerce gencimizin, çocuğumuzun, askerimizin kanı ne olacak? Kendine AYDIN diyen bir grup ile Demokrasi şak şakçılarının zihinlerinde neden şu soru yok?
DEVLETİN KENDİNİ KORUMA HAKKI YOKMUDUR?… VARDIR!...
Her ülkenin gizli servisleri vardır… Bunlar milletlerinin çıkarlarını korurlar… Rejimlerini beklerler… Bu alanda can veren ülke gönüllüleri vardır… Asla sesleri çıkmaz… Devletini korumak uğruna bunlara kahraman olma şansı verilmez… Gizli, sessiz ve gerektiğinde hayatını gık demeden harcarlar... Hemen her ülkede olduğu gibi... İngiltere’nin yurt bütünlüğü benimkinden daha mı büyük bir saldırı içinde? Onlar ülke bütünlüğünü de, devletlerini de, çıkarlarını da koruyor… Gizli servislerini karalamadan. Biz koruyor gibi mi görünüyoruz?
……………………
Şu manzaraya bakın… 8 yıl önce Hukukun ciddiye almadığı bir ihbar yeniden gündeme oturuyor… 70 milyona dineleme imkânı veren ve hukuk devleti kavramı ile bağdaşmayan bir uygulama tüm hızıyla yürütülüyor... İZLEME İŞİ yani “Teknik takip” için çıkarılan bir yasa Cumhurbaşkanı tarafından iptal edilmesi istemi ile Anayasa Mahkemesine yollanıyor ve onun iktisatçı başkanı tarafından tam 4 yıl süre ile gündeme getirilmiyor! Neden? Kim hukuktan bahsedebilir? Hem 70 milyonun bir gece ansızın gelebilirler korkusu ile baskılayacaksın ve bu durum kanun değişmedikçe sürüp gidecek “yola devam mı” diyeceksin?. Hukuka aykırılık yerleşmiyor mu? 70 milyon vatandaşın izlenmesine imkân veren kanunu çıkaran siyasi iktidar “daha fazla özgürlük” nutuklarının da sahibi… Normal bir tablo mu? Rengi yeşile kaçan sinsi bir kuşatma içinde olmadığımızı, ülkeye yön veren hemen her sistemin belli düşünceye sadık olanların eline geçtiğini, hukuku zorlayarak geçtiğini görmeyecek miyiz?
İddianamenin eklerinin çarşaf çarşaf yayınlanması “Türkiye'de hukukun üstünlüğünü asla dikkate almadığımızın kanıtı”değil mi?.. Olması gereken “Hazırlık soruşturmaları gizlidir” kuralının geçerli kılınması. Yapılan şey bu mu? Canlı yayınlarına kadar tüm gizliliğin aşikâr edilmesi olmadı mı? Medya parçalanmıştır... Yandaş medya yaratılmıştır… Bu yandaş medya gizli denen soruşturmayı aylar önce yayınlayabilmektedir. ÖTEKİ ayrımı demokrasi midir? Yoksa buna yargı bağımsızlığı deyip geçecek misiniz? Daha da ileri gidip, benim ülkemde hukuk işler yalanını mı ileri süreceksiniz? Adalet memleketin temeli değilse temelli sıkıntı içinde kalacağız demektir. Yaşam imkanı daralıyor, sıkıntılarımız büyüyor demektir..
…………
Geriye dönüp bakmakta fayda yok mu? Ne kadar aldatıldık ve ne kadar yol alabildik?… Ben her zaman cambazlardan korkarım… Heyecan içinde havaya bakınca cebinizdekini kaybedersiniz. Ergenekon çete ile siyasetin ihanetle vatanseverliğin karıştığı bir çorba!
Ama gene de dikkatli bakınca neyi durdurmağa çalışıyor ne anlatıyor belli olmuyor mu?
* AKP’yi kapatma davası başladı… Paralel olarak Ergenekon dalgası geldi…
* Anayasa Mahkemesi Türbanla ilgili yasa değişikliğini bozdu… Ergenekon yeni dalga tutuklama yaptı…
* YÖK yok olma noktasına getirilip yandaş rektör atandı… Ergenekon gözaltısı oldu.
*AKP ye dönük ciddi yolsuzluk suçlamalarından Şaban Dişli olayı patladı… Ergenekon tutuklama yaptı…
* Mir Mehmet Fırat güven kaybından sonra istifa etmek zorunda kaldı… Ergenekon tutuklamaları gecikmedi..
* Başbakan İsrail saldırısını durdurmak, Gazze’de ateş kes sağlamak için büyük bir hevesle ve de hızla barış turuna çıktı… Ne mi oldu? Başrolü Mısır’a kaptırdı ve olaylar tam ters istikamette büyüdü!.. Ergenekon derhal yeni isimlerle gündemi ele geçirdi… Aynı tesadüfü DENİZ FENERİ yolsuzluğu için de sıralamak mümkün... İlk ağızda Deniz Feneri yolsuzluğu ortaya çıkınca ses soluk çıkmadı… Sadece susuldu ve yalanlandı… Ne zaman Alman Mahkemesi AKP ileri gelenlerinin de ismini verdi… O zaman savunma sistematiği çağrışımı yaratan işlem tekrarlandı… Ergenekon tutuklaması kaçıncı dalga (ne dalga) hesaplamadım ama servisi hızlandı... Yani: Suç işleyen kim olursa olsun hukuk, yargı, onun yakasına yapışsın… Hukukun kuralarını çiğnemeden yargıya güveni zedelemeden isimleri karalamadan… ÇOK MU ZOR? Gene de bir tesellimiz var… Bugün, ülkemi olmadık cümlelerle hop oturtup hop kaldıran, devler televizyonunda baş tacı edilen ipek çocuk Tuncay Güney HAHAMIM diyor. Söylediklerini mantığa vurma şansımız artıyor. Doğru mu şüphesi silinmiyor… Kontrol gayreti yerle bir olmuyor... Ya ben imamım deseydi!
.........................................
KAMA

