28 Mart 2007

“Tiyatroyu kaldırmak isteyenler hep kaybetti”


Bir ilkbahar başlangıcı. 1954 yılının ilkbaharı. A.M.Julien isimli bir Fransız, hayallerinden birini gerçekleştirmek üzere yola çıkar. Julien’in düşünde tiyatro vardır ve bunun yabancı topluluklara açık bir festival olmasını ister. İsteğinde de başarılı olur. Festivale bir de isim bulunur; “Uluslar Tiyatrosu”. Çeşitli uluslardan davet edilen tiyatro toplulukları o yıl Paris’e gelirler ve çalışmalarını sergilerler. Festival çok ilgi toplar, 1957'de festivale resmi bir nitelik kazandırılır. Zamanla katılım o kadar çok olur ki gösteriler geniş ve zengin bir “Evrensel Tiyatro Festivali” haline gelir.
Uluslararası Tiyatro Enstitüsü, 1962 yılından başlayarak kuruluş amaç ve ilkeleri doğrultusunda topluluğa üye ülkelerde kutlanmak üzere, bir tiyatro günü saptanmasını kararlaştırır. Bunun için 1954’den beri tiyatroyu yaşatmaya çalışan “Uluslar Tiyatrosu”nun açılış tarihi uygun görülür: "27 Mart.”
Ülkemizde de "27 Mart Dünya Tiyatro Günü" medyada küçük haberlerle kutlandı. Tiyatrocular, bazı sivil toplum örgütleri ise bu günü protestolarla kutlamak zorunda kaldılar.



Robert Kolejli öğrenciler yoğun ders trafiğini aksatmadan, Lüküs Hayat müzikaline hazırlanmışlar. Sanki yıllarca prova yapmışlar. Aileleri ne kadar gurur duysa azdır bu çocuklarla.

KÜÇÜK SALONDA BÜYÜK OYUN
Üst balkonu da olan şirin küçük bir tiyatro salonundayız. Suna Kıraç Tiyatro Salonu. Tüm yerler dolu. Heyecanla oyunu bekliyoruz. Oyunun ismi Lüküs Hayat. Yıllardır eskimeyen müzikal. Orkestra yerini alıyor ve oyun başlıyor. Oyuncuların hepsi çok güzel oynuyorlar, orkestra hatasız çalıyor, ışık düzeni, teknik donanım hepsi profesyonel ama tüm bu güzelliği sergileyenler ise amatör. Amatör de değil "öğrenci". Evet. Robert Lisesi’nin öğrencileri. Hiçbir profesyonel yardım almadan gerçekleştiriyorlar oyunu. Oyunun birinci arasında gözlerimi kapıyorum, çocukluk yıllarıma doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorum.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün köy çocuklarından oluşan öğrencileri, okulun bahçesinde Tırtıllar oyunundan sonra ikinci müzikali oynuyorlar. "Tarih Diyor ki" oyununu.


Bir meydan hatırlıyorum. Lüks ışıkları, gemici fenerleri. Ağabeyler farklı giysiler içinde. Müzik aletleriyle bir şeyler çalıyorlar. Hatırladıklarım bunlar. Evet, yıl 1944. Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde hummalı bir çalışma var. Enstitünün müzik öğretmeni sağa sola koşuyor. Öğretmen bu koşuşturmayı "anılarında" şöyle anlatıyor:
“1944 yılının sonbaharında, enstitü ilk mezunlarını verecekti. Bir tören ve gösteri düzenlenmesi kararlaştırıldı. Orkestra ve korodan başka bir de müzikli piyes sahneye konacaktı. Oyunun adı “Tırtıllar”dı. Bunun için tüm arkadaşlar seferber olmuştuk. Çalışmalar ders saatleri dışında okulun çeşitli yerlerinde sürdürülüyordu. Sahne dışarıda hazırlanacak, törenle gösteri açık havada yapılacaktı.
Elektriğimiz henüz yoktu, lüks lambaları, gemici fenerleriyle aydınlanıyorduk. Tören gününe dek hep içerde çalışmıştık. Temsil ve konser geceye kalmıştı. Parçaları çalarken temsile eşlik ettiğimiz sırada yay kıllarının gevşediğini fark ettik ama konseri ve temsili kazasız belasız bitirmiştik.”
Köy çocukları “Tırtıllar” tiyatro oyununu, yani bir müzikali gemici fenerleri altında oynuyor, yine köy çocuklardan oluşan orkestra eşlik ediyordu.
Gözlerimi bir müzikle açtım. Lüküs Hayat’ın ikinci bölümü başlamıştı, ikinci, üçüncü bölüm bir nefeste geçti.
Çocuklar ayakta alkışlanırken, onlar da kendilerini seyreden annelerini, babalarını, ailelerini ve öğretmenlerini alkışlıyordu.
1944 ve 2007 yılları. Köy çocuklarının da, kolej öğrencilerinin de ortak heyecanı tiyatroydu.
Ne diyorlar Tiyatro bildirgesinde:
"Tiyatro; insanı, insana, insanla anlatan bir sanat türüdür ve bu nedenle de bütün dünya bir oyun sahnesidir, tiyatronun ta kendisidir. Tiyatronun bu yapısından hoşlanmayan bazı zihniyet sahipleri tiyatronun varlığını ortadan kaldırmak isteseler de hep kaybetmişlerdir”.
Sizi, 27 Mart’la ilgili medyada tek sütuna sıkıştırılmış bir haberle baş başa bırakıyorum:
Atatürk Kültür Merkezi (AKM) çalışanları, tiyatro oyuncuları ve onları destekleyen sivil toplum ve meslek örgütleri, AKM önünde toplanarak, kültür merkezi ve Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılmaması için gösteri düzenledi.
Sanatçılar, bazı sivil toplum kuruluşları ve meslek örgütlerinin üyelerinden oluşan grup, Taksim'de protesto gösterisi yaparak, Atatürk Kültür Merkezi (AKM) ve Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılmamasını istedi.Tiyatro sanatçısı Orhan Aydın tarafından okunan basın açıklaması metninde, gecekondularda yaşayanların evleri yıkılırken direndikleri belirtilerek, ''Biz de kendi salonlarımızı, sahnelerimizi aynı niyetle, dikkatle, özenle korumalıyız. Tek bir koltuğumuzun, tek bir spotumuzun başkası tarafından sökülmesine izin vermemeliyiz. Bedenlerimizi kalkan ederek, gerekirse dozerlerin önüne yatarak salonlarımızın yıkılmasına 'hayır' demeliyiz. Sanat korkakların işi değildir. Hele tiyatro hiç değildir'' denildi.

27 Mart 2007

Tohumdan hayata yeniden dönüş

Günlüğe karalahananın çiçeğini koymuş, bu otu tanıyor musunuz diye sormuştum. Evet, fotoğraf karalahananın çiçeklerine aitti. Bu çiçekler zamanla tohum oluyor , yere dökülüyor ve yeniden lahana fidesi haline geliyor. Ya da siz bu tohumları topluyorsunuz, zamanı gelince ekiyorsunuz. Bu dönüş yıllarca devam ediyor ve karalahana neslini koruyor.
Diğer canlılar da öyle değil mi? Bu konularda fazla bir bilgim yok. Ama insanlar ve hayvanlar gibi bitkiler de devam etmek için çiçek açıyorlar, o çiçekler meyve veriyor, o meyvelerin içindeki çekirdeklerden o bitki tekrar hayata dönüyor. Bu konuları izninizle uzmanlara bırakıyorum ve sizinle bazı meyvelerle ilgili bilgileri paylaşmak istiyorum:
30 YIL YAŞAYAN ŞEFTALİ: Şeftali kiraz ve kayısı gibi gülgiller ailesinden.Dünyaya Çin'den yayıldığı sanılıyor. En iyi sıcak iklimlerde yetişen şeftali Avrupa'ya İran'dan İspanyollar tarafından getirtilmiş. Şeftali ağacı ortalama 30 yıl yaşıyor. Bol sulu ve tatlı meyvesinin en önemli özelliği kabuğunun tüylü olması. Bu kadifemsi dokudan hoşlanmayanlar için nektarin denilen tüysüz bir çeşidi de var.Çekirdeği tek ve sert.Çekirdeği kolay ayrılana yarma şeftali, ete yapışık olana et şeftalisi deniyor. Yarma şeftali genellikle taze meyve olarak tüketiliyor. Et şeftalisi ise konserve yapımında kullanılıyor. Ülkemizde beyaz ve sarı etli olarak bilinen iki türü vardır.(Fotoğraf yeni. Dikkat ederseniz dalda kuruyan bir şeftali ve yeni çiçekler. Ölüm ve yaşam bir arada)
MALATYA’NIN KAYISISI: Kurutulmuş, konserve ve taze olarak yıl boyunca tüketilebilen bir meyve. Dünya sofralık kayısı dış satımında İspanya ilk sırada. Bu ülkeyi İtalya, Yunanistan ve Fransa izliyor. Kuru kayısı dışsatımında ise Türkiye ilk sıralarda yer alıyor.. Ülkemizde, yoğun kayısı yetiştiriciliği daha çok kuru yetiştiricilik olarak Malatya bölgesinde yapılıyor.(Fotoğraf yeni)
BAHARIN HABERCİSİ KİRAZ: Baharın en güzel habercilerinden biri kiraz ağacının çiçekleri.Gülgiller ailesinden olan kiraz, Doğu Avrupa ve batı Asya arasındaki bölgelerde yetişiyor. Kirazın kırmızı, sarı pembemsi, alacalı ve bordo renkleri var. Ülkemizden yaygın çeşitleri karabodur, dalbastı ve napolyon kirazları. Meyvesi iri ve kabuğu kırmızı olan napolyon; meyvesi çok iri kabuğu çok koyu bordo olan bing; eti açık sarı meyvesi orta irilikte kabuğu koyu ve ince sarı üstüne kırmızı alacalı karabodur, eti krem renginde olan dalbastı en iyi bilinenler. (Fotoğraf geçen yıldan)

