10 Mart 2008

Tarihin en önemli tanıkları: Çınarlar

Martın ortalarına geldik. Artık ağaçlara suyun yürüdüğü zamanlar. Yavaş yavaş dallarda tomurcuklanmaylar başladı. Umarım meyve ağaçları erken bahara aldanmaz ve don olmaz.Hazır ağaçlardan söz açmışken İstanbul’un ağaç konusunda önemli bir şehir olduğunu hatırlamakta fayda var. Tarihi şehir aynı zamanda tarihi ağaçlara da sahip.Bugünün tarihine şahitlik yapan çınarlar isimsiz kahramanlar gibi aramızda. Yarın bizler olmayacağız ama onlar yine olacaklar. Yüzyıllar boyunca. Çınarların yanından geçerken bir de bu gözle bakın bu ağaçlara diyorum.
Türklerde ululuğu sembolize eden Çınar ağacı, saray kültürünün de bir ürünü. Nasıl bir çocuk doğduğunda adına kavak dikiliyorsa, sarayda her şehzadeye kendi adına bir çınar ağacı diktirildiği bilinmektedir. Kentin en eski çınarlarından birisi de Eyüp Sultan Camii iç avlusunda Eyyüb Sultan Türbesi Hacet Penceresi önündeki Akşemseddin Hazretleri'nin diktiği rivayet edilen anıt çınardır. Çınarın üstten büyük bir kısmı günümüze ulaşamamış. Fakat gövde kısmı hâlâ yaşıyor.Biz bu ağaçların ne kadarını koruduk onu bilemiyorum ama sizlerle önemli tarihi ağaçları paylaşmak istiyorum:
Yeniçeriler Çınarı(Eminönü): Bu çınar, Sultanahmet Meydanı’ndan Gülhane Parkına inen yolun başındadır.Çınarın ilginç de bir hikayesi vardır. Fatih Sultan Mehmet’in ilk sarayının bulunduğu bugünkü
Topkapı Sarayı’nda yaşayan hizmetkârlardan genç bir kız, hürriyetine kavuşmak için duvarlara tırmanıp sarayın dışına atlar.. Duvarın dışında bulunan bir kişi kızdan şüphelenir ve saraydan kaçtığını anlar. Hemen yakalar ve orada bulunan bir çınarın içine hapseder. Saraya haber verir.
Fatih Sultan Mehmet olayı öğrenince adamı huzuruna çağırır, yaptığı işin karşılığında ne istediğini sorar. Adam para istemez, çınar yakınında bir yeniçeri ocağının kurulmasını diler.
Bunun üzerine bu çınarın yanında bir yeniçeri ocağı kurulur, “Kız Bekçileri” ismi de bu ocağa verilir.
Kanlı Çınar (Vaka-i Vakvakiye):Sultanahmet Atmeydanında hemen Alman çeşmesi yanındaki bu çınara, Osmanlı tarihinde kanlı olaylara sahne olduğu için "Kanlı Çınar" deniyor. Son olarak da 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılışı sırasında öldürülen Yeniçerilerin bir kısmı bu ağacın altına getirilmiş.
“Kanlı Çınar” çınar günümüze kadar ulaşmamış.
Emirgan Çınarı (Sarıyer): İstanbul, Emirgân’da ünlü Çınaraltı Kahvesi’ne ismini veren Emirgân Çınarı’nın edebiyatımızda önemli bir yeri var. Bu çınarın altında devrin tanınmış kişileri toplanıp sohbet etmiş, çınar altı bir nevi akademi olmuş.
Büyükdere Çınarı (Sarıyer): Büyükdere’de bulunan çınarın 4000 yıllık bir geçmişi olduğu söyleniyor. Ne var ki bu çınar I. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış.Sultan II. Mahmut’un sık sık gittiği Büyükdere çayırında bu çınarın altında oturup Yeniçerilerin oynadığı Tomak oyununu seyrettiği belirtiliyor. Ayrıca devrin ünlü musiki üstatlarına da burada konserler verdirilmiş. Büyükdere Çınarı bir söylentiye göre üzerine düşen yıldırımdan, bir başka söylentiye göre de içerisinde yapılan kahve ocağının tutuşması sonucu yanmış.
ANTİSEPTİK YANI VAR
Platanaceae familyasından olan Çınar, yapraklı ağaçlar sınıfına giriyor. Odunu kullanışlı olduğu için de çok aranan ağaçlardan. Kendi kendine kolayca yetişir ve gelişir. Ulu ve yaşlı çınarlara daha çok İstanbul, Bursa gibi yörelerde rastlanmaktadır. Batı çınarı ve Doğu çınarı gibi çeşitleri vardır.
Çınarlar hızla büyüyen ağaçlardır. Uzun ömürlüdürler. Yaşlı çınarların içleri çürüse bile yaşamlarını sürdürürler.
Çınarın tanen denen kabukları kabız yapıcı ve ateş düşürücü olarak içten, antiseptik olarak dışarıdan kullanılır.
Kaynak: Kenthaber Kültür Kurulu

6 Mart 2008

Grip ve nezleye karşı şifalı bitkiler!...

