11 Ekim 2008

Korkutan ama vazgeçilmez ziyaretçiler!...

Mevsim gelmiş, kış uykusundan uyanmıştık. İki çift saydam zar kanadımla yiyecek bulmak için bir oraya bir buraya uçuyordum. Petek şeklindeki bir çift bileşik ve üç adet basit gözümle ortalığı tarıyorum. Bileşik göz ana arımızda üç bin, bizlerde yani işçi olanlarda dört bin, erkeklerimizde ise sekiz bin basit gözün birleşmesinden meydana geliyor. Onun için hiç şeyi kaçırmayız gezdiğimiz zaman.
Başımızda bir çift duyarga vardır. Bunlarla koku, tat ve dokunma, hissetme duyularımızı sağlarız. Duyargalarımızın içerisindeki sinir uçları ile rüzgar hızını ve hava sıcaklığını da algılarız. Dilimiz 6-7 mm arasındadır ve türlerimize göre değişir. Göğüslerimiz çok önemlidir. Bizim hareket merkezimizdir. Orta bacaklarımızın üzerinde polen fırçası denilen sert tüyler vardır. Bunlarla çiçeklerdeki polenin göğüsten ve ön bacaklardan arka bacaklara aktarılmasını sağlarız. Toplanan polenleri arka bacaklarımızdaki sepette toplarız.. Bizi biraz tanıdınız sanırım.
Gelelim hikayemize:
Sıcakların bastırmasıyla “bizimkiler” de yine yazlık evlerine gelmişlerdi.
Biraz geç kalmışlardı ama gelmişlerdi işte. Gelmelerine çok sevindik. Ekmek kapımız açılmıştı zira.
Her sabah uğrarım bizimkilere. Arka balkonda kahvaltı yaparlar. Gözüm hep tatlılardadır. Özellikle reçellerde. Ama bizimkiler reçelleri bir kap içinde saklarlar. O kabın etrafında dolaşmak, kapağının açılmasını beklemek “sabır işidir” benim için.
Günler böyle sakin sakin geçerken bir hafta sonu telaş başladı “bizimkilerde”. Birileri gelecekti, bu bizim de işimize gelirdi. Zira misafirlere çıkarılacak yiyeceklerden biz de nasibimizi alabilirdik.
Gele gele bir çocuk geldi misafir olarak. Saçları dibinden kesilmiş, gözleri fıldır fıldır bir çocuk. Yerinde duramıyor, her tarafı keşfetmek için bir o tarafa koşuyor bir bu tarafa. Peşinde de büyük hala.
Çocuğun bize göre en iyi huyu eti çok sevmesi. Sürekli et pişiyordu onun için. Ben ve arkadaşlarım etten bol bol koparıyoruz, arka ayaklarımızdaki sepeti dolduruyoruz. Keyfimize diyecek yok. Ufaklığın şerefine bol bol et pişiyor, biz de etin başına üşüşüyoruz. Bir gün biz ete yapışmışken ufaklık gördü beni. Öyle bakakaldı. Dedesine döndü nedir bu dercesine. Dede anladı hemen. Anlattı “Bu bir arı. Etten, reçellerden, çiçeklerden malzeme topluyorlar. Sonra bize bal yapıyorlar” dedi. Ufaklıkla tanışmamız böyle oldu.
Hafta sonu ufaklığın annesi ve babası geldi bizimkilere. Anne tedirgin bakışlarla bizleri şöyle bir süzdü. Tehlike çanları çalıyordu. Hemen hissettim. Anne bizden korkmuştu, sadece savunma için kullandığımız zehir kesesine bağlı iğnemizi ufaklığa batıracağımızdan çekiniyordu. Halbuki iğnelerimiz geriye çentiklidir; bu yüzden birisini sokunca iğneyi geri çekemeyiz. Bunun için hayatımızı tehlikede görmediğimiz sürece kimseyi sokmayız. Korkusunu anlıyorduk.
Evin büyüğü ile bir şeyler konuştu. Masaya kap getirdiler. Kabın içine kahverengi bir toz döktüler. Ve yaktılar. Ortalık bir anda duman oldu.
Biz dumandan nefret ederiz. Hele kahve dumanından. Aman aman!. Hemen uzaklaştık masadan.
Arkamızdan ufaklığın bizi aradığını hissettim ama duramazdık oralarda artık. Yuvamıza çekildik, kahve dumanı salmayan başka bir balkon aramaya başladık.