FINDIĞIN ÇOK TÜRÜ VAR: Hepimizin bildiği fındık, Karadeniz ağzıyla "finduk" huşgiller familyasından geliyor. Çiçekler yapraklardan hemen önce ilkbaharda açıyor. Erkek çiçekler 5-12 cm uzunluğunda sarı renkli. Dişi çiçekler çok küçük, kış boyunca tomurcuklarda gizleniyor, 1-3 mm uzunluğunda kırmızı renkli. Kabuğun etrafını tamamen veya kısmen kuşatan bir kadehcik bulunuyor. Bilinen fındık türleri şöyle: Amerikan fındığı, adi fındık (Türkiye’de yetişiyor), Çin fındığı, Ağaç fındığı (Türkiye’de yetişiyor), Himalaya fındığı, Farges fındığı, Asya fındığı Mançurya fındığı, Lambert fındığı ve Tibet fındığı. (Fotoğraf temmuz ayında çekildi)
İNCİR VİTAMİN KAYNAĞI: Dutgillerden. Anayurdu Asya ve Akdeniz havzası. Meyvesine bazı yörelerde "yemiş" deniyor. Ülkemizde en çok İzmir ve Aydın yöresinde yetişiyor. 2 çeşit incir var. Biri, soluk sarı renkli sultan ya da lop incir ( kurutulan incir), İkincisi mor renkli siyah ya da patlıcan inciri. Protein, karbonhidrat, fosfor, kalsiyum, demir, sodyum, potasyum, magnezyum içeriyor. A, B1, B2, B3, B6, C vitamini ve folik asit açısından zengin.(Fotoğraf geçen yıldan)

26 Mart 2007

Punto Amca da yemek etkinliğine katıldı!!!

Dostlarımız, şu aralar "Yemek Etkinliği"nin yirminci ayında ot yemeklerini işliyorlar. Yukarıdaki fotoğraf 26 Mart Pazartesi günü çekildi. Bir otun çiçekleri.
Etkinliğe yemek yapıp katılamayacağıma göre ben de bir soru ile katılıyorum sizlere:
Bu çicekler hangi otun çiçeğidir?

25 Mart 2007

"Tepeden gören ağabey! bir şey ister misin?

Beşiktaş Ihlamur Deresi’nde eskiden kurulan pazarın riskleri çoktu. Bir kere caddeye ne ambulans ne de itfaiye girebiliyordu. Çok yağmur yağdığında da yamaçlardan inen sular caddenin üzerinde sel olup akıyor, önüne ne gelirse sürüklüyordu.
Boş vakit buldukça eski çektiğim fotoğrafları tarıyorum. Şu aralar Beşiktaş Ihlamurdere caddesinde otururken evin penceresinden çektiğim bir fotoğraf elime geçti. Cadde dereye dönmüş, sel suları pazar tezgahlarını sürüklüyor. “Tamam” dedim bir konu daha çıktı, çıktı da pazarlarla ilgili ne yazılabilirdi ki. Herkes bir pazara gidiyordur. Olsun ben yine birkaç bilgi vereyim ve yazıyı bir “Pazarcı” anısıyla bitireyim. Bilmem biliyor musunuz? Semt pazarları kurulması yasal bir çerçevenin içindedir. Bu konuda belediyelere görev verilmiştir. Yasa maddesinin ifadesine göre belediyeler, semt pazarlarında malların sağlık kurallarına uygun olarak satışa sunulmasını sağlayıcı satış yeri, çevre ve alt yapı gibi düzenlemeleri yapmakla ve tüketicinin korunmasına yönelik tedbirleri almakla yükümlüdür.
Pazar kurulması Osmanlı dönemine kadar giden eski bir gelenek. Gerçi o zamanlarda pazarlar cami avlularında kurulurmuş. Hatta padişahların bile her şeyin satıldığı bu pazarları gezdiği söylenir.
Hatırlıyorum, Hürriyet Gazetesi sanırım 2003 yılında Türkiye’deki önemli 10 pazarı seçmişti. Bu pazarları şöyle sıralamak mümkün: (Bilgiler 2003 yılına aittir) :
ULUS PERŞEMBE PAZARI: İstanbul'da sosyete pazarı diye de bilinen bu Pazar, markalı giyim ürünleri için tercih ediliyor.
BEŞİKTAŞ CUMARTESİ PAZARI: İstanbul'da Ihlamur Kasrı'nın karşısında Nüzhetiye Caddesi ve yanındaki sokaklarda kuruluyor. Daha önce bu pazar cadde ve ara sokaklarda kuruluyordu. 400 tezgahı bulunan bu pazarda giyim kuşam ağırlık taşıyor. Ayakkabı ve çantadan ev tekstiline her şeyi bulma imkanı var.
ALAÇATI ANTİKA PAZARI: Bu pazar, Çeşme Alaçatı'da son yıllarda her cumartesi ve pazar kurulmaya başladı. Cumartesi 1.5 km'lik ağaçlı bir yolda halk pazarıyla birlikte kuruluyor. Halk pazarında civar köylerden gelen yiyecek ve giyim eşyaları da satılıyor.
BOLU KÖYLÜ PAZARI: Bolu'nun merkezindeki İhsaniye Mahallesi'nde pazartesi günleri kurulan bu pazarda 600 köylü, bin metrekarelik alanda pazar kuruyor. Satıcıların çoğu kadın. Sebze, meyve ve süt ürünleri açısından Bolu'daki tüm pazarların tek hakimi olan kadınlar, yetiştirdikleri ürünleri satıyorlar.
Günümüzde genellikle mallarını mağazalara gönderemeyen satıcılar, pazar yerlerinde satış yapıyor. Uygun fiyatlar, pazarlık yapabilme, seçme şansı, alternatifli malların bir arada bulunması, pazarları cazip hale getiriyor.
YEŞİLKÖY ÇARŞAMBA PAZARI: Yeşilköy-Çırpıcı mevkiinde kuruluyor. 640 esnafla 2019 tahta üzerinde 12 bin metrekarelik alana kurulan pazara çarşamba kurulduğu için muhit sakinleri arasında ‘çarpa’ diyor.
FATİH ÇARŞAMBA PAZARI: İstanbul'un en büyük pazarı Fatih Çarşamba Pazarı 7 ana cadde ve 17 sokak üzerinde kuruluyor. Bu caddelerden üçünün, sokaklardan da on birinin tamamı pazara ayrılıyor. 1297 esnaf 4 bin 811 sergi tahtası kuruyor. Ayrıca 2500'e yakın seyyar satıcı geliyor.
BODRUM MAZI KÖYLÜ PAZARI: Bodrum'un Mumcular beldesine bağlı ünlü Aşağı ve Yukarı Mazı köylerinin pazarı, Bodrum Yarımadası'nda tek köy pazarı. İki köyün arası 4 kilometre. Yukarı Mazı'da 80, Aşağı Mazı'da 60 tezgah kuruluyor. Bodrum, Milas ve Yatağan'dan ve civar köylerden gelenler meyve-sebze ile evlerinde yaptıkları ürünleri satıyorlar. Bodrum'a 55 km mesafede.
GÜZELYALI (ÜÇKUYULAR) PAZARI: İzmir'in en eski pazarlarından biri olan Güzelyalı Pazarı, İzmirliler arasında kurulduğu Üçkuyular Meydanı'nın adıyla anılıyor. Çeşme çıkışında bulunan pazar yeri, yazın İzmirlilerin akınına uğruyor. Çarşamba ve pazar günleri kurulan pazarda meyve sebze, kuruyemiş, taze balık, giyecek, zücaciye satılıyor. 200'e yakın tezgah bulunuyor.
AŞAĞI AYRANCI PAZARI: Ankara'da her çarşamba Dikmen Caddesi'nde, Dikmen Polis Evi'nin yanında kurulan Aşağı Ayrancı Pazarı ‘sosyete pazarı’ diye de anılıyor. Ancak bu pazar ekonomik düzeyi düşük olana da, yüksek olana da hitap ediyor. Giyim eşyaları çok çeşitli. Başkentli kadınların adeta hücum ettiği pazarda fiyatlar 1- 5 milyon arasında değişiyor.
Sevgili Suzan Abla’nın mağazası Salı Pazarı’na bitişik. Bu günlerde organik giyim eşyası, bambulardan üretilen iç çamaşırı satıyor. Bambular kullanılarak antibakteriyel kumaşlar üretildiğini biliyorsunuz. Bambu elyafından kumaş üretilirken kimyevi madde kullanılmıyormuş. Bu kumaşlar, bambunun bünyesindeki "Bambu kun" isimli antibakteri maddesi içeriğinden doğal antibakteriyal özellik taşıyor. Ve bu özelliği bir çok defa yıkandıktan sonra bile korunuyor. Deride alerjik oluşumlara yol açmıyor.
KADIKÖY SALI PAZARI: Çocukluğum Kadıköy’de geçti. Annemle Salı Pazarı’na giderdik ama o zamanlar pazar Kuşdili Çayırı’nda kurulmuyordu. Acıbadem’e giden yolun altında kalan bir yamaçta kuruluyordu. Şimdiki Salı Pazarı’nda 1900 tezgah açılıyormuş. Ben bu rakama bir tezgah daha eklemeliyim. Suzan Abla’nın tezgahını. Suzan Abla’nın iç çamaşırı satan dükkanı MOR OUTLET, pazarın Fenerbahçe Stadı tarafında. Ne yapsın Suzan Abla. Salı günleri pazarcılar önünü kapatınca o da çareyi tezgah açmakta bulmuş. Bu pazarda ne ararsanız var. Ünlü markalardan tekstil ürünleri, ayakkabı, yiyecek, ABD'den gelen vitaminler, yapay çiçek, halı, beyaz eşya... Pazarcıların bazıları soyunma kabinleri de kuruyor. Artık çoğu tezgahta kredi kartı kullanılabiliyor. Pazara otobüs turları bile düzenleniyor. Belediye, Pazar bittikten sonra yaklaşık 22 ton çöp topluyor.
PAZARCILAR DA MÜKELLEF
Bir başka bilgi de vergi konusunda. Belki merak eden olur, pazarcılar vergi veriyor mu? diye. Evet, vergi yasası’na göre, Büyükşehir belediye sınırları içersinde (Erzurum ve Diyarbakır hariç) mal alım-satımı ile uğraşanlar gerçek usulde gelir vergisi mükelllefi sayılıyor. Buna göre, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere Büyükşehir belediye sınırları içinde pazarcılık yapanlar, Gelir Vergisi Kanununa göre gerçek usulde vergilendiriliyor.