Kelaynak, Suzan Abla ve Muharrem Kaptan’dan sonra Punto ailesine bir dostumuz daha katılıyor; Eczacı Nuran.
Eczacı Nuran’ın ilgi alanı şifalı bitkiler ve bu bitkilerin iyileştirdiği hastalıklar. Dostumuz Eczacı Nuran zaman zaman sizlerle bitkilerden çıkan şifayı paylaşacak.
İşte Eczacı Nuran’ın ilk tanışma yazısı:
Biliyorsunuz bitkisel şifacılık yüzyıllardır var olan bir gerçek. Bu konuda bir çok araştırma var. Ben sizlerle elimdeki önemli bir kaynaktan alıntılar yaparak bitkilerle tedavi konusunu paylaşacağım. Elimdeki kaynak Dr. James A. Duke’nin “Yeşil Eczane” kitabı. Pegasus Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiş.
İlk yazımı hepimizin sıkça yaşadığı nezle ve gribe ayırdım.
Büyük düzlüklerde yüzyıllar boyu yaşamış, Amerikan Kızılderilileri nezle ve gripten korunmak için EKİNEZYA kökü çiğnemişler ya da bu kökten yaptıkları çayları içmişler.
Araştırmalara göre ekinezya insan vücudundaki bağışıklık sisteminin virüs ve bakterilere karşı savaşma mekanizmalarını harekete geçirmekten sorumlu olan properdin adlı kimyasalın düzeyini artırır.
Ekinezya mucizevi bir ilaç değil tabii. Bağışıklık sistemini güçlendirdiği bir gerçek. Uzmanlar sürekli ekinezya alınması yerine soğuk algınlığının başlangıcında alınmasının daha yararlı olacağını belirtiyorlar.
Soğuk algınlığına iyi gelen bir diğer bitki de SARIMSAK. Sarımsak önemli bir antibiyotik olan alisin içerir. Soğan da sarımsak gibi soğuk algınlığına karşı önemli bir bitkidir.
Birkaç yemek kaşığı ince doğranmış taze ZENCEFİL kökünün üzerine 250 ml. Kadar kaynar su dökün. İşte size soğuk algınlığı virüslerine karşı savaşacak kimyasalları içeren bir çay.
Kiraz çayı da soğuk algınlığında kullanılıyor.
C vitamini içeren tüm bitkilerin soğuk algınlığına iyi geldiğini biliyorsunuzdur.
ANASON balgam söktürür, MEYANKÖKÜ de faydalıdır.
HATMİ ÇİÇEĞİ soğuk algınlığına bağlı öksürük, boğaz ağrısı ve diğer solunum yolları hastalıklarında rahatlatıcıdır.
Bilmem biliyor musunuz? SÖĞÜT KABUĞU bitkisel aspirindir. İçerdiği salisin adlı kimyasal aspirinle eş değerdedir.
...................................................................
Bunları biliyor musunuz?
İslam bilgini İbn-i Sina tıp dünyasına damgasını vuran bir bilim adamıydı. 980-1063 yılları arasında yaşayan İbn-i Sina’ya göre, vücut salgılarının doğal işleyişini bozan düzensizlikler on beş çeşit ağrıya yol açıyordu.
Kaynak: Ulagay takvimi

...............................................................
KAMA

DÖN İLE DON!...
Asker neden erken DÖNDÜ! Kim emir verdi?
Ayak sesleri aynı hedefe gitmiyor mu? Rap… Rap.. Rap… DÖNNNNNN!
TÜRBAN daha ne kadar bölecek?. Parçalayacak… Zapsu açıktan DONSUZ!
Aslında densiz... Gizlide çulu var pulu var… Nükleer ihalede gözü var… Parmağı bal…
Kimse görmedi.. Ülkemde geçim sıkıntısı çeken 50 milyon aile var. Asla gündeme gelmedi… Sahnedeki şenlikte iki nokta eksik…Şaşkına dönmedik mi, DÖN İLE DON arasında…

5 Mart 2008

Beyinler… Beyinsizler!