7 Ekim 2008

İpsiz Recep'i TRT 1 hatırladı, dizisini yaptı!....

İpsiz Recep ve çetesi. Fotoğraf Karalahana internet sitesinden alınmıştır.
Televizyonlardaki dizi furyasına kendini kaptırmamışlardan biri de benim. Abuk subuk dizilerle pek işim olmadı.
Bugünlerde TRT1’de bir dizi başladı. İpsiz Recep. İpsiz Recep ismi bu blogu izleyenler için yabancı bir isim değil. Kurtuluş Şavaşı’mızın isimsiz kahramanlarından. Muharrem Kaptan İpsiz Recep’i anlatmıştı bizlere. (Mart 2008)
Okumayanlar ve diziyi izlemek isteyenler için o yazıyı tekrar sizlerle paylaşıyorum;

“Rizeli bir taka kaptanı olan İpsiz Recep Reis Batum’dan Rize’ye yük taşırken, zaman zaman da insan getiriyormuş.
Yine böyle bir seferde teknesine on yedi silahlı adam alıyor. Bunların İstanbul’da karışıklık çıkarmaya giden Ermeni komitacılar olduğunu farkedince yanındaki Rizeli Abdullah ile komitacıları bir şekilde öldürüp denize atıyorlar.
Yalnız bu adamlar Rus vatandaşı olduğu için Rusya Recep Reis’le Abdullah’ı kendilerine teslim edilmesini istiyor. Durumu öğrenen Recep Reis İnebolu ya geçiyor ve orada Cebeci köyüne yerleşiyor. Recep Reis Kerempe ile Kefken arasında taşımacılık yapıyor.
Genel af çıkınca tekrar Rize’ye dönen Recep Reis Batum’a geçiyor ve Ruslara yakalanıyor. On yedi kişinin ölümünden sorumlu olarak tutuklanarak 6 ay hücrede kalıyor. Ayağında zincir ve güllelerle çok eziyet ve işkence görüyor.
Kimilerine göre Azebaycanlı bir gardiyanın yardımıyla zincirleri kırarak kaçmış, kimilerine göre de Rizeli fırıncılar gerekli yerlere para vererek kurtarmışlar. Oralarda barınamayacağını anlayınca İstanbul’a gelmiş ve Sarıyer’e yerleşmiş. İşgal döneminde Rum ve Ermeni çeteleri, işgalcilerin desteğiyle azıtmışlardı. İpsiz Recep Reis bir grup kurarak onlarla mücadeleye girişiyor. Bu çete reislerinin en zalimi Giritli Andon’muş.
İpsiz Recep Reis Andon’la ilgili araştırma yapıp gerekli bilgileri toplamış. Andon’un her Pazar Tarabya’da bir gazinoya gittiğini öğrenmiş. Andon’un çetesi kırk kişi imiş. İpsiz sekiz tayfası ve Sarıyer’den katılan üç Rizeliyle toplam on iki kişiymiş. Bir Pazar gecesi gazinoya baskın yapıyor ve Andon’a dört el ateş ediyor Andon ölüyor, çetesine de büyük kayıp verdiriyorlar. İpsiz ve adamları kayıpsız çekiliyor.
Çetenin ikinci adamı Hrista ve İngiliz gizli servisi, İpsiz Recep’i yakalamak için harekete geçiyor. Boğaz’a elli asker gönderip ev ev arama yapıyorlar ama Recep Reis’i bulamıyorlar. Recep Reis arada bir Rize’den tanıdığı Rumelifeneri’nde oturan Giritlioğlu Hacı Şakir’in evine de uğrarmış. ( Hacı Şakir ailemizin büyüklerinden. Punto).
Recep Reis yine bir akşam çetesinden birkaç kişiyle Fener’e gelmiş, alt katta onlara yemek ikram edilmiş. Kısa bir süre sonra Recep Reis’i arayan İngiliz devriyeleri de Hacı Şakir’in kapısına dayanmış. Hacı Şakir dede onları de buyur etmiş ve üst kattaki misafir odasına almış, hemen sofralar kurulmuş. İngiliz’ler yemeğe başlayınca Recep Reis ve adamları alt kattan kaçmışlar.
Daha sonra Anadolu’ya silah nakliyle ilgili olarak Kefken’e gidip orada kalmış. Orada da Kandıra İzmit havalisindeki Rum çeteleriyle savaşmış. Milis yüzbaşılığına kadar yükselmiş. Kurtuluş savaşından sonra Atatürk Recep Reis'e milletvekilliği teklif etmiş. Gelen heyete “BİZ İŞİMİZİ TAMAMLADIK EFENDİLER. SAVAŞTA DİK DURAN BAŞIMIZI SİYASETTE EĞMEYİZ. TİLKİNİN BU PAZARDA İŞİ YOKTUR. GAZİ PAŞA HAZRETLERİNE HÜRMETLERİMİ ARZ EDERİM” diyerek kabul etmemiş".