15 Ocak 2009

Türk ne yapar? “şiddetle kınar”!...

Biliyorsunuz İsrail dünya ülkelerine meydan okuyarak Gazze’yi işgal etti. Çoluk çocuk demeden önüne geleni yakıp yıkıp öldürüyor.
Türkiye bu konuda İsrail’in tutumunu “ŞİDDETLE KINADI”.
Bu durum bana maillerle dolaşan bana da gelen belki size de gelmiş bir fıkrayı hatırlattı. Bu fıkrayı sizlerle paylaşıyorum:
T.C. Dışişleri Bakanlığı koltuğuna yeni oturan bakan, göreve başlar başlamaz bürokratları çağırmış ve 'Bana, ülkelerin dış politika anlayışları hakkında bir rapor
hazırlayın' demiş. İki gün sonra bir dosya getirmişler önüne. Bakmış, içinde
tek bir yaprak ve üzerinde 10-15 satır yazı. Şaşırmış önce ve 'Bu ne?' der gibi dudaklarını büzmüş, sonra okumuş.
'Suudi Arabistan'ın Riyad şehrinde, farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, bir dinlenme yerine giderek buz gibi kola ısmarlamışlar.
Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu fark etmişler.
İNGİLİZ, başka bir bardakta yeni bir kola istemiş.
İSVEÇLİ, aynı bardakta yeni bir kola istemiş.
FİNLANDİYALI, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş.
RUS, kolayı sinekle birlikte içmiş.
ÇİNLİ, sineği yemiş, kolayı içmemiş.
YAHUDİ, sineği yakalayıp Çinli'ye satmış.
JAPON, değerlendirilmek üzere, sineği Tokyo'ya göndermiş.
YUNANLI, kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek yeni bir kola istemiş.
NORVEÇLİ, kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği balık yemi olarak kullanmış. İRLANDALI, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngiliz'e içirmiş.
AMERİKALI, 5 milyon dolarlık tazminat davası açmış. Arabistan hükümeti, özür dileyerek, 10 milyon dolar tazminat ödemiş.
Bakan, bıyık altından gülerek rapordan hoşlandığını belirtmiş. 'İyi güzel de, bu turist grubunun içinde bizden biri yok muymuş?' diye sormadan edememiş. 'Varmış efendim' diye cevaplandırmışlar. Bakan devam etmiş, 'Peki, o zaman, O ne yapmış?'. Bürokratlar birbirinin yüzlerine bakmışlar. İçlerinde en tecrübeli olanı, bir adım öne çıkıp, cevap vermiş,
'TÜRK, olayı şiddetle kınamış.'