İrem Barutçu dün bana bir not geçmiş… ILICAK’ lar hakkında yazarken BULVAR gazetesini, Tercüman-Bulvar çekişmesini soruyordu…
Ona Tercüman terbiyesini anlatırken beyin yapısının öne çıktığını, basit fikirleri aşamadığımız noktalarda sıkıntı çekip haksızlığa uğradığımızı yazmıştım.
PUNTO’ da okuduğunuz baskı ustası olayı, başka meyvelerin içinden çıkan başka resimleri de görmezden geldiğimizi hatırlıyorum… Gene de bırakın kadına benzer meyveleri Kuran Fasikülleri dağıtırken bile, peşin hükümlerin yarattığı adaletsizliği yazmıştım…
İnsanları aynı kalıba dökme gayreti sadece çıplak kadın resmine bağlanamaz… Bakış açısını ve
bize verilen peşin öğretiyi görmezden gelmek tehlikeli oluyor… El zinası nedir?
Kadın elini uzatıyor, karşı taraf sıkmıyor.. Gözlerini çok ayıp olmuş gibi kaçırıyor.. Hele göz zinası? Kadına bakamıyor? Bakınca neden fena oluyor acaba? Zihni neyi canlandırıyor? Kim bana çıkıp anlatabilecek ne kadar doğru ve ulvi olduğunu bu düşüncenin, böyle davranmanın?…
……….
Beyinlerde yerleştirilen ön yargı “BUNLAR DİNE SAYGI DUYMUYOR” imam fetvası gazete kağıdına bastığımız Türkçe açıklamalı Kuran Fasikülleri yüzünden protesto edilmemize yol açmıştı… Kadına benzer bitkiler veya sadece kadın resmi ile sınırlı değil bu baskı… İç içe iki şey var iyice irdelenmeyen… Cinsel öğreti üzerindeki karanlık… Karanlık içindeki cinsel dürtüler!
Kemal Ilıcak böyle bir tepkiyi düşünemiyor ve beklemiyordu!.. Öyle ya, Tercüman ve grubu tescilli dindardı… Dine saygılarında kusur aramak olmazdı!. “Nasıl oluyor diye araştırmıştı.. Bana gelen cevap şöyleydi..
Gazeteler paketleniyor, kamyonlara konurken yerlere atılıyordu… (Kamyon kasasına konuyor ya!…) Gazete dağıtımı sırasında da dağıtıcı ekleri ve gazeteyi yerlere koyup yeniden paketliyordu… Reaksiyonun anlatımı “Kuran'ı yerlerde sürüklüyorlar” şekline döndü..
Zihnimde kalan bir konuşma idi. Çünkü bu promosyona karşı çıkmıştım… Ne gazetelerin, ne de siyasetçilerin bu tür promosyonlara girmemeleri fikrini hâlâ koruyorum… Ama beni kendi konumumda koruyacak kimse kalmadı!
Hemen her kesimin, dini rahat bırakmaları, kul ile Allah arasına girmemelerini istedim. Ama hep tersi yapıla geldi… Bu da her zaman beni korkuttu… Kim dindar kim değil, kim cennetlik kim cehenneme gider. BİLEN OLABİLİR Mİ? Kime ne, soran olabilir mi?
Benin canım sütlü baklava yemek ve günah işlemek istiyor diyebilir miyim?
Onlar bunu kesin biliyorlar gibi davranmıyorlar mı? Cennetlik cehennemlik denmiyor mu? Siz alışkın mısınız? Ben hep ürktüm… Gazete yaparken her zaman korkuyordum!
Hâlâ zihinlerin yıkanması ve öğreti gözden kaçıyor… Türban olayında da bu yok mu?
Kimse 18 yaşını geçmişlerin (kızların) giyim özgürlüğünü tartışmıyor… Onların ısrarla karşı taraf söylemi de gözden kaçar hale geldi… Hele her zaman biraz dikkatli bakılırsa grubun etrafında var olan bir grup destekçi koruyucu erkek kalabalığı için ne demelisiniz?
Din üzerinden gerçekleşen zihin işgali, özgür düşünebilen bireylerin daraltılan ufuklarından bahseden yok!
18 yaş, yaş bir varsayım!… Daha 5 yaşında eğitilen bir beyin neye, nasıl özgürce karar verecek! 18 yaşındakinin kıyafet özgürlüğüdür bu diyenler samimi mi?
Dini kul ile Allah arasında… İnanç kulun sahip olduğu en kutsal duygudur… Bunu etrafa yaymamalısınız. O zaman başkalarının inancı ile karşı karşıya kalmıyor musunuz? Beyinler üzerine konuşanların bana göre bazı gerçekleri görmezden gelen beyinsizlikleri konuşulmağa başlanmalı…

4 Mart 2008

Baskı ustasından "havuç" resmine sansür!...

“Gazetelerinizin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz, affedersiniz ilavelerinde her şey tamamen ortada, ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı?”
Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına ait.
“Çırılçıplak kadın resimleri basıyorsunuz”.
Şöyle bir düşündüm. Bana bir yerden tanıdık geliyordu bu düşünce tarzı ama nereden?
Sonunda buldum neyi hatırladığımı.
Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim, büyük bir gazetenin içinde farklı kulvarda bir gazete çıkarıyorduk. Tercüman’ın içinde Bulvar Gazetesi’ni. Hemen hatırlatayım bugün yayımlanan Bulvar ile bir ilgisi yoktu o gün yayımlanan gazetenin.
Gazeteyi ilk yıllarında Topkapı’daki Tercüman tesislerinde hazırlıyorduk. Hani Bakırköy’e giderken solda kalan ve bugün Akbank’ın olan bina da.
Çalışma yerimiz bir koridordaydı. Koridorun bir yanı dışarıya, diğer yanı da binanın ortasına bakıyordu. Binanın ortasında baskı makineleri vardı. Camdan baskıyı görebiliyorduk.
Sakin bir gündü o gün. Gazeteyi hazırladık baskıyı bekliyoruz. Bir yandan da camdan gazetenin dönüp dönmediğini izliyoruz. Zaman kıymetli zira. Gazete döner dönmez bir yanlış var mı diye kontrol edeceğiz ve baskı dönmeye başlayacak.
Gazete şöyle bir döndü ve durdu. Baskı ustası elinde gazeteyi ikiye açıp bize bir şeyler işaret etti. "Sanırım önemli bir yanlışlık var" diye gazeteyi almak için fırladım.
Baskı ustasının yanına geldim. "Ben bu gazeteyi basmam" dedi. Şaşırmıştım. "Neden" diye sordum. "Herhalde çıplak resim var diye basmıyor" dedim kendi kendime. Bir yandan da düşünüyorum, gazetede pek öyle çıplak resim de yoktu o gün.
Baskı ustası iki eliyle gazeteyi açıp baktığı için "basmam" dediği fotoğrafı, burnu ile gösterdi. Merakla fotoğrafa baktım. Donakalmıştım.
Fotoğrafta bir havuç vardı. Fotoğraf yabancı ajanslardan gelmişti. Havuç "çıplak bir kadın siluetini" andırıyordu. Biz de fotoğrafı ilginç bulmuş, gazeteye koymuştuk.
Tabii dinlemedik baskı ustasını.
Bu “bireysel bakış açısının” üzerinde o zamanlar pek durmamıştık.
Bugünden o güne bakıp, neler düşündüğünüzü sizlere bırakıyorum.