6 Ekim 2008

"Bizim kaktüs"ün hayat hikayesi!....

Maslak’taki siteye taşındığımız 1995 yılıydı. Gazetedeki bir çok arkadaşım da aynı siteye taşınmıştı. Tabii sitemizin durumunu ve çevre düzenlemesini bol bol konuşuyorduk.O sıralarda binamızın girişindeki merdivenlerin iki tarafına kat kat inen çiçeklikler yaptırmıştım. Yaptırmıştım diyorum bina kurulduğundan beri yöneticiliğini ben yapıyorum.

YAVRU VE ÇİÇEK DALI: Bizim kaktüs bir yandan neslini devam ettirmek için yavru verirken bir yandan da çiçek için ileriye doğru bir kol uzatıyor.
Çiçekliklerde bir türlü çiçek barındıramıyorduk. Sitenin gençleri -sağ olsun- geceleri merdivenlerde oturuyor, doğal olarak da çiçekleri eziyorlardı.Gazetede gençlerle ilgili şikayetimi duyan bir dostum “dur sana kaktüs getireyim. Oturdukları yere dik. Bakalım ne yapacaklar” dedi.Fena fikir değildi. Eşi zaten bıkmıştı kaktüslerden. Ertesi günü iki tane ayva büyüklüğünde köklü kaktüsle geldi.Ben de merdiven çiçekliklerine diktim bunları.
KOL KEPÇE AĞZI GİBİ ŞEKİLLENİYOR: Kaktüsün çiçek için uzattığı kol belirli bir mesafeye geldiğinde yavaş yavaş kepçe ağzı gibi şekilleniyor. Çiçek dünyaya gelmeye hazır artık. Açma anını yakalayamadım. Zira sabaha karşı açmış çiçeğini.
Cidden iyi iş gördüler. Ama kaktüs işte. Hiçbir albenisi olmayan şeyler! Ne olacak?Hangi yazdı hatırlamıyorum. Yazlıktan eve gelmiştim. Merdivenleri çıkarken gözlerime inanamadım. Bizim “popo kaçıran” kaktüslerden biri çiçek açmıştı, Hem de ne açma. Kaktüsten bir kol çıkmış, çıkmış ve ucunda çok güzel bir çiçek. Ertesi gün ise çiçek buruşmuş ve kol küçülmüştü. Bir gecelik çiçek açan kaktüstü bizimkisi. Bir iki yıl sonra yavruladılar. Zaten bazı çiçek dostu (!) çocuklar kalemle delik deşik etmişlerdi kaktüsleri.Yavruları aldık ve eve taşıdık. ÇOK KISA SÜREN GÜZELLİK: İnsan bu güzelliğin doyuncaya kadar sürmesini istiyor ama ne yazık ki ömrü çok kısa. Bir gece açıyor, o gün size eşlik ediyor ve ertesi gün elveda diyor.