13 Ocak 2009

Toprak altından çıkan silah ve cephaneler!

Son günlerde medyada bir soruşturma rüzgarıdır gidiyor. Soruşturmaya verilen adı özellikle yazmıyorum. Zira Türkler için çok önemli olan tarihi bir olayı, böyle bir soruşturma ile iç içe gösterilmesini kabul edemiyorum. Ayrıca defalarca yazdığım gibi ilk soruşturmanın gizliliğini hiçe sayanların hukuktan bahsetmesini de içime sindiremiyorum.
Son dalga soruşturma sırasında gizli olması gereken aramalar naklen yayınlarla yapıldı, toprak altına gömülmüş bir çok suikast silahına ulaşıldı. Medya heyecanlandı, insanlar telaşlandı, siyasiler kendi görüşleri çerçevesinde attılar, tuttular.
Yılların tecrübesi midir nedir? Silahların bulunması konusunda çok fazla heyecan duymuyorum ve sonucu bekliyorum. Neden mi?
Anlatayım:
Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştım. Okula kayıt için sabahın köründe İstanbul Üniversitesi’nin bahçesine girdim. Fakültenin yerini biliyordum. Ortadaki bahçede kimseler yoktu. Kayıt için henüz ortalarda kimse görünmüyordu. Saat 6.00’da kim gelirdi ki.
Ortadaki banklardan birine oturdum. Yarım saat sonra bir ayak sesi duydum. Bir öğrenci daha geliyordu. “Günaydın” dedi, yanıma oturdu.
Kayıt yerine doğru ilerledik. Duvarın dibinde beklemeye başladık. O da Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı.
Uzatmayayım. Arka arkaya kayıt yaptırdık. Aynı sınıfa düşelim diye aramıza birini aldık. İkimizin de numarası çift oldu ve öğleden sonraki eğitime düştük. ( O dönemde çok fazla öğrenci olduğu için sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki eğitim veriliyordu. Şimdi nasıldır bilemiyorum)
İlk yılımız hay huyla geçti. Fakülte hayatına ısınamamıştık. 10-15 kişilik grubumuzdan çoğumuz sınıfta kaldı. Arkadaşım ve ben de dahil.
Ertesi yıl dersler başlamadan önce aynı grup bir çay bahçesinde toplandık. O arkadaşım “size önemli bir haberim var” dedi. “Okuldan ayrılıyorum, Harp Okulu’na gidiyorum”.
Şaşırmıştık.
O yıl, 21 Mayıs’ta Harp Okulu’nda ayaklanma olmuş, çoğu öğrenci Harp Okulu’ndan atılmış, okul komutanı Talat Aydemir tutuklanmıştı. (Aydemir yargılama sonucu mahkemece idama mahkum edilmişti).
Okul boşalınca lise mezunlarından öğrenci almak için duyuru yapılmış, bizim arkadaş da bu duyuru ile okula girmişti.
Hukukta devam ederken arkadaşımla bağlantımı koparmadım. Yıllarca birbirimizi aradık.
Sonunda arkadaşım, Tuğgeneralliğe yükseldi ve çalıştığım gazetelerden birinin yanındaki askeri birliğin komutanı oldu.
Daha sık görüşmeğe başladık.
Derin devlet tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde arkadaşım eşi ile bize geldi. Laf döndü dolaştı derin devlete dayandı.
Ve şimdi arkadaşımın (ne yazık ki rahmetli oldu. Onu rahmetle anıyorum) anlattıklarını sizlerle paylaşıyorum:
“Ben Ankara’da görevliyken Özel Harp Dairesi’nde çalıştım. Özel Harp Dairesi resmi bir kuruluştur. NATO ülkelerinin hepsinde bu örgütlenme vardır. ( Gladyo dedikleri örgütlenme)
Bu örgütün görevi ülkenin düşman tarafından işgal edilmesiyle başlar. Burada amaç ülkenin kurtarılmasıdır.
Örgüt birbirini tanımayan hücrelerden oluşmuştur. Bu hücrelerde ülkesini seven, eli silah tutabilen güvenilir kişilerden oluşur. Her hücrenin sadece o hücrenin yerini bildiği bir yerlere saklanmış silahları vardır. Bu silahlar özellikle suikast silahlarıdır.
Bir hücre diğerinin silahının nerede olduğunu bilmez.
Örgütün kuruluş amacı budur. Ama günümüzde bazı hücrelerin bu silahlarda yasal olmayan işler yaptıkları iddiaları vardır. Ne kadarı doğrudur ben de bilemem”.
Evet! Dostlarım. Toprak altından çıkarılan "cephanenin" arkadaşımın anlattığı sistemde kullanılabilecek silahlar olmadığı çok açık.
Ben sadece böyle bir sistem içinde saklanmış silah ve cephanenin de varlığını, bu silahların yasa dışı işlerde kullanılmış olabileceğini sizlerle paylaşmak istedim. Okadar.