2 Mart 2008

Venüs gezegeni ile nasıl çarpıştık?

1972 sezonunda kalkancılık yaparken başımızdan geçen iki traji komik olayı sizlerle paylaşmak istedim;
Yine bir devir daim sonrası ağları kurduk, Boğaz’a doğru yol alıyorduk. (devir daim, bütün kalkan balığı takımlarını çekip yeniden kurmak-sermek).
Dümen vardiyası bendeydi. Yanımda da Kısırkayalı Selahattin vardı. Herkes yorgunluktan bitap düşmüş bir halde yatıyordu. Boğaz’a doğru gelirken Malatra açıklarında uzaktan bir ışık gördüm, deniz seviyesiyle birdi, gittikçe yaklaşıyor gibi görünüyordu. Işık sanki üzerimize geliyordu. Selahattin’e dışarı çıkıp bakmasını söyledim. O sırada kuzenim Zeki’de uyanmış, dışarı çıkmıştı. İkisi beraber baş üstüne çıkmış ışığa bakıyor ve ne olduğu hakkında fikir yürütüyorduk.
Zeki, sahil güvenlik botu olabileceğini, zira botun tanınmamak için seyir fenerlerini yakmadığını, sadece beyaz bir ışık yaktığını söylüyordu. Biz böyle konuşup fikir yürütürken, Zeki birden bire “Muharrem dön. Bindiriyor bize” diye bağırdı.
Dümeni alabandaya bastım, 90 derece kadar dönüp viyaladım. Birkaç dakika sonra gidip makineyi boşa aldım. O şekilde biraz bekledik.
Bu arada ışık da ufuktan bayağı yükselmişti. Meğerse kaçtığımız ışık Venüs’müş. Biz az daha Venüs gezegeniyle çarpışacaktık!...
Üç gün üç gece hiç uyumadan çalışmanın verdiği yorgunluk gözlerimizi bile isyan ettirmişti.

KAMARA KAPISINA SIKIŞINCA!....
İkinci anlatacağım olay ise anlattığım olaydan bir yıl önce olmuştu.
Yine bir devir daim sonrası Boğaz’a geliyorduk. Yine ben dümendeydim. Saat 23.00 sıralarıydı. Rahmetli babam birden “eyvah bindirdi bize” diye bağırarak yattığı ranzadan fırladı. Amcam da o bağırmayla ranzasından fırlayınca ikisi birden kamaranın çıkış kapısına göbek göbeğe sıkıştılar, ne biri geçebiliyordu ne öteki. Dümende bendim ve herhangi bir tehlikeli durum da yoktu. Bunu onlara anlatmaya çalışıyordum ama o panikle beni duymuyorlardı bile. Bu bağırtıyla arka kamaradakiler de uyandılar. Dağ adamı Hüseyin en alt ranzada yatıyordu, oradan çıkarken üst ranzadan atlayan Seyfi onun göğsüne bastı. Hüseyin bir an baygınlık geçirdi.
Ben makineyi boşa alıp onları yatıştırmaya çalışıyordum. Bu arada Zeki de teknenin her tarafını dolaşmış kontrol etmişti bile. Ortalık biraz durulunca işin aslını anladık. Babam rüyasında, bir geminin bize çarptığını görmüş ve bağırmış.
Daha sonra onların kapıya sıkıştıkları anı hatırladıkça o olaydan bize miras kahkahalarla gülmek kalmıştı.
Siz siz olun, uykusuz, yorgun yorgun araç kullanmayın, kullananı da önleyin.
..................................................
KAMA

Akıl tutulması!...

Çok kez aşmakla, şaşmak arasında sıkışıp kalıyoruz…Hak etmiyoruz ki…
Kaos’un, şüphenin, nefretin, ayrımcılığın, menfaatin her şeyi boğduğu bir AKIL KARANLIĞI var? Seyrettiğimiz sahne hainlik, alaca karanlıktaki özgürlük feryadı ihanet..!
Görme diyorlar…Göremiyoruz ki! Kandil’de aradığımızın Meclis’i seçtiğini!…
İmkansız denen bir dönemde dondurucu bir soğukta sarp kayalara yaslanıp elde silah ölüme doğru beklemek neymiş? Anlama…Anlatma…Parlayan VATAN ışığını görme…KÜÇÜMSE! Uyan ey gönlüm uyan .
Çekilmiyor bu kargaşanın, bu akıl tutulmasının alaca karanlığı!
Oysa sevginin ufkunda güneş bizi bekliyor....
YK

29 Şubat 2008

Eğitim konusunda okunması gereken metot!...