...VE BİR PAZARCI ANISI
35 yıl, Beşiktaş Ihlamurdere Caddesi üzerindeki bir binada oturduk. Cumartesi günleri biz gençler için bir işkence günü, hanımlar için de alışveriş günüydü.
Dairemiz ikinci kattaydı. Tam önümüzde üç kardeş tezgah açıyordu. Meyve sebze satıyorlardı. Bazen pencerenin kenarına oturur, onların tezgah açmalarını seyrederdim. Hepsinin tentesini bağlayacağı bir ağaç gövdesi ya da yola çakılmış bir demiri vardı. Müthiş bir disiplin içinde pazarı kurarlardı ama kimse yüksek sesle bağırmazdı. Erken saatlerde pazarı kurdukları için caddenin iki yanında oturan daire sakinlerini rahatsız etmek istemezlerdi. Gürültü konusunda dikkatliydiler.
Yine bir cumartesi pencerenin kenarında oturmuş, tam üç kardeşin tezgah açmasını seyrediyordum. Üç kardeşten ikisi tenteleri gererken, diğer kardeş tezgahın başında meyveleri diziyordu. Tezgahın arkasındaki kese kağıtları dikkatimi çekti. 5-6 kesekağıdını açık bir şekilde tezgahın arkasına sıralamıştı. “Helal olsun” dedim adama. Müşteriyi bekletmeyecekti. Hazır kesekağıdını alıp meyveleri içine dolduracaktı.
Tente işi bitince diğer kardeşlerden biri üzümlerin olduğu kısma uzandı, avucuna bir şeyler doldurdu, kesekağıdının içine bıraktı. Dikkatimi çekmişti. Ayağa kalkıp cama yapıştım, daha iyi görebilmek için.
Evet. Doğru anladınız. Üzüm tanelerini kesekağıtlarına bölüştürüyordu.
Giyindim, aşağı indim. O yıllarda çarşı, pazar işleriyle aram yoktu. Binanın kapısından çıktım, tezgahın karşısına geçip “bir kilo üzüm versene” dedim. Beni tanımıyor tabii. Eşimi belki tanıyordur ama beni nereden tanısın. Pat diye kesekağıtlarından birini aldı, tezgahtan da bir iki salkım alıp tartıya koydu. “Hemşerim” dedim, “bu fiyata taneler de dahil mi? diye sordum. “Yok abi "dedi. "Bizde tane yoktur. Gözünün önünde tartıyorum”. “Bak arkadaşım” dedim.
"Sen baba kefalın hikayesini bilir misin?"Ne hikayesi abi" dedi. “Dur dinle” dedim. “Zaten müşteri de yok”. Başladım anlatmağa:
Yaşlı tecrübeli bir kefal, genç kefalları toplamış etrafına, her türlü balık tutma usullerini gösteriyor. "Sakın kanmayın ve tuzağa düşmeyin" diye öğütlüyor. "İşte bu oltadır, ucundaki yeme kanmayın. İşte bu ağdır, hemen üstünden atlayıp kaçın" gibi.
Tam o sırada yelpaze gibi açılmış bir ağ tepeden üstlerine düşmüş. Ve kıskıvrak yakalanmışlar.
Bu ağdan kurtulmak için sağa sola doğru hızla kaçışırlarken, genç balıklardan biri baba kefala laf atmış: “Peki baba bu ne şimdi?”.
Kendini hiç yormayan baba kefal cevaplamış: “Buna tepeden inme denir. Bundan kaçış yoktur”. (Hikayedeki ağın ismi serpmedir. Görmüşsünüzdür. Balıkçı, deniz kenarlarından, dere veya göl kenarlarından beş altı metre içeriye suya girer. Ağı iki eline yaymıştır. Ağın bir ucunu da dişleriyle tutar. Kefal sürüsünü toplanmış, sohbet ederken görünce ağı bir daire çizecek şekilde fırlatır. Ağ daire şeklinde suya düşer. Kurşunlu kısım dipten ağı tutar. Bir cibinlik gibi düşünün. Ağın ucu balıkçıda uç kısımlar daire şeklinde suyun içinde. Ağı çektiğinizde kurşunlu uçlar zemine yapışık geldiği için ağın içindeki balıklar kurtulamaz.)
Anlattığım hikâyeyi yarım yamalak dinleyen pazarcı “ne ilgisi var şimdi üzümlerle balığın abi” diye sordu.
“Şu ilgisi var” dedim ve devam ettim: “Bak! ben arkandaki binada oturuyorum. İkinci katta. Pencereden senin kesekağıtlarına üzüm tanelerini koyduğunu gördüm. Yani seni tepeden gördüm. Benimkisi de tepeden görme. Aslında üzüm almayacağım. Seni ikaz için indim. Bunu yapma. Dürüst ol.”
Ne dersiniz pazarcı dürüst oldu mu? Bilmiyorum; ama bir daha da kesekağıtlarına üzüm tanelerini koymadı.
Beni her gördüğünde muzip bir şekilde gülerek sesleniyordu. “ Tepeden gören abi, hoş geldin. Bir şey istiyor musun?”.

24 Mart 2007

Suyu idareli kullanma yöntemleri

Suyu idareli kullanma konusunda dostlarıma "var mısınız?" dedim ama peki tasarrufu nasıl yapacağız?
Tasarruf yöntemlerinin çoğunu biliyoruz, biliyoruz da ihmal ediyoruz.
Alternatürk internet sitesinde enerji ve su tasarruflarıyla ilgili bilgiler var. Su konusunda dikkatinizi çekmek için bunları sizlerle paylaşmak istedim:

MUTFAKLARDA SU TÜKETİMİ
Zamanın çoğunu mutfakta geçiriyorsunuz. Mutfakta nasıl su tasarrufu yapılabilir diye soruyorsanız, aşağıdaki yöntemleri bir okuyun, bakalım işinize yarayan var mı?:
* Mutfakta tüketilen su miktarı evde tüketilen toplam suyun %10 oluşturmaktadır.
* Kirli kaplarınızı elle veya bulaşık makinesinde yıkamadan önce su dolu leğende ıslatınız ve kirleri gevşetiniz. Kirli kapları akar musluk suyu ile yıkamayınız. Leğen içindeki su ve deterjan yardımı ile bulaşıkların kirlerini çıkardıktan sonra musluğu yavaşça açarak çalkalama ve durulama yapınız.
* Normal musluklarda dakikada 8-27 litre su tüketilirken düşük akımlı aeratörlü musluk kullanarak su tüketimi yarı yarıya düşürülebilir. Bu musluklara takılan aparatlar pahalı değildir.
* Muslukların su damlatmasını önleyiniz. Dakikada 50-100 damla su akıtan bir musluktan ayda 750-1500 litre suyun ziyan edildiğini unutmayınız.
* Sebze ve meyveleri akar musluk suyu ile yıkamayınız. Leğenin yarısına kadar su koyunuz. Sebze ve meyveleri suya koyduktan sonra musluğu yavaşça açınız ve hızlıca yıkamayı yapınız. * Kirli kapları elinizle yıkarken önce kaba kiri fırça ile çıkartınız. Leğene ılık/soğuk suyu ve deterjanı koyup deterjanı da köpürttünüz ve musluğu yavaşça açıp kapları hızlıca yıkayınız. Sonra aynı leğene temiz ılık/soğuk su koyarak temizlenmiş kaplarınızı çalkalayınız.
* Direk akan musluk suyu ile kaplarınızı durulamayınız. Böylece günce 30-60 litre su tasarruf edilmiş olur.
* Çoğu yiyecekleri pişirmek için az su kullanınız. Pişirdiğimiz kabın kapağı kapalı olmalıdır. Aksi durumda çoğu vitaminlerin ve minerallerin kaçmasına neden olur. Ekstra pişirme için yakıt sarfiyatı olur.
* Buzluktaki yiyeceklerin ve diğer donmuş gıdaların buzunu eritmek için su kullanmayınız. Bu tür gıdaların buzlarını buzdolabının alt gözünde bir gece bekleterek çözebilirsiniz.

BANYO VE TUVALETTE SU TÜKETİMİ
* Banyo ve tuvalette, tüketilen su miktarı evde tüketilen toplam suy
un %70’ini oluşturmaktadır. * Tuvalet rezervuarının su depolama kapasitesi 16 litredir. 4 kişilik bir aile 16 litrelik tuvalet revervuarı ile ayda tuvalette 7 ton su tüketir. Bunun yerine 7 litrelik tuvalet rezervuar ile hem tuvaleti temizlemek hem de su tüketimini 2.5-3 tona düşürmek mümkündür.
* Tuvalet rezervuarı 16 litrelik ise bu durumda iki adet 1.5 litrelik plastik şişeye su doldurup rezervuara koyarak su tüketimini %20 azaltabilirsiniz.
* Tuvalet rezervuarınız su sızdırabilir. Bu miktar günde 700 litre suya ulaşabilir. Sızıntı suyunu kontrol etmek için rezervuara birkaç damla boyalı su ilave ediniz. Bu rengi 5-7 dakika içinde tuvalette görürseniz sızıntı var demektir. Tamir ediniz/ettiriniz.
* Banyo yerine duş alarak su tüketimini %25 azaltabilirsiniz. Duş alarak 40-60 litre su tüketirken banyo yaparak su tüketimi 120-150 litredir.
* Duş yapmak için ortalama 5-6 dakika yeterlidir. Böylece duş başına 55 litre su tasarruf edebilirsiniz.
* Sıcak suyu tek açma kapama ile kontrol edebiliyorsanız duş esnasında vücudunuzu veya saçınızı sabunlarken veya şampuanlarken suyu açık tutmayınız.
*Klasik duş başlıkları dakikada ortalama 15-20 litre su akıtırken düşük akımlı aeratörlü duş başlıkları dakikada 9-10 litre su tüketmek mümkündür. Böylece 5 –6 dakikalık duş esnasında 90-120 litre sıcak su yerine 45-60 litre sıcak su ile aynı işlemi yapmak mümkündür. Böylece 4 kişilik bir aile günde 3 defa duş yapsa yılda 55 ton su tasarruf edebilir.
* Düşük akımlı aerotörlü duş başlıkları kullanarak su tüketimini dakikada 10 litreden daha aşağı düşürebilirsiniz. Böylece normal duş başlığına göre %30-40 su tasarrufu sağlayabilirsiniz.