Her yaz bizim olmadığımız bir zamanda açıp kapanıyorlardı.
Bu yaz bir mucize oldu. Yavru kaktüs ikinci kez filizlendi. Hemen gün gün gelişimini fotoğrafladım.
Dört gün içinde açmıştı bile.
Sonra mı? Sadece kendini bir gün sevdiren çiçek, bir başka yaz açmak üzere kapanıp gidiverdi..
Ama biz aile olarak takipteyiz. Yavrularını büyüte büyüte, o kaktüs ailesini de evin vazgeçilmezleri arasına katmaya devam edeceğiz.

2 Ekim 2008

Meraklısına diğer dinlerin bazı bayramları!...

Bir bayramı daha geride bıraktık. Ailemizle, dostlarımızla buluşmak, birlikte zaman dilimlerini paylaşmak ne kadar güzel şey.
Bir hafta boyunca dilimizden düşmeyen tek kelime “bayram” oldu. Sahi bizim bayramları hepimiz biliyoruz. Ya diğer insanların kutladığı bayramlar?
Hiç merak ettiniz mi?
Ben biraz araştırma yaptım ve kaynağını bulamadığım bazı bilgiler elime geçti. Bir yerlerden kesip saklamışım.
Merak edenler için işte diğer dini bayramlardan bir kaçı:

APOTAMİ KEFALIS İONNU: Rumlar Yahya Peygamber’in başının kesildiği 29 Ağustos günü perhiz yaparlar, domates, karpuz gibi rengi kırmızı olan hiçbir şeyi kesmezler, yemezler.
APOKRİES: Rumların karnavalı, Paskalya Yortusu’ndan 40 gün önce kutlamaları. Büyük oruçtan önce üç gün aralıksız eğlenilir.
AVAK ŞAPAT: Ermeniler, bir hafta boyunca İsa’nın gerilmesi sürecindeki olayların anılarını gün gün ayrı ayrı yaşatırlar.
AYİAS THEKLAS: Rumlar 24 Eylül’de Ayia Thekla adlı azizeyi anmak için Büyükada’daki Aya Yorgi tepesindeki manastıra çıkarlar. Manastıra yalınayak çıkılır ve mum yakılarak adak adanır.
AYİU STEFANU: 27 Aralık’ta Rumlar Hristiyanlığın ilk şehidi sayılan Aziz Stefanu’yu anarlar.
BOUTHO DNİNVE: Ninova halkının MÖ 862 yılında Kral Tiğlatpalassar dönemindeki “büyük tövbe”sini örnek alarak Süryani cemaati oruç tutmaktadır.
CEMAAT BAYRAMI: Yezidilerin bayramıdır. Yezidilerin piri Şeyh Adi’nin bir araya getirdiği ilk cemaatinin anısını tazelemek için kutlanır. Yedi gün sürer.
İDO DAKYOMTÖ: İsa Mesih’in Diriliş Bayramı. Bu bayramda yumurta ya da yumurta formu taşıyan hediyeler sunulur. Yumurtanın sarısı Mesih’in özverisini, beyazı ise tanrısallığını ifade eder.
PURİM: İsmi Ester olanlar bu bayramdan bir gün önce oruç tutarlar. Kraliçe Ester’in Yahudi kavmini üç gün oruç tutarak kurtarması kutlanır.
YOM KİPUR: Musevilerin büyük oruç günüdür. Museviler, iki gün batımı arasında aralıksız oruç tutup dua ederler.

27 Eylül 2008

Ramazan ya da Şeker Bayramı! Ne fark eder ki!