Sevgili Esra(archisugar ) çok güzel bir yazı dizisine başladı. Özellikle küçük çocukları olan anne ve babaları ilgilendiren bir eğitim sistemini tanıtıyor. Montessori Metodu'nu. Hem de fotoğraflarla birlikte. Sevgili Esra (archisugar) diziye başlarken şöyle diyor:
"Bir süredir bu konuya odaklanmış durumdayım. Birçok eğitim sistemini araştırdım ancak en aklıma yatan Montessori Metodu oldu. Kardeşim ve ben de hem annem tarafindan evde hem de ana okulunda bu metodla büyüdük. Dolayısıyla geçmiş yıllardan da olsa bana tanıdık bir metod. Blogumda, baska anne babaların da ilgisini çekeceğini düsündüğüm için, bu konu ile ilgili bir yazı dizisi yazacağım".
Montessori Metodu'nu merak ediyorsanız lütfen archisugar'ı ziyaret edin derim.

26 Şubat 2008

Bir şeyler yapmalıyız. Bir şeyler!...

Çevre konusuyla ilk tanışmam Rumelifeneri’nde oldu. Çocukluğumda köyün en güzel yerine, hani haritadaki Boğaz’ı Karadeniz’e bağlayan köşeye, çöp dökülüyordu. Evet! Yanlış yazmadım , köy halkı çöplerini o tepeden aşağı döküyordu. Büyük fırtınalarda deniz o çöpleri alıp bir başka yerlere götürüyordu. Ama nerelere? Kimin umurundaydı ki nereye gittiği?
Çocukluk aklı, akıl erdirememiştim buna. Ama lise çağlarındayken buraya çöp dökülür mü? Dedim durdum kendi kendime. O kadar.
Yıllar sonra köy belediyeye bağlanıp çöp arabaları devreye girince o tepe de çöplük olmaktan kurtulmuştu.
Bu anımı neden hatırladım?
Ediz Hun ne diyor? "Uyanık olun".
Biraz düşününce gerçekten uyuduğumuzu fark ettim; İşte size basit bir örnek;
Boğaz’ın her iki yakasında her gün yüzlerce amatör balıkçı balık avlar. Oltalarının ucunda kurşun vardır. Misinayı dibe indirmek için.
Her gün en az 30’a yakın olta dibe takılır, kurşun kopar, denizin dibinde kalır.
Kurşun en acımasız zehir. Erimez. Yıllarca diplerde zehir saçar.
Şöyle bir hesap yapalım: Günde 100 gramlıktan 30 kurşun. (Bu hesabın içinde sandaldan balık avlayan ve kurşunlarını kestirenler yok). Ne eder? 3 kilo. Ayda ne eder? 90 kilo. Yılda; 1080 Kilo. YANİ 1 TON.
10 yılda 10 ton. Aman Allahım. Hesaba bakın, hesaba.
Gerçekten milletçe çevre konusunda o kadar uyuduğumuz konular var ki…
Ne yapmalı? Bir şeyler yapmalı. Bir şeyler!...
..............................................
KAMA

Prrr…Offffff ..Söri!
Bir of çeksek karşıki Üniversiteler yıkılacak gibi…Türbanlı kızımız “karşı taraf beni okula almadı işte..Oysa kanun çıkmıştı” diyor…Gözünüz aydın…İlk çatışma haberi Samsun’dan… YÖK saydıklarımız, hukuku YOK sayıyor. Şaşkınlık profesörlerin ak ile beyaz arasındaki kararları…Biri ak derken, diğeri kara diyebiliyor…Görüntü çirkinliği ve soğukluk için Prrrrr, verdiği sıkıntı için offffff. Bizi asla doğru şekilde bilgilendirmedikleri için de söriiii mi desek…Profesörün başka bir anlamı kaldı mı?

24 Şubat 2008

Çevre için uyanık olun!…

Uyaran Deniz biyologu dünün sinema yıldızı Ediz Hun…Hun, Almanca Norveççe ve İngilizce biliyor…Norveç’te üniversite tahsilini deniz biyologu olarak tamamlamış.. Doğa düşkünü…Bazı ilklere de imza atmış…Dünyada ilk kez doğal ortamın dışında İguana yetiştirmiş…3000 çeşit kaktüs koleksiyonu, Avrupa’da sayılı koleksiyonlar arasına girmiş..
Ve Ediz Hun hemen her zaman ve her yerde ÇEVRE’yi konuşmaktan çevre için uyanık olun demekten yılmıyor…Geçe hafta içinde İstanbul Ticaret Odası’nda da “Küresel Isınma ve Çevre” konusunda konferansı vardı….Hava koşulları katılımı etkilemişti ..Beklenenden az da olsa katılımcılar konuşmayı ilgi ile dinlediler.
Ediz Hun çok sık olarak UYANIK OLUN uyarısı yaptı…"Nehirleri kirletemeyiz" dedi…Dünyanın en tehlikeli nükleer santralleri "ERMENİSTAN ve BULGARİSTAN' da" dedi.Yani "burnumuzun dibinde" dedi.."Su giderek azalıyor" dedi…"Enerji için rüzgar boşa esiyor..Güneş boşa kızartıyor..Uyanık olmalıyız" dedi."Yararlanalım" dedi…Bir ara “sesim geliyor mu?…Beni duymayan var mı?” diye ikaz da etti…
Doğadaki tüm canlılarla arasının iyi olduğunu açıklayıp ekledi:
“Benim doğada korkup yaklaşamayacağım tutamayacağım hiçbir canlı yoktur.Hepsini tutabilirim.Hiçbirinden korkmam..Sadece korktuğum tek canlı vardır. O da insandır”.
Sona doğru da ekledi:"Uyanık davranamaz isek gelecek kuşaklara temiz bir çevre bırakamayız"dedi…Salonun boş köşesinde gözünü açmak için alkışların da yetersiz kaldığı biri vardı…Horlamıyordu ama çok tatlı bir uykuyu her şeye rağmen sürdürüyordu…
Birden ülkemi düşündüm….Çevre denince Milletçe ne yapıyorsunuz dersiniz?..
Henüz horlamıyoruz ama tatlı uykumuz sürmüyor mu?
...................................................
GAZLAR VE ISINMA…