* Duş yerine banyo yapmak istiyorsanız küvete koyacağınız su seviyesini 2,5-5 cm azaltarak banyo yapabilirsiniz.
* Dış fırçalama ortalama 3 dakika süre alır. Eğer musluk açık bırakılırsa her fırçalama esnasında ortalama 15 litre suyu ziyan etmiş olursunuz. Günde iki defa diş fırçalanırsa yılda 10.950 litre su tüketirsiniz. Eğer fırçalanmış dişinizi bir bardak su ile çalkalarsanız yılda 9.100 litre su tüketimini önlersiniz.
* Dişlerinizi fırçalarken, tıraş olurken ve yüzünüzü sabunlarken musluğu kapalı tutarak günde 15-35 litre su tasarruf edebilirsiniz.
* Banyodaki muslukta düşük akımlı aerotörlu başlık kullanarak suyu %25-35 daha verimli kullanabilirsiniz ve o oranda da sıcak su kullanımını azaltabilirsiniz. Aerotörlerinizi periyodik olarak temizleyiniz. Filtre üzerinde partikül birikebilir.
Not: Sağolsun Sevgili B5, musluğa takılan ve su tasarrufu sağlayan bir aletin fotoğrafını(sağda üstte) gönderdi. Dikkat ettiyseniz tasarruf önlemlerinin arasında, düşük akımlı aeratörlü musluk diye bir şey var. İkisi aynı kapıya mı çıkıyor bilmiyorum.

22 Mart 2007

Suyumuzu idareli kullanmağa var mısınız?

Fotoğraf, Fırtına Deresi'nden. Bu suların bir gün kuruyacağına insan inanamıyor.
İstanbul’da bugünlerde yağmur var. Yağmur yağmasına hiç bu kadar sevinmemiştim. Yağmuru görünce bir süre cama yapıştım, kaldım.
22 Mart "Dünya Su Günü" olarak kutlanıyor. Çoğumuzun haberi bile yoktur bu günden. Halbuki kutlamaları ne kadar çok severiz.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1992 yılında Rio de Janerio’da düzenlenen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda dünyada suyun giderek artan öneminden dolayı her yıl 22 Mart gününün "Dünya Su Günü" olarak kutlanmasına karar vermiş.
"Dünya Su Günü", suyun önemi ile ilgili bilincin geliştirilmesi ve önerilerin uygulanmasının sağlanması için, bütün ülkelerin ulusal düzeyde konferans, seminer, sergi, yayın ve doküman dağıtımı gibi bir dizi etkinlik yapmasını teşvik etmeyi amaçlıyor.

SU SIKINTISININ NEDENİ ŞEHİRLEŞME
Ben de size bu etkinliğe katılmak adına su ile ilgili bazı bilgiler vermek istiyorum:
*Dünyadaki tatlı suyun %80 i buzul olarak kutuplarda.
* Yaklaşık 1,1 milyar insan temiz içme veya kullanım suyundan yoksun.
*Her yıl yaklaşık 5 milyon insan temiz su ile ilgili hastalıklardan dolayı ölüyor.
* 2025 yılında dünya nüfusunun üçte biri şiddetli derecede su sıkıntısı çekecek.
* Halen dünyada 2,8 milyar insan şehirlerde yaşıyor, bu rakam 2025'te 4,5 milyara yükselecek. Şehirler temiz suya daha fazla ihtiyaç duymakta olup aynı zamanda da daha büyük atık su sorununa yol açmakta. Şehir nüfusunun artması ciddi su sorunlarını beraberinde getirecek.
* Ülkemizdeki 3200 belediyenin yaklaşık 50 adedi kanalizasyon sularını arıtıyor. Başka bir deyişle nüfusumuzun yaklaşık 50 milyonuna ait kanalizasyon suları doğrudan nehirlere dolayısıyla göl ve denizlere akıyor.

Görüyorsunuz, felaket adım adım geliyor. Geleceğe bakmayanlar için, günlük yaşayanlar için hava hoş. Ama çocuklarımız, torunlarımız susuzluk kapılarına dayandığı zaman ne yapacaklar?
Onlara rahat yaşayacakları bir Dünya bırakmak istemez misiniz?
O zaman birey olarak yapılacak tek şey; suyu idareli kullanmak.
Var mısınız?

20 Mart 2007

Yumurta ile şekerin baş döndürücü valsi

Bir kabın içinde buluştular. 3 yumurta ve 2 bardak şeker. Yumurta şekere sordu; “Hayrola yolculuk nereden?” Şeker “sorma, kardeş” dedi ve anlattı:
“Ben aslında şeker pancarıyım, yapraklarımı kestiler. Yıkadılar, ince ince kıydılar beni. Sonra acımadan merdaneler arasında ezdiler, üzerime bir de su püskürttüler. Bu su püskürtmesi sonucu çözelti haline gelip ham şeker oldum. Eziyet devam etti, kimyasal maddelerle işlemden geçirdiler beni. filtre edip toz şeker halini getirdiler. Unutmadan ilave edeyim, şeker kamışı kardeşlerim de benim gibi bu yollardan geçip onlar da toz haline gelirler.
Ne diyorduk, sonra beni ve toz arkadaşlarımı bir paketin içine hapsettiler, bir rafa koydular.İnsanlar baktı, baktı almadı uzun süre bizleri. Sonra kısmet bu hanıma imiş. Raftan çekti aldı bizi evine getirdi ve bu kaba boşalttı. Sonra sen geldin. Peki sen nereden geliyorsun?”
Ben mi?” diye sordu yumurta. “Ben de karanlık bir yerde doğdum. Uzun süre orada kaldım. Sonra sırtımdaki kabukla ışıklı bir yere düştüm. Biri beni aldı, kardeşlerimin yanına koydu. Ben de raflarda dururken seni alan hanım beni de seçti ve sonunda kabuğumu kırdı, bu kaba süzüldüm ve seninle buluştum”.
Tam o sırada bir tel uzandı, sırtlarına doğru. Ve o tel hızla dönmeğe başlayınca bir girdap oluştu. Yumurta ve şeker bu girdabın içinde sağa sola savruldular. Döndüler. Döndüler. Tutunamadılar bir yerlere. Şekerin başı döndü, erimeğe başladı. Birden üstlerini beyaz bir sıvı kapladı. Bir bardak sütmüş meğer bu gelen. Yanında bir bardak çiçek yağını getirmeği de unutmadı.
O sırada beyaz bir toz bulutu kapladı her tarafı. 3 bardak dolusu un tepelerine iniverdi. Un da yalnız gelmedi kabın içine. Vanilya ve kabartma tozunu da beraberinde getirmeği unutmadı.

TEPELERİNE YAĞAN YAĞANA

Bayağı kalabalık oldular. Kabın içinde tıkış, tıkış birbirlerini iterlerken başka bir fırtınaya tutuldular. Büyük büyük parçalar dövmeğe başladı onları. Yumurta şekere nefes nefese sordu, “bunlar da ne böyle. Tepemize taş mı yağıyor”. Şeker “hayır” dedi. “Bu gelen parçaların beyaz olanlarına elma diyorlar. Sanırım iki elmanın parçaları bunlar. Sarı kırıklar da ceviz taneleri. Onlar da bir bardak dolusuymuş”.
Ya bu gelenler.”Onlar mı? Onlar aslında sürpriz sanatçı.Bir adet havucun parçaları. Pek işleri olmaz bu karışımda ama bu evin hanımı bir yerden duymuş olmalı. Onlar da elma parçaları gibi doğranmış halde düşüyorlar yanımıza".
Son olarak havadan süzülen kahverengi tozun ne olduğunu yumurta cevapladı. “Bu da yabancı misafirimiz. Tarçın! Sadece bir tatlı kaşığı tarçın ama senin beyazlığını kahverengiye çevirecek, göreceksin”.
“O” hanım, bu birbirini tanımayan kalabalığı, şekilli başka bir kalıbın içine döktü. Biraz daha rahatlamışlardı. Dilimli bölümlerde başlarına gelecekleri beklemeğe başladılar.
Bir şeye dikkat ettiler. İçine döküldükleri kap yağlıydı. Onun için rahat rahat kaydılar kabın içinde.
O da ne?...Yavaş yavaş bir şey hissetmeğe başladılar. Bir sıcaklık yayılıyordu ve onların sonu olabilirdi. Sıcaklık arttıkça kabın içindekiler şekil değiştirmeğe başladı. Birbirlerine yapıştılar ve hava yutmuş gibi şiştiler. Yumurta son nefesinde “şeker neredesin?” diye bağırdı ama bu onun son çırpınışı oldu.
175 derecede 1 saat geçirmişlerdi kabın içinde ve adı “kek” olan bir pastaya dönüşmüşlerdi.
Sonra ne mi oldu? Önce neşeli konuşmalar duyar gibi oldular, ardından hep beraber karanlıkların içinde kayboldular.