10 Ocak 2009

Tartışma mı... Kapışma mı?

Dünyanın bütün kalkınmasını tamamlamış ülkelerinde tartışma sonuç alır… Bizde hemen her tartışma karakolluk olur… Üzüntü verir… İkiye böler… Düşmanlığı derinleştirir. Oysa hemen her demokratik ülkede tartışılır, tartışma sonunda konunun yanlışları ortaya çıkar, tartışmacılar eksiklerini tamamlar, daha doğru bir karar alınabilir. Bizde ise tartışıldıkça ortam gerilir, bölünme artar, husumetler düşmanlığa döner. Bu bize özgü bir kabiliyettir… Nasıl başarıyoruz? Hayretimi geride bıraktım… Neden vazgeçmiyoruz sorusunu da cevaplayamıyorum… Ülkemde neler oluyor desem, aklımıza sadece ERGENEKON geliyor… ZAMAN ZAMAN BOMBALAR ÇIKIYOR DAHA SONRA YOK EDİLİYOR…
Önceki yıllarda da Susurluk olayından aklımızda kalan sorular günceleşiyor… Yeniden aramalar ve silahlar çıkıyor..Oysa ticaret geriliyor… Çiftçi ekmek peşinde moralsiz… Şirketler insanları sokağa koymakla meşgul… Yerel seçim rüzgârları yolsuzlukları, avantaları sokağa döküyor… Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın damadı ve ortağı Ankara Belediyesi’yle “ballı-kaymaklı” gayrimenkul becayişi yapıyor. Rus doğalgazının kesilmesiyle “titreten kış mı” korkusu titretiyor.
İsrail-Filistin ateşkesi için Fransa ve Mısır Türkiye’den başrolü çalınca acil seyahatler nafile gayrete dönüyor ve keyifler kaçıyor… Bu ne dalga demeye vakit bırakmadan Ergenekon’da yeni bir dalga yükseliyor… Ve derhal her kafadan ayrı ses çıkmıyor mu?
Baykal’a göre “Bu soruşturma hukuk yolunu terk etmiştir… Arkasında iktidarın olduğu bir siyasi plandır… Cumhuriyeti yıkma planıdır.”
Medyaya bakarsan şaşı olmak kaçınılmaz… Sağa bakınca “İyi oldu… Cezalarını buldular duygusunun öne çıktığı haklılık beyanı. Hem de insan hakkı savunucusu olarak bellediklerimiz var. Aydınların gölgede kalanlarına göre – ki bunlar çoğunlukla işsiz kalıp aykırı fikirlerini dondurup, buzdolabına koyup karşı kampa geçenlerdir.-“Canım soruşturmada yapılmasın mı? Yargı bağımsızdır dedikten sonra, susmak gerek uyarılarını da yaparlar… Kimse ağzını açmasın tembihleri!.. Demokrasi zedelenir haaa… uyarıları….
Daha da aydınlıkta kalan, hukukçu ve de bilim adamı sıfatı taşıyanların bir kısmı daha da farklı bir söyleme sahiptir…
AKP ne zaman gündem değiştirmek isterse böyle bir dalga geliyor” diyorlar… Ekliyorlar da “ “AKP nin kapatma davasına paralel açılmış bir kavga senaryosudur Ergenekon... Karşı mücadeledir. Ve bugün Ergenekon davası, pek çok saygın insanı AKP’ye muhalefet ediyorlar diye, mafya suçları ile karalayıp yıldırmaya yol açacak bir şekilde kullanılıyor. Hukuk kenara itilmiş durumdadır… Hukukun üstünlüğü ve hukukun uyulması gereken temel kuralları kaybolmaktadır…
Birini alıp 15 ay hapis yatırıp suçunu belgeleyemeyeceksin… Olamaz!
Düne kadar açıklamaları ile AKP nin beğenisini kazanan bir başka hukukçu da uygulamayı kabul edemez hale gelmiş....
Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, son gelişmelerden etkilenmiş olacak ki hâkimlere ve savcılara Ergenekon bağlamında önemli bir uyarıda bulundu… “20 yıllık meslek hayatımda böyle bir iddianame görmedim... Böyle iddianame olmaz. Yargı ideolojilerin yanında olmaz” dedi… Yani o da “bir terslik yok mu? diyor… Uyarma ihtiyacı içinde…
Bu olayın bir benzerini yaşamamış mıydık?.. Toplum çabuk unutuyor… Haberi aynen tekrarlayalım…
Tarihi eser kaçakçılığı suçlaması ile hakkında soruşturma başlatılan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Profesör Yücel Aşkın çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Profesör Yücel Aşkın hakkında, lojmanında yapılan aramada bulunan tarihi eserler ve dosyaların incelenmesinden sonra, “görevi kötüye kullanmak, hukuka aykırı kişisel veri elde etmek, mal bildiriminde bulunmamak ve tarihi eser kaçakçılığı” iddiasıyla soruşturma başlatılmıştı. Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi Savcısı Ferhat Sarıkaya’ya “Çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmak, resmi evrakta sahtekârlık, tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak” suçlamalarıyla ilgili ifade veren rektör Aşkın, tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Ne oldu hatırlayın. Rektör Yardımcısı ben onurlu biriyim.… Anlıma sürülen bu kara ile yaşayamam dedi… İntihar etti… Daha da sonra ne oldu?..Bütün bu iddialar asılsız çıktı ve Yücel Aşkın beraat etti… Söylenen o ki davanın savcısı Amerika’ya gitti!.
Hukukun üstünlüğü neden bu kadar önemlidir?.. Suçu olanı mutlaka bulmalıyız… Suçlu varsa yakalansın, cezasını da çeksin… Ama bu yapılırken kimseye hukuk dışı davranılmasın… O kimse kim olursa olsun… Hangi partili olursa olsun… Hukuk siyasallaşmasın...Adi suçların yanına diğerleri sıkışmasın... Adaletin terazisi bozulmasın. Hukukun üstünlüğüne gölge düşürmeden sorgulayalım, gerçeği arayalım… Belgesini hazırlayalım… Havada kalan iddialarla güveni sarsma hakkını bize hiç bir kanun vermez. Emekli Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun da benzer şikâyeti dikkatten kaçmamalı… Evinde arama yapan polisler çıkışta, “Size zarar verdik mi?” diye sordu. Bunun üzerine Kanadoğlu, “Maddi zararım yok ama, manevi zararım büyük” karşılığını verdi. Hiç kimse vatandaş olarak bizim uğradığımız zararı sormuyor?.. Telefonda konuşamaz olduk… Acaba bizi de dinliyorlar mı? Seçim listelerine inanamaz olduk… Bizi de mi siliyorlar? Ülke geleceği için daha iyimser olamaz hale geldik. HAKKIMI NASIL HELAL EDECEĞİM?
...........................................
Havalar ısındıkça DON'dan kurtuluyoruz!

Bu tablo global ısınmanın sonucunu gösteriyor.

Gülüp geçebilelim!
Ülkemde de siyasi havalar ısındıkça dinden imandan çıkmaya doğru gidiyoruz. Olaylar beni CİNlik mi APTALlık mı sınırına getirdi. Sıkıldım. Köstebek yuvaları düzelene kadar GÜLMEYİ unutmayalım. Kim olursa olsun benim ülkemin insanları gülmeyi hak ediyor.
"Acelem var. Kar yolları kapamadan…"