Çevreye dair bir iki ek daha yaparsam konu daha iyi anlaşılacak..
Jeolojik tarih olarak incelendiğinde, dünya ikliminin sıcak ve soğuk dönemlerden geçtiği biliniyor… Bugün bilmemiz gereken tehlike özellikle son 50 yıldır insan eliyle yaratılan tehlikedir.. Dünyadaki bu hassas dengeyi ne bozuyor?
Kıtaların hareketi, kutup bölgelerindeki buzulların diğer bölgelere oranla ışığı daha fazla miktarda atmosfere yansıtıp havayı soğutmaları, okyanuslardaki karbon döngüsü iklim değişikliğine sebep olmaktadır..İklim bu dengenin dengeli olmasına bağlı …
Atmosfer nitrojen ve oksijen gibi gazlardan başka limonluk (sera etkisi yapan) karbondioksit ve metan gibi gazları da barındırıyor..
Bunlar da aldıkları güneş ışınlarını geçirirler ama dünyadan yansıyarak gelenlerin ışınların bir kısmını tutarlar…Ve bu, içinde güneş ışığı saklı kalan hava yeryüzüne yakın olan yerlerde kendini ısınma olarak gösterir…Sera etkisi yapan gazlarla ısınma arasındaki ilişki bu noktadır…
Unutulmasın ki son YARIM MİLYON YILDA, havamızda toplanan karbondioksit miktarı görülen ve ölçülen en yüksek seviyeye gelmiştir..
Henüz çaresizlik kapımızı çalmamıştır…Ama eli tokmağa yakındır…Uyanık olmak alternatif enerji konusuna dikkat etmek gerekiyor..Bunu yapabilmek içinde her halde öncelikle uykudan uyanmamız şart..
......................................
KAMA

TAYYKOZY!
Fransa Cunhurbaşkanı ile Türkiye Başbakanının ayni tarladan yetiştikleri ortaya çıktı..
Biri, tarlada kalan narenciyesi için “ anamız ağladı” deyince "al ananı da git" cevabını almıştı.
Elini uzatan Sarkozy’e Fransa’da çiftçi “Yooo!.. dokunma bana” demiş ve derhal cevabını almış! “çek arabanı dilgil”. Olay benzer ama sonuçlar farklı…
Bizde Mersinli çiftçiyi polis yakaladı, hırpaladı. Fransız da ise çiftçi internette şöhreti yakaladı..
..........................................
KAMA!

GÜL KURUSU!
Cumhurbaşkanı GÜL’ün türban kararını ONAYLAMASI haber olmamalıydı!… Köpeğin insanı ısırması gibi!… Onaylamayıp geri yollayabilse işte bu o zaman haberdi…
Sayın GÜL (Dikeni ile de olsa GÜL olarak seçildi ya) aynı anda Silahlı Kuvvetlerin de başkomutanı… Başkomutanın askerleri savaşıyor.. Kan veriyor, can veriyor… Başkomutan bunu fırsat sayıp gözden kaçmasını istediği bir kararı o arada şıp şak imzalıyor… Peki bu iş dikkatten kaçıyor mu?. Şimdi güvenirliliği, tarafsızlığı, her kesimin Cumhurbaşkanı olduğu iddiası ne oldu? Köşk renk vermiyor ama soru soranlar şunu daha iyi biliyorlar. Aranan renk tertemiz, bembeyaz değil!.. Gül kurusu…