19 Mart 2007

Şimdi sıra "de" "da" eklerini hatırlamada

''Doğru yazalım, Doğru konuşalım, Dilimizi Koruyalım'' etkinliğinin ikinci yazısını Sevgili Fethiye kaleme aldı.
Sevgili Fethiye, ismin -de hali ile dahi anlamındaki “de”, “da” eklerini nasıl kullanılacağımızı akıcı bir dille anlatıyor.
Sevgili Fethiye'nin dediği gibi, hepimizin bildiği ama yazarken nedense umursamadığımız bu kuralı tekrar hatırlamak istiyorsanız Yogurtland'i tıklamanız yeterli.
Etkinlik takvimi:
*02 Nisan 2007-Şefika- Söyleyiş biçimlerini yazacak
*16 Nisan 2007-Ayşem-Noktalama işaretleri 1.bölümünü yazacak
*07 Mayıs 2007-Münevver-Büyük harflerin kullanılışını yazacak

"Çıkmak" tan çıkanlar
Ben de fırsat bu fırsat dedim, Yılmaz Özdil’in pazar günkü yazısını sizlerle paylaşıyorum.
Özdil Türkçemizi iyi kullanan yazarlardan. Yazısında “çıkmak” fiilini bir çok anlamda ve deyimlerle kullanmış. Türkçe sözlüğe şöyle bir baktım, çıkmak fiilinin 57 ayrı anlamı olduğunu gördüm. Özdil de bu zenginliği çok güzel belirtmiş. İşte yazı:

Kim çıkacak?
- Şimdi bakın, ben şöyle bir çıkarım yaptım...Ben yukarı çıkayım, sen benim yerime çık, sen de çıktığın yerde kal abi.
- Sen çıkacaksan, çık... Ama çıkmayacaksan, müsaitim, ben çıkayım... Çıkarım yani istersen.
- İcat çıkarmayın! Çıkacaksa, çıksın. Çıkmayacaksa, sen de otur oturduğun yerde, ben çıkayım yukarı, öylesi daha şık bir çıkış olur.
- Tatsızlık çıkarmayın... Ben çıkacaksam, sizin çıkmanızın alemi yok zaten... Çıksam, çıkarım... Çıkmazsam, kim çıkacak yukarı, önce onu açığa çıkaralım... Her kafadan bir ses çıkmasın.
- E çıka çıka nasıl çıkacağız işin içinden?
- Anket çıkaralım... Çıkalım diyelim ki, sen çıkacaksan çık, sen çıkmayacaksan, o mu çıksın, ben mi çıkayım, herkes ağzındaki baklayı çıkarsın...
- Çıksın yani ortaya.
- E çıksın.
- Çok çıkarmayalım ama... Çünkü biz çıkmayacaksak, kim çıksın dersek, çok çıkmak isteyen olur.
- Bir de bakarsın çıkan çıkana...
- Başımıza kim çıksın derken, başımıza iş çıkmasın... Şapkadan tavşan bile çıkarırlar vallahi.
- En iyisi çıkaracaklarımızı en baştan çıkaralım ki, ben çıkmayacaksam, siz çıkmayacaksanız, kim çıkacak, çıkaracak olanlar bilsin kimi çıkaracağını.
- Gıkını çıkarmayacakları çıkaralım...
- Ya çıkarmadıklarımız kızıp, baştan çıkarsa?
- İster misin hır çıksın! Ok yaydan çıktığına göre, bir çıkarım da ben yapayım bari... Eminim, aksini düşünenler çıkar... Ama ben çıkayım diyeyim ki, Başbakan, Çankaya'ya çıkmaktan vazgeçti ey ahali... Bence bu anketten bu çıkacak... Çünkü medya salağa yatıyor ama, yokuş, tahmin ettiğinden daha dik çıktı!

18 Mart 2007

Büyüklerimiz “o” topraklarda vatanı bekliyor

18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi ve Şehitleri Anma günü 92. yıldönümü törenlerle kutlandı.
18 Mart, Türk insanının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Önemlidir zira Batı’nın gözü Truva Savaşları’ndan beri hep bu bölgenin üstünde olmuştur. Bugün de olduğu gibi...
Ben size bildiğimiz kahramanlık destanlarını anlatmayacağım. O destanlar kanla yazıldı, tarihin derin sularına.
Nice ailelerin erkekleri, eşimin ve benim büyüklerimiz hala o toprakların altında vatanı bekliyorlar. Günümüzün bazı entel kadrosuna diyorum ki; 18 Mart’ı yaşamak istiyorsanız şehitlerin yattığı, vatanımızı beklediği o topraklara bir zahmet gidin. Mezar taşlarındaki isimleri tek tek okuyun, birkaç dakika gözlerinizi kapayın, o çarpışma anını bir yaşayın. Ve sonra o şehitlerin mezar taşlarını öpün, öpün ki varlığınızın o şehitlerin kanlarına borçlu olduğunuzu anlayın.

Çanakkale'de çarpışan askerlerden bir grubun hatıra fotoğrafı.

Seddülbahir'de düşmandan ele geçirilen bir top.

Seddülbahir'deki siperlerden birinin içi.

Sığındere'deki siperlerden bir bölüm ve nöbet tutan bir mehmetçik.

Kemikli'de malzeme taşımak için yapılan bir dekovil yolu.
( Dar küçük tren yolu)

15 Mart 2007

Siz siz olun "tedbiri" elden bırakmayın

KAYNAK SULARI İLE BESLENİYOR: Abant Gölü’nün bir krater gölü olduğu söylenir. Son yıllarda gelişen bir başka görüşe göre ise göl, kalker arazideki çökmeler sonucu oluşmuş. Gölün etrafı çam ve köknar ağaçları ağırlıklı ormanla kaplı. Göl akarsularla beslenmiyor, kaynak suları ile besleniyor. Gölün en derin yeri 45 metre. Yazın göl etrafında açan sarı ve beyaz nilüferler göle ayrı bir güzellik katıyor.
Telefon çaldı. Canı sıkkındı zaten. 1988 yılıydı. İşyerinde sorunlar vardı. Medya krize girmişti. Çalıştığı gazete kapandı kapanacak duruma gelmişti. Sorunlar bir türlü aşılamamıştı. Aşılacak gibi de görünmüyordu.“Kim acaba. yine dedikodu için biri arıyordur” dedi, telefona uzandı. “Alo” dedi. “Ağabey, ben Hasan. Hasan Usta”. Hay Allah, Hasan Usta, motor tamirciliğinden büyümeğe çalışan bir dostuydu. Okumamış, bir motosikletçinin yanına çırak olarak girmiş, işi öğrenince de kendine bir dükkan açmıştı. Çekirdekten yetişme motorcuydu. Bir çok mühendisi cebinden çıkarırdı. Karadenizli olduğu için ağır basan yaratıcılık yönü, onu piyasanın en iyilerinden biri yapmıştı.“Ağabey” dedi Hasan Usta. “Canının sıkkın olduğunu biliyorum. Benim de canım sıkkın.Var mısın? Eşlerimizi de alalım, iki günlüğüne Abant’a gidelim. Hava değişikliği ikimize de iyi gelir”. Fena fikir değildi. Cuma günü gidilir, pazar akşamı dönülürdü. Hava da çok güzeldi. Gerçi yılbaşına bir hafta vardı ama İstanbul o yıl bahar havası yaşıyordu.“Olur” dedi. “Cuma günü gideriz. Senin arabayla mı gideceğiz? Eğer senin arabayla gideceksek bizi almaya geldiğinde benim arabanın yanına gel. Bazı eşyaları senin otomobiline aktaralım”.“Tamam. Olur” dedi Hasan Usta. Beşiktaş’ta oturuyordu ve tedbirli olma konusunda çok titizdi. Çocukları onun tedbirli olmasına takılır “ Babamız Afrika’ya gitse, şemsiyesini, çizmesini yanında götürür” derlerdi. Hasan Usta gelince arabasının bagajını açtı, zincir takılmış hazır iki oto lastiğini gidecekleri arabanın bagajına koydu, teknede kullandığı uzun çapa halatını da diğer arabaya aktardı. Hasan Usta kıs kıs gülüyordu; “Ağabey” dedi, “Bir şey unutmadın mı? çapa nerede? Oltalar falan. Belki gölde balık da tutarız.” O aldırmadı. “Ne olur ne olmaz. Kış havası bu. Belli mi olur” diye geçirdi içinden. İki aile yola çıktılar. Bolu Dağı’nı aşıp Abant yoluna saptılar. Otele gelip yerleştiler. Biraz sis vardı ama hava pırıl pırıldı. Gölün etrafını şöyle bir dolaştılar. Akşam yemeğinden sonra da otel etrafında tur attılar, temiz havayı ciğerlerine çektiler ve yattılar.

HER TARAFTA KAR VAR

Eşi uyuyordu, erkenden kalktı, biraz dolaşmak istedi. Otelin koridoruna çıktı, dışarıya baktı. “Hay Allah” dedi. Dışarısı bembeyazdı. “Yine sis var” diye içinden geçirdi. Otelin giriş kapısından dışarıya çıkınca dondu kaldı. Otelin önündeki yolda ve otoparkta tek bir araba bile yoktu. Sis mis de yoktu, toz halinde kar yağıyordu. Biraz daha dikkatli bakınca her tarafın karla kaplı olduğunu gördü. Arabalar tümüyle kar altında kalmıştı.
Gece yağan kar 1.5 metreyi geçmişti. “Eyvah” dedi. “Ne yapacağız şimdi”.Hasan Usta da erken kalkanlardandı. O da dışarısını görünce şaşırmıştı. “Ağabey” dedi. “Bu ne kar böyle”.
Otel yavaş yavaş uyanıyordu, otomobilini göremeyenler “şok” geçiriyordu. Hadi İstanbullular tedbirsiz gelmişlerdi, karlı yaşamağa alışık değillerdi, Ankaralılara ne oluyordu?
Otelin küçük greyderi girişin önündeki yolu açmıştı ama otoparktaki otomobiller kar altındaydı. Bir telaş başladı araç sahiplerinde. Otomobilleri kardan çıkarma telaşı. Küreği kapan otomobilinin başına koştu.
Greyder otoparka giremiyordu. Otomobillere zarar verebilir diye. O sadece yolu açmıştı.Büyük bir faaliyet başladı, herkes aracının önünü temizliyordu ama aracların kımıldaması ne mümkün.
BÖLGEYE KAFKAS GÖÇMENLERİ YERLEŞMİŞ:Gölde yaşayan Abant alabalığı yılın belirli zamanlarında ücretle avlanabiliyor. Gölün etrafında geyik çuftliği kurulmuş. Belirli bir sayıda geyik her yıl doğal ortama bırakılıyor. Bölgenin tarihi M.Ö 5000-3000 yıllarına kadar ta Hititlere kadar uzanıyor. Bölgeye 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra Kafkas göçmenleri yerleşmiş.

Zemine basılı kalan lastikler patinaj yapıyor, tüm araçlar durduğu yerde hoplayıp duruyordu. Kimsede zincir yoktu, zincirsiz lastiklerle bu iş yürümüyordu. Havanın güzelliğine kananlar zincirsiz gelmenin cezasını çekiyorlardı. Otelde de zincir yoktu. Bolu’ya telefon edildi, zincir siparişleri verildi ama yol kapalıydı, zincirler nasıl gelecekti?
Hasan Usta’ya “aç bakalım şu bagajı. Ön lastikleri sökelim, zincirli lastikleri takalım ve buradan çıkalım” dedi. Hasan Usta bu konuların piriydi zaten. Ön lastikleri değiştirdiler zincirli lastikleri taktılar ve otoparktan ilk çıkan onlar oldu.
İş bununla bitmemişti. Uzun halatı da çıkardılar bagajdan. 10-15 kişi olmuşlardı. Denizden kayık çeker gibi halatla otoparktaki tüm araçları "haydi hop, haydi hop" sesleri arasında çeke çeke otelin önündeki yola çıkardılar.
Şimdi iş, Abant’tan aşağıya inmeye kalmıştı. Yol kapalıydı. Pazar döneceklerdi ama bir gün daha kalmak zorunda kaldılar otelde. Pazartesi sabahı yol açılmıştı ama bir araçın geçebileceği genişlikte. Zincirsiz bırakmıyorlardı kimseyi. Kimsede de zincir yoktu ya, onlar ise hazırlandılar ve zincirli otomobilleriyle inişe geçtiler.
Bolu Dağı’nı zincir olmasına rağmen çok zor indiler. Düzlüğe geldiklerinde ne kar vardı, ne fırtına. Sanki bambaşka bir dünyaya gelmişlerdi. Bir kahvenin önünde zincirli lastikleri çıkardılar, günlük güneşlik bir havada İstanbul’a doğru yola çıktılar.
Yol boyunca neşelenen Hasan Usta “Ağabey bu olay bana iyi ders oldu. Ömrümün sonuna kadar bu tecrübeyi unutmam. Şimdi seni takdir ettim. Balığa giderken sandalda neden uzun bir halat, çapa ve bir şişe su bulundurduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Hatta balığa çıkarken sende elektrik feneri de bulunuyor, sahi o ne işe yarayacak?” diye sordu. “Bak Hasan Usta. Balığa çıktın, motorun arızalandı. Çapa seni bulunduğun yerde tutmak için. Su yaşaman için. Elektrik feneri de seni aramaya geleceklere yol göstermek için” cevabını verdi.
Hasan Usta, o gün bugün hep bu olayı anlatır, tedbirli ağabeyinin kulaklarını çınlatır. Siz siz olun, özellikle Abant’a giderken tedbiri elden bırakmayın.

13 Mart 2007

Hayat zaten bir dizi gibi

zeytin ağaçlarının gölgesine oturmuştu Hatçe Nine, yazdan kalma bir sonbahar günüydü. Masmavi gökyüzüne kaldırdı başını “Netçez allahçım, sen bize yol göster” dedi, Allah’la konuşurcasına...Zeytine gitmekten, çamaşır yıkamaktan, kocamaktan çatlak çatlak olmuş ellerini kaldırdı: "Heç de istemiyom evimi vereyim o çengilere...Kimse vermeyo, niye ben verem...Ama üç gün vercez, 100 milyon alcez...Hem gızın yanına gidiveririm. O damat olasıca mendeburu çekmek var ama olsun..Sık dişini üç gün gız Hatçe” .
“Tamam” deyip, fırladı “Vercem”...”Ne vercen gız anane”diye şaşırdı çakır gözlü torunu Zehra. “Sen garışma..Ben kararımı verdim. Üç günceez sizde galıveririm..O filmci adama vercem evi...Ama parayı peşin alcem, nolur nolmaz” Çıkınını topladı, Zehra’yı da tuttu elinden “Hadi gız” dedi “gidiyoz”... “Anana söyle Ananem sizde galcek de”... Tekçam’ın bulunduğu tepeden aşağı indiler. “Dikkat et nene” dedi Zehra...Torununa diklendi, Hatçe Nine.."Sen kendine bak, Ben senin gibi sekiz Zehra’yı cebimden çıkarırım”. Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikteydi . Seksenine merdiven dayamıştı ama her işe koşardı. Komşularla tarhana yapar, dünürcülük yapar, düğünlerde yemek pişirir, Hıdrellez’de çocuklarla ip bile atlardı. Hani derler ya, “çamaşıra gidenin şapşağı, oduna gidenin nacağı, eğlenceye gidenin şakşağı idi”. Herkes severdi, Hatçe Nene’yi...Gençliğinde onu bırakıp giden kocasından gayrı..Böyle düşünüyordu Hatçe Nene...Pamuk gibi yüzünde sevilmemişliğin derin izleri vardı, yüreğindeki sevginin aksine.

NAMUSUMA BİR ŞEY GELMEDEN
Hala unutmamıştı eski kocasını. Onu çok isteyenler olmuştu sonradan. Ama o “Tek kızıma üvey baba istemem” dedi. Aslında yüreği o nankör kocası Ahmet için atıyordu. Köy yerinde zor zanaattı dul yaşamak..."Namusuma bir şey gelmeden yaşlansam” diye dua ederdi her gün Allah’a...
"Namusuma bir şey gelmeden yaşlandım çok şükür” diye oh çekti içinden, kocaman anahtarla Rumlardan kalma evinin büyük tahta kapısını açarken. Omuzuna bir el dokununca irkildi;
"Noldu Hatçe Nine..Ne karar verdin. Verecek misin evi bize?"
Orta yaşlı sakallı, kot pantolonlu adam, sigarasını ağzında geveleyerek sormuştu soruyu. Hatçe Nene.."He ya” dedi, “Vercem. Ama önce para. Bir de şartım var..Evime, eşyama zarar gelmeyecek".
Tamam” dedi adam. “Bir kaç sahne çekeceğiz evde. Hem de kurtuluş savaşı gibi kutsal bir döneme ev sahipliği yapacak, senin bu gavur evi”.
Yeşil büyük kapı açıldığında büyük taşlı bir sahanlık karşıladı onları...Karşıda yeşile boyanmış suyu kesilmiş kör bir tulumba vardı. Tulumbanın yanından tahta bir merdiven yukarıya taşıyordu gelenleri.
Tavan el işi melek resimleri ve çiçeklerle süslüydü. Sol yanda bir oda, sağ yanda ocaklıklı başka bir oda..Ocaklıkta odunla yemek pişirirdi Hatçe Nene... Sol yandaki odada misafirlerini ağırlardı. 1924’te mübadeleyle Midilli’den geldiklerinde verilmişti bu ev babasına...Bu evde büyümüştü, çocukluğu bu evde geçmişti.
Annesi onu şu karşı dolabın içinde yıkar, paklardı..Ocaklığın üzerindeki Atatürk resmine bakar, gavurlardan onları kurtardığı için büyük önderine dua ederdi.
“Bu resme bir zarar gelmeyecek” dedi sertçe, Atatürk resmini göstererek. “Ayıp ettin, Nene” dedi adam, sigarasını dudaklarında gezdirerek...

DİZİ FURYASI BAŞLAYINCA
Sonra yukarı kata çıktılar. Merdiven başından döndüklerinde Ege’nin mavisi karşıladı onları, pencereden... Karşıda Ayvalık, sağ yanda Midilli’yi o kadar yakından gördüler ki..."Sen bir de dam üstünden gör, manzarayı” dedi Hatçe Nene..
Uzun bir koridordan etrafı sardunyalarla çevrilmiş dam üstüne çıktılar. Çoktan beri kullanılmayan ahırın üstüydü burası...Manzara söylendiğinden de güzeldi...Önce köy evleri, sonra betonlaşan iskele mahallesi...Ama hepsini bastıran masmavi körfez...”Gördün mü bizim köyü” dedi Hatçe Nene, “Yavuz muymuş”..."Pek yavuz” dedi adam. Anahtarı adamın avucuna bıraktı Hatçe Nene. Birkaç eşyasını aldı ve çıktı..."Üç gün ama” dedi, “fazla değil, beni damadın evinde üç günden fazla koma”.
“Tamam” dedi adam, söz verircesine de başını salladı. Gitmeden Hatçe Nene’nin avucuna 100 milyon lirayı saymayı da unutmadı.
Adı Ali’ydi adamın, Ali Dirik..Televizyon kanalları için dizi çekiyordu. Dizi furyası işlerini açmıştı. Reyting kavgasına tutuşan televizyon kanalları dizileri sıraladıkça, çekimlere yetişemez olmuşlardı. Aşk, kavga, heyecan dolu diziler reyting rekorları kırmak için birbiriyle yarışıyordu. İşte şimdi Ali Dirik elindeki müthiş senaryoya müthiş bir mekan bulmuştu. Oyuncuların da süper olduğu düşünülürse, bu dizinin iş yapmaması beklenemezdi. Kapıyı kilitleyip çıktı Ali Dirik. Zaman kaybetmeden ekibe haber vermeliydi. Köyün büyük çınarlı kahvesinde kendisine bir dibek kahvesi söyledikten sonra Mustafa’yı aradı. “Mustafa, ev hazır” dedi, “Ekibi topla, ev sahnesini üç gün içinde çekmemiz lâzım”.