23 Şubat 2008

Senaryoyu yarılamıştım!…

Ninem der demez Muharrem’den babaannem diye cevap geliyor…Aile özelliklerini fazlaca konuşmak bana böbürleniyor muyuz endişesi veriyor…Ama yazılanları okuyanlar için bir parça açmam gerek…Aslında mini mini sızdırtıyoruz bu sırları!
Ninem (Muharremin babaannesi) inanılmaz faal bir kadındı…Köyün lokman hekimi idi…Düğünlerin değişmez ahçısı …Her düğün kurulduğunda ninemin zerdesini kazan başında patlayıncaya kadar yerdim..Ninem ayrıca köydeki pek çok çocuğun da ebesi!
………
Öncelikle torunları onun için dünyanın en kıymetlisi olmuştu…Ben öğretmen çocuğu olarak bir dönem bu sıcaklığı yaşadım…Onlar hayatta kaldığı süre diğer yeğenlerim, dayılarımın çocukları, kızları, oğulları doya doya bu sevgiden beslenebildiler. Belli etmemeğe gayret etsem de onlara olan derin bağım ve gösterişsiz sevgim, ninemin kokusunu taşır..Bundandır…Küçük dayımın titreyen sesi, büyük dayımın her zaman rüyalarıma giren gülen yüzü, özlediğim sıcak bakışları en karanlık günümde bile hala bana moral verebiliyor!
………….
Bu yakın zaman tablosu…
Savruluş içinde gerçek dramlar var…Dayılarımdan çok babam aile geçmişi ile ilgilenirdi. Babam o günlerde Kenan Evren ile seyahate çıkacağımı öğrenir öğrenmez Kahire’ye gidince mutlaka ara demişti…İngilizce yazışılıyordu…Ben seyahatin boş günü olan son gün onları aramayı planlamıştım…Oysa onlar televizyonda Türkiye Cumhurbaşkanı geldi haberini alır almaz harekete geçmişler.. Beni ikinci gün otel kapısında mihmandar karşıladı…Yeğenim Yusuf’un ikizi diyebileceğim birini gösterere "burada sizin adınızı veren ve akrabanız olduğunu söyleyen biri var…Görüşür müsünüz" dedi.
Genç adama dönüp "merhaba" der demez heyecan içinde bana sarıldı…Onunla evlerine gelmemi istiyordu..Ayrılmam mümkün değildi zira 30 dakika sonra başkanlık sarayında toplantı vardı…Akşam için sözleştik..Öyle üzülmüştü ki…Anlatamam…
………….
Gece beni çok kalabalık bir grup karşıladı…Nerede ise Kahire’deki tüm akrabalar toplanmıştı…İçlerinden biri İtalya’da çalışan mühendis idi..O babama yazıyordu…İtalya dönüşü uğrayacağını da söylemişti…Hayat şartları zordu…Ev bulmak keza…Çok eski ve büyük bir binanın son katlarından birinde oturuyorlardı… Benden hiç aklınıza gelmeyen bir şey istediler…"Sizin şarkılarınızdan birini dinlemek isteriz" dediler…Hemen biri klavyenin başına geçti…Yabancı bir melodi değildi ama çıkaramadım…Hayretle yüzlerine bakmış olacağım ki, açıkladılar…
"Bu dedemizin bir köşeye çekilip mırıldandığı türkü idi" dediler…
Türkü tanınacak gibi değildi…Ter basmıştı…Aklıma gelmiyordu doğru melodi… Bir yığın soru geldi.. Ama aklım türküye takılıp kalmıştı…Sonunda hızla klavyeye geçtim..Bir iki derken birden melodi çıkageldi.."Çayeli’nden öteye" diye başladım..Sanırım klavyenin ses kaydeden bir sistemi de vardı..Türküyü dinleyenler daha doğrusu büyükler ağlamağa başladılar..Bu o melodi diye..
…………
Biraz müzikal olsun diye ekledim….
Köydeki tahta kütüphanede kalın bir defter vardı…İçinde yarıya kadar getirdiğim ALİ DEDENİN kanlı gömlek hikayesi…Öldüğüne inanılsın diye gömleğini elini kesip kana bulayarak Rize’ye yollamıştı! İşte kanlı gömleği…Ölüm haberi..Ayrıca defterde Kurtuluş savaşının Arabacılar kahyası Anadolu’ya silah kaçırma olayları da vardı…
Nasıl oldu bilmiyorum…O defteri bir şekilde Çapari defteri yapmışız!…Yazdıklarımı bulamadım ama bu kayboluş, defteri kaybetmem, unutmama yetmedi!
……

22 Şubat 2008

Mısır’dan gelen "sürpriz" yakın akraba!...