ESKİYE GÖRE FARKLI BİR KÖY
Kahvesini çınar serinliğinde gözleme kokuları arasında yudumladı. On yıl önce geldiği köyden ne kadar farklıydı burası. Eskiden köylülerle dolu olan kahvede şimdi yabancı turistler vardı. Kahvenin adı Çınar Çay bahçesi Cafe olmuştu. “Ne orada ne burada arafta kalmak gibi” diye düşündü, Ali Dirik.
Güneş, köyün yatırı Mecit Tepe Dede’nin kabrinin ardından yükselirken, dizi ekibi arnavut kaldırımlarından Hatçe Nene’nin evine tırmanıyordu. Ayıt kokuları dört bir yana sinmişti. Yeşil kapının kilidi açıldı ve 15-20 kişilik ekip, işe koyuldu.
Köylüler ne olup ne bittiğini merak ediyorlardı. CTV’nin kameramanları ellerindeki büyük kameralarla sokaklarda dolaştıkça köylüler gururlanıyordu.
Şehirdeki akrabalarını arayıp haber verenler, filmde acaba beni de oynatırlar mı deyip süslenip püslenenler, keşke bizim evi isteselerdi diye hayıflananlar, biran önce başlasa da seyretsek diyen dizi meraklıları."Ay gız Memet Göle’yi gördün mü ne kadar yakışıklı” diyen genç kızlar, dizideki genç kızlara kesilen köy delikanlıları...
Evdeki işi Hatçe Nene’ye söz verdiği gibi üç günde bitirdi Ali Dirik..Hatçe Nene, sevmişti bu “şeher delikanlısını”..
Mertti, sözünün eriydi. İşleri bittikten sonra ekibe güzel bir köy kahvaltısı hazırladı. Hepsi Hatçe Nene’nin tek tek elini öptükten sonra ayrıldı evden...Hatçe Nene’nin yüreği ısınmıştı..."İyi ki, verdim evi Ali oğlana...Temiz pak teslim etti işte. Boşuna telaşlandırdı beni komşular” dedi kapıyı kilitlerken. Kocası onu terk etmişti ama o sevgisini terk etmemişti. "İnşallah" dedi, "bu diziyi seyreder de evimizi görünce beni hatırlar, geri döner".
Kocaman anahtarı kilitten çıkarırken, sanki anahtar deliğinin karanlığında bir yazı görür gibi oldu: 1. BÖLÜMÜN SONU

11 Mart 2007

"Yaşlanmak dağa tırmanmak gibidir"

İhtiyarlar Haftası geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız kutlandı. İnsan belirli bir yaşa gelince böyle bir kutlamayı da duyunca şu ihtiyarlık nasıl bir şey diye merak ediyor. Benim gibi.
92 yaşındaki bir Amerikalının e-postalarda dolaşan sözlerine takıldım bugün.
Ne diyor 92’lik Amerikalı:
" Her gün bir hediyedir ve gözlerimi açabildiğim sürece, yeni güne ve hayatım boyunca yaşadığım bütün mutlu anılarıma konsantre olacağım".

"Yaşlılık bir banka hesabı gibidir. Yaşam yolunda yatırdıklarını daha sonra çekersin”.
92’lik ihtiyar uzun yaşama sırrını da veriyor ve sağlıklı kalmak için 6 öneri getiriyor:

1- Kalbinizden nefreti atın,
2- Daha azını bekleyin,
3- Daha fazlasını verin,
4- Basit yaşayın,
5- Zihninizi endişelerden arındırın,
6- Mutluluk için bu ana noktaları hatırlayın.
Şöyle bir dolaştım internet sitelerini, önemli insanlar yaşlılık için ne demişler diye. Çarpıcı iki örneği sizlerle paylaşıyorum:

"Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler". I. Bergman

"İnsan ihtiyar olmaya karar verdiği zaman ihtiyardır". Jean Anuilh

Bu kadar yaşlılık konuşmuşken bir de şiir seçelim ve bu yaşlılık konusunu başka bir bahara bırakalım.
Şairin ismi Muzaffer Tayip:

DÖNÜŞ
Çiçek sen hâlâ
Bu kırmızı saksında mısın?
Çocuk, sen hâlâ
Bir rüya gibi uykunda mısın?

Gönül sen hâlâ
O eski şarkında mısın?
İhtiyarlamış ama
Bilmem farkında mısın?

9 Mart 2007

Yere sağlam basmanın mutluluğu

Sevgili Mete;
Her kapı çalışında senin geldiğini hissediyorum. Dün yine kapı çaldı, çığlıklarını duyduğumda içimdeki sevinci anlatamam sana.
Kapıyı açtığımızda ya o gülücüğün. Bir ömre bedel. Evin içindeki turlarımız, salondaki dönen saate bakışın, 100 yıllık guguklu saat çaldığında başını çevirip dikkatle incelemen, babanın ve amcanın odasındaki her şeye tek tek bakman, babanın ve amcanın kürekçiliğinden kalma madalyalarına, kütüphanede asılı Fenerbahçe flamasına uzun uzun bakışın, aynadaki el izlerin. Bunlar bir gün hatırlamadığın alışkanlıkların olarak kalacak.
8 Mart 2007'nin Kadınlar Günü olduğunu öğreneceksin. Ama senin için de önemli bir gün olacak. Bizim evde ayağa kalktığın ilk gün olarak. Yardım almadan, emeklemeden ayaklarının üzerinde durduğun ilk gün. Yani yere sağlam bastığın ilk gün.
Umarım tüm hayatın boyunca, kimsenin yardımı olmadan sağlam basar, ayaklarının üzerinde dimdik durursun. Başını da dik tutarak.
Deden

7 Mart 2007

Ormanlı yemeği ve torun sevgisi

1930'lu yıllardan bir fotoğraf. Hikâyemizdeki yaşlı kadın, kızı ve iki oğlu ile fotoğrafçıya poz verirken, yıllar sonra bu fotoğrafın sanal alemde tekrar ortaya çıkacağını düşünebilir miydi?
Huzursuz bir geceydi o gece. Uyuyamadı bir türlü. Dışarıdaki fırtınanın sesi gittikçe yükseliyordu. Yattı uyuyamadı. “Acaba neredeler” dedi kendi kendine. Sonra kendini avutmak için “nasıl olsa bir limana girmişlerdir” diye düşünmeye çalıştı. Rüzgarın sesi azalacak gibi değildi. Üstüne bir yeldirme geçirdi. Evdekiler dalgaların sesine, rüzgârın uğultusuna aldırmadan uyuyorlardı. Dış kapıyı yavaşça araladı. Avluya çıkınca rüzgâr yüzüne kırbaç gibi çarptı.
Denize baktı, dalgalar kudurmuş, kayalıkları dövüyordu. Denize bakarken eşini hatırladı. Genç yaşta 27 yaşında kaybetmişti eşini. İki oğlu ve bir kızı ile dul kalmıştı.
Okumamıştı. İğne vurmayı öğrendi, ebeliği de. Köyde sağlık ocağı yoktu, yıllarca da olmamıştı. Tüm köyün iğnecisi ve ebesi olmuştu. Kimi gönlünden kopanı verdi, kimi de "param yok" dedi. Kimseden para istemedi. İğnecilikten ve ebelikten ne kazandıysa onlarla çocuklarını büyüttü. Kimseye güvenmemişti. İki oğlu ortaokuldan sonra okumamış, balıkçı teknelerinde çalışmıştı.
Çocukların amcaları tekne ustasıydı. Onlara bir balıkçı teknesi yapmıştı. Artık kendi tekneleriyle balıkçılık yapıyorlardı.
Üşüdüğünü hissetti yaşlı kadın. Ama bir süre daha denizin azgın dalgalarını seyretti. Kendi kendini teselli etti; “Bu havada çocuklar bir limana sığınmışlardır” dedi ve eve girdi.
Yarı uyanık yarı uykulu bir halde sabahı etti. Tahmini doğru çıkmıştı, köye haber gelmiş, denizdeki balıkçı tekneleri İğne Ada limanına sığınmıştı.

TORUNUM ORMANLI SEVER

Rahatladı ihtiyar kadın. O zaman hatırladı kızının küçük oğlunu. Torunu lisede okuyordu . O gün köye gelecekti, yorgunluğunu, uykusuzluğunu unuttu; “Torunum ormanlı yemeğini sever, gidip malzeme toplayayım” dedi.
Ahırdan iki ineğini çıkardı, önüne kattı, dağlara doğru yavaş yavaş yol aldı. Yıllardır inek beslerdi, ineğin sütünden yağ çıkarır, ayran, yoğurt yapardı.
“Ormanlı” onun adını verdiği bir yemekti. Ormandan yenecek ne kadar ot varsa topladı.
Topladığı otlara kendi bahçesinden pazıları, domates yapraklarını ve naneleri de ekledi.
Pazıları ve diğer bitkileri ufak ufak kesti, taze naneleri de ufaladı. Bol taze soğan ayıklayıp doğradı. Mısır unu ekledi, yemeğin tuzunu yağını koydu. İyice yoğurdu bu karışımı. Karışımın içine bir miktar da tuzlu hamsi koydu.
Ocağa odunları dizdi, tutuşturdu.
Geniş toprak kabını aldı kapının arkasından. Karışımı bir güzel yaydı toprak kaba. Ateşin ortasına sacayağını yerleştirdi. Kabı da onun üstüne koydu.
Toprak kabın üstünü de sacla kapattı. Sacın üstüne de yemeğin üstünü pişirsin diye köz haline gelmiş odunları yerleştirdi. Ormanlı hem üsten hem de alttan pişecek, mücver kıvamına gelince ateşten indirecekti. Ormanlı sofraya toprak kabıyla konacak, ev halkı ekmeğini banarak aynı kaptan yiyecekti.
Evet! 27 yaşında 3 çocuğu ile dul kalan ve yalnız başına çıktığı hayat mücadelesini azmi ile kazanan ihtiyar kadın benim anneannemdi. Ormanlı yemeğini seven torun da bendim.
Dünya Kadınlar Günü nedeniyle bir güçlü KADININ hayat hikayesinden bir kesiti sizlerle paylaşmak istedim.