Rahmetli babam Mısır'da akrabalarımız olduğunu söylerdi. Zamanla bu akrabaların izini buldu. Onlarla mektuplaştı. Muhittin Bey'i İstanbul'a davet ettiler. Babamın sevincini görmeliydiniz. Gazeteye de geldiler. Sarıldık, öpüştük.
Bu hikayeyi hep yazmak istiyordum ama detayları bir araya getiremiyordum. Sağolsun Muharrem Kaptan, savaşın dağıttığı aile dramını bir güzel kaleme dökmüş. Ben de bu yazıya ziyaret sırasında çektiğim akrabamızın fotoğrafını ilave ettim.
İşte Muharrem Kaptan'ın kaleminden Ali dedenin "hazin" hikayesi:
Babaannemin dedesi “Ali dede” harbe gitmiş, o yıllarda Osmanlı bir çok cephede savaşıyormuş. Ali dede de en son Mısır taraflarında savaşmış. Köyüne Ali dedenin şehit olduğu haberi gelmiş.
Ailenin büyükleri, dul kalan eşini çocuğuyla perişan olmasın diye kardeşi Hacı Sofi dedeyle evlendirmişler. Ali dedenin tek çocuğu varmış; babaannemin babası İsmail dede.
Aslında Ali dede şehit olmamış, esir düşmüş. Savaştan sonra esirler serbest bırakılmış. Ali dede memleketi Rize’ye gitmeden önce İstanbul’a gelmiş ve Rizelilerin gittiği bir kahveye uğrayıp kendisini “ben Ali Giritlioğlu’nun asker arkadaşıyım. Ondan haber alamadım. Tanıyan varsa bana bilgi versin” demiş. Giritlioğullarını tanıyan biri, Ali’nin şehit düştüğünü, eşinin de kardeşiyle evlendirildiğini söylemiş.
Ali dede bu bilgiyi başka yerlerden de doğrulatmış ve Rize’ye gitmeden, sağ olduğunu da haber vermeden tekrar Mısır’a dönmüş.
Mısır valisi Mehmet Ali paşaya müracaat ederek 1885 yılında Mısır’a yerleşme müsaadesi almış.
(Bu belgeyi 1985 yılında Türkiye’ye gelen Ali dedenin torunu, İsmail ’in oğlu, Muhittin Bey getirmişti ve bize göstermişti) .
Ali dede Mısır’da bir Türk hanımla evlenmiş ve ilk çocuğu erkek olmuş, ona da Türkiye’de bıraktığı oğlu İsmail’in adını vermiş. Yani iki oğluna da İsmail adını koymuş.
Mısır’da işlerini düzeltip normal düzene geçince Rize’ deki oğlu İsmail’e bir mektup yazmış, olayları anlatmış ve onu Mısır’a davet etmiş.
İsmail dede Mısır’a gidip babasını bulmuş ve orada epeyce kalmış.
Baba-oğul İsmail dedenin Rize’deki babasına ait malları satıp Mısır’a dönmesine karar vermişler. İsmail dede Türkiye’ye dönmüş . O zamanlar ulaşım tabiî ki uzun sürüyormuş. Onun Rize’ye gelişinden çok kısa bir zaman sonra Kafkas cephesinde savaş başlamış, İsmail dede de askere alınmış ve orada esir düşmüş.
Dağıstan’da bir köyde tutuluyormuş. Amcası Hacı Sofi’ nin öğrettiği dini bilgiler sayesinde o köyün hocası olmuş. Taş ustası olduğu için de o köyde kesme taştan bir çeşme yapmış.
(1900’lerin ikinci yarısında o çeşmenin hala durduğu bilgisini aldık).
Tabii bu olaylardan sonra İsmail dedenin Mısır’a gidişi gerçekleşmemiş. Esaretten geldikten sonra evlenmiş, 1900 yılında babaannem doğmuş.
Osmanlının devam eden savaşları, arkasından 1.dünya savaşı , Kurtuluş savaşı, Rusların Doğu Karadeniz’i işgali gibi olaylar Mısır’la bağlantıyı koparmış.
Mısır’daki Ali dededen sonraki nesil de zaten Türkçe bilmiyormuş.
Daha sonra Ahmet Muhtar diye bir kişi Şevki dayıma bir mektup yazmış ve Mısır’da amca çocuklarının olduğunu bildirmiş.
( Ahmet Muhtar, Mısır’daki İsmail' in oğlu Muhittin beyin kayınpederi.)

Ahmet Muhtar, aslen İzmirli ve konsoloslukta görevli bir Türk ve onun kızı Suzan hanım Muhittin beyle evli. Daha sonra Mehmet Ali amca da Muhittin beyle yazışmaya başlamış. 1980’li yılların başlarında Arslan amca, sendika görevlisi olarak Kahire’ye gittiğinde Ahmet Muhtar’ı ve Muhittin beyi bulmuş çok sevinmişler ve mutlu olmuşlar. Muhittin bey onu, kardeşleri ve ablalarıyla tanıştırmış. Arslan amca onları Türkiye’ye davet etmiş. 1985 yılında Muhittin bey, Suzan hanım ve kızları Cihan’la Türkiye’ye geldiler. İstanbul’u, Rize yi ve daha birçok yeri gezdiler. Bu arada onlarla ilgilenen ve gezdiren Fehmi Girit’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Rumelifeneri’ne babamı ziyarete de geldiler. Babam o zaman hastalığının son dönemlerindeydi. Bu görüşmeden çok mutlu olmuştu.Daha sonra devamlı mektup ve kart gönderip haberleştik.1991’de Kahire’de bir deprem oldu, ondan sonra ne kadar yazdıysam cevap alamadım. 2006 yılında Meryem ablam bir mektup yazdırıp yine aynı adrese göndermiş ve cevap almış. Aynı zamanda telefon numarası da vermişler. Ben birkaç kez aradım ama ulaşamadım, sonradan araştırdım, ülke kodunu yanlış girmişim. Bize gelen resimlerde Muhittin beyin iki oğlu, bir kızı ve eşiyle çektirdiği fotoğraflar vardı.. İşte Mısır’daki akrabalarımızla ilgili hikaye . Sonuçta iki kardeşin çocuklarının devamı olarak bizler yakın akrabalarımızı tanımadan sadece varlıklarını bilerek yaşıyoruz. Anadolu da bizim ailenin hikayesi gibi kimbilir ne hikayeler vardır. (Kafanız karıştı biliyorum. Sözün kısası Ali dede babaannemin dedesi, Mısır’daki İsmail dede Babaannemin amcası, bizleri ziyarete gelen Muhittin bey de amcasının oğlu oluyor. Bu blogda zaman zaman yazan Keyaynak da bir Mısır gezisinde Muhittin beyi ziyaret etmişti).