4 Mart 2007

Türkçemizde anlatım bozuklukları


Doğru yazalım, doğru konuşalım, dilimizi koruyalım derken bazı kurallar içinde kalmamız gerektiğini vurgulamıştım. Ben dahil hepimiz çok yanlış yapıyoruz. Bu gerçeği kabul ettikten sonra diyorum ki;

* Hiç kimse kimseye sen şöyle yazdın, ben şöyle yazdım ikazında bulunmasın.
* Amacımız tartışmak değil. Amacımız dili düzgün kullanmak.
* Bunun için kuralları hatırlayacağız, örnekler bulacağız, tüm bunları ortaya dökeceğiz.
* İsteyen faydalanacak, isteyen bildiğini okuyacak.
* Burada önemli olan Türkçemize karşı, birbirimize karşı saygıyı koruyabilmek.

Doğru yazalım, doğru konuşalım, dilimizi koruyalım etkinliğimizin ilk yazısını hazırlamak bana düştü. Türk Dil Kurumu’nun yazım kurallarına hepiniz ulaşabilirsiniz.
Ben ilk yazıda daha çok metinlerde görülen dil ve anlatım bozukluklarından örnekler vermeyi ve yaptığımız yanlışları paylaşmak istiyorum. Biraz fazla örnek vermeğe çalıştım.
Yazı uzun ve boğucu gelebilir. Lütfen bu örneklerden bir çıkış alın, ara sıra bakın. Sözlük gibi başvuru kaynağı olsun size. Tabii isteyenlere.

İlk örnekleri sözcükleri yanlış kullanma konusunda veriyorum:
( Örneklerde doğru kelimeler parantez içinde siyah yazılmıştır)


Apartmanlar birbirine çok yaklaşık (yakın) yapılmış.
Bu Türkiye’ye özel (özgü ) bir durumdur.
Adamın saçı, sakalı ve tırnakları bir hayli büyümüştü (uzamıştı)
Aldığı ekmekle peynirin ücretini (fiyatını) hesap etti.
Kaçırdığın her dersle sınıfta kalma şansını (olasılığını) artırıyorsun.
Ülkemizde etken (etkin) bir yanardağın olmadığı bilinmektedir.
Seyirci sayısının kalabalık ( çok ) olması sevindirici idi.

Bazen de aynı anlamı veren sözcükleri birlikte kullanma yanlışları yapıyoruz: İşte birkaç örnek: (Birlikte kullanılan kelimeler siyah yazılmıştır)

Bu tür yerlere ara sıra nadiren giderim.
Mine, çok kibirli ve kendini beğenmiş bir kızdı.
Toplantı karşılıklı tartışmalar yüzünden uzadıkça uzadı .
Bu yolu yaya yürüyerek üç saatte aldım.
Kütüphaneden aldığın kitabı geri iade etmedin mi?
Bu konuda ulusça ve milletçe duyarlı olmalıyız.
Onunla daha henüz konuşamadım.

Anlamca çelişen sözcükleri veya sözleri birlikte kullanma yanlışı da sıkça yaptığımız yanlışlar. Bu yanlışlara da şu örnekleri verebiliriz:( Çelişen sözcükler siyah yazılmıştır)

Masanın üzerinde tamı tamına birkaç defter vardı.
Bu gece mutlaka arayabilir bizi.
Eminim onu siz de merak ediyor olmalısınız.
Bu şımarık hareketleri mutlaka sizin de gözünüzden kaçmamıştır sanırım.
Bu sorumsuzca davranışları aile mutluluğu açısından kesinlikle yanlış olsa gerek.
Aradan aşağı yukarı tam on yıl geçmişti.

Çokça olmasa da bazı ek ve sözcükler yanlış yapıda kullanılıyor:( Yanlış kelimeler siyah yazılmıştır)

Beton yapılar çevreyi çirkinletmiş. (çirkinleştirmiş)
Sevgiden ve hoşgörürlükten (hoşgörüden) büyük erdemlik (erdem) var mı ?
Nezarette üç gün alıkoyulmuş. (alıkonmuş)
Okuduğun kitaplardan (kitapların) aynısını ben de okumuştum
Gitar çalmasını (çalmayı) öğrenemedim.
Bu görüşe şöyle karşılık verilebilinir. (verilebilir)

Bazen de sözcükleri cümlenin içinde yanlış yerde kullanıyoruz. Ben bu yanlışlığı çokça yapıyorum : (Siyah yazılanlar yeri yanlış olan kelimelerdir)

Önümüzdeki birkaç ay içinde tümüyle bu sorunu (tümüyle) çözeceğiz.
Babam, benden çok küçük kardeşimi (benden çok) seviyor.
İzinsiz öğretmenler odasına (izinsiz) girme.
Hastalar içinde ilk muayene odasına (ilk) ben alındım.
Arkadaşımla yazdığım şiirleri bir dergiye (arkadaşımla) götürdüm
Çok başım (çok) ağrıyor.
Çiçekler çok vazoda (çok) kaldıkları için solmuş.

Yardımcı eylemleri biliyorsunuz. Bunların gereksiz kullanma veya gerektiği halde kullanmama da sıkça yaptığımız yanlışlar: (Yanlış kullanılan kelimeler siyah yazılmıştır)

Bana etki ettiğini düşünüyor ( Beni etkilediğini düşünüyor)
Çok istek alan şarkıyı çalıyoruz. ( Çok istenen şarkıyı çalıyoruz)
Bu işe girmeden önce kârını zararını iyi hesap etmelisin ( hesaplamalısın)
İş için başvuruda bulunanlar... (başvuranlar...)

Cümle düzeyinde de anlatım bozukluklarıyla karşılaşıyoruz. Tekillik, çoğulluk bakımından özne – yüklem uyumsuzluğunda en çok karşılaşılan yanlışlar: (Siyah kelimeler yanlış kullanımlardır)

Oğuz, Gökçe ve Çağrı birlikte balık tutmaya gitmişti. ( gitmişlerdi)
Ahmet, Uğur ve sen kardeşçe geçinmelisin. (geçinmelisiniz)
Böyle ağır bir işi ne ben, ne sen yapabilirsin. ( yapabiliriz)
Bahçede üç kişi çalışıyorlar. ( çalışıyor)
Bazıları bugün okula gelmemişler. ( gelmemiş)
Hepsi oradaydılar. (oradaydı)
Üst kattakiler evde yoklar. ( yok)
Bana dost canlısı insanlar gerek.
Bardakların hepsi düşüp kırıldılar. (kırıldı)
Günler aslında çok hızlı geçiyorlar. ( geçiyor)

Dilimize yerleşmeye başlayan yanlış kullanımlardan iki örnek daha: (Siyah kelimeler gereksiz kullanılan kelimelerdir)

Lokantada masrafları birlikte paylaştık
Elbiseleri yurt dışına ihraç ediyorlar.

Kaynakça: DİL BİLİM I (Komisyon)
……………………………………………………………………………

Etkinliğin kurallarını tekrar hatırlatıyoruz

"Doğru yazalım, doğru konuşalım, dilimizi koruyalım" etkinliğinin kuralları şöyle:

*Her ayın 1. ve 3. pazartesi günü bir internet günlüğü sahibi ev sahibi olacak.
*Ev sahibi, dilbilgisi kuralları ile ilgili bir yazı hazırlayacak.
*Bu yazıyı, bir önceki ev sahibi yazısını yayımladığı gün Punto Amca’ya gönderecek.
*Punto Amca yazıyı uzmanımıza kontrol ettirecek, ev sahibine ulaştıracak.
*Etkinliğe katılanlar, hazırlanan logo ile etkinlik gününü ve kimin ev sahibi olacağını duyuracak.
*Günlük yazıları hazırlanırken Türkçeyi doğru, kullanmaya çalışacağız. Ev sahibiyle birlikte tazelenen bilgilerimize özellikle dikkat edileceğiz.

1 Mart 2007

Gazetecinin tapulu arazisi

Türkiye’de geçen haftanın en önemli gündem maddesi, bir gazeteci arkadaşımızın başbakanın yanağını okşamasıydı.
Günlerce tartışıldı, okşaması uygun mu değil mi ? diye. Bu konuları pek yazmak istemediğim bir gerçek ama. İşte bu ama yüzünden dayanamadım, ben de bir anımı sizlerle paylaşarak çuvaldızı kendimize batırdım.
5 ayrı gazetede çalıştım. Bu gazetelerin birinde genel yayın müdürü değişmişti. Her yeni müdür gibi o da gazetede bazı değişiklikler yapmak istiyordu. Yazarlardan rica etti, "yazılarınız çok uzun biraz kısa yazabilir misiniz" diye. Kimse bu ricaya aldırmadı, hem uzun yazıyorlardı, hem de yazılarını geç veriyorlardı. Yazılar çift sütun başlıyor, balkona çarşaf asar gibi gazetenin tepesinde ta dibine kadar iniyordu.
Yeni müdür baktı olmayacak, yazarlardan birinin yazısının altına çift sütuna gazetenin künyesini koyuverdi.
Yer yerinden oynadı, yazar küplere binmişti. Apar topar gazeteye geldi, patrondan randevu istedi.
Patronun çağırmasını beklerken bir yandan da bize dert yanıyordu. Böyle bir şey olabilir miydi ? Ben hani Karadenizlilerin saf yanı vardır ya o havada soruverdim hemen. “Ağabey ne olacak. Kısa yazarsın olur biter”. Bana bir çıkıştı ki sormayın a dostlar. “Ne demek kısa yazmak. Patronla anlaşmamız var. Burası ta dibe kadar benim tapulu malım” dedi. Şaşırmıştım ama hürmetimden “neye karşılık” sorusunu soramamıştım. Sonuç ne mi oldu. Tabii yazarın istediği oldu. Müdür de tükürdüğünü yaladı sadece.
Bizim medyada o sıralar işler böyle yürüyordu. Bugün nasıl yürüyor bilemem. Bildiğim tek şey bırakın yanak okşamak tartışmasını. Atı alan gazeteciler, Üsküdar’ı çoktan geçtiler bile.