KAHVALTININ ÖNEMİ :Bu bayramın Arapçadaki adı 'Iyd ül-fitr'dir. Fitr kelimesi Arapça'da kahvaltı anlamına gelir ve ramazanın bitimiyle birlikte yapılan ilk kahvaltıyı ifade eder. Bunun için ben de dostlarıma bizim yaptığımız gibi tüm aile bireylerinin toplanıp birlikte güzel bir kahvaltı yapmalarını öneririm.
Öncelikle tüm dostlarımın Şeker Bayramını bir başka deyişle Ramazan Bayramını kutlarım. Dostlarımın bayramı aileleri ile birlikte neşe içinde geçirmelerini dilerim.
Biliyorsunuz uzun ramazan günlerinden sonra gelen bu bayrama kimimiz Ramazan Bayramı, kimimiz de Şeker Bayramı diyoruz.
Her iki isim de ülkemizde kullanılmaktadır ve bu konuda da bir tartışma açmanın gereği de yoktur. Boş yere tartıştığımız o kadar çok konu var ki!...
Bayramınızı kutlar, sağlıklı günler dilerim.

23 Eylül 2008

Yazlık yerlerin vazgeçilmezleri!...

Sonbahara girdik artık. Beklediğimiz yağmurlar umut verici görünüyor ama ekonomik durum ve siyasi ortam hiç açıcı değil.Ben sizi vurdulu kırdılı olumsuzluklardan biraz uzaklaştırmak istiyorum.
Meraklarımdan biri de yazlıklarda tercih edilen ağaçlar ve bitkileri gözlemlemek. Evlerin bahçelerine hep o gözle bakarım. Hemen hemen herkes birbirlerinden görerek aynı bitkilerle yaşıyorlar.
Bizim bölgede gözlemlediğim en gözde bitki sardunya. Hemen herkesin balkonunda veya bahçesinde sardunya çeşitlerini görmek mümkün. Gülleri sıraya koymuyorum tabii. Her bahçenin “gülü” onlar. Boru çiçeği, oya ağacı, hatmiler de tercih edilenler. Ben şimdi bizim oraların vazgeçilmezleriyle tanıştırıyorum sizleri:
SARDUNYA:Anavatanı Güney Afrika’dır sardunyaların. Çiçek açma zamanı çok uzun olduğu için çok sevilir. Sardunyaların bir çok çeşidi vardır. En çok bilinenleri şunlar: 1- Zonal. En yaygın tür. Çelik ve tohumdan kolayca çoğalır. 2- Sakız sardunyası. Katmerli açan çiçekleriyle tanınır. Esnek dalları 1 metreye kadar sarkabilir. 3- Ceylan. Açelyayı andırır. Çiçeklenme süresi kısa. 3- Itır. Daha ziyade yapraklarının özel kokusu ile tanınır.
İZMİR GÜZELİ: Bu bitkinin isminin İzmir güzeli olup olmadığını bilemiyorum. Cam güzeli soyundan olduğu bir gerçek. Çiçekçide görünce hoşumuza gitti, adını sorduk, İzmir güzeli dediler. Bir kasa aldık ve saksılara ektik. İyi ki almışız. Tüm yaz boyunca çiçek açtı. Yazlıktan ayrılırken üzerlerinde hala çiçek vardı. Tohumlarını sakladım, bakalım seneye üretebilecek miyiz bu bitkiden.
MAVİŞ: Bu bitki hakkında fazla bir bilgiye ulaşamadım. Kaynaklarda mavi çiçek var ama iki bitki aynı mıdır bilemiyorum. Maviş de yazlıkların süsü olmayı sürdürüyor.
HATMİ: Genelde bahçe kenarlarında yabani hatmilere çok rastlanıyor ama ağaç hatmi öyle fazla değil. Bu aralar ağaç hatmi belediyelerin de gözdeleri. Yol kenarları onlarla dolu. Beyaz krem sarı, pembe ve eflatun çiçekleri var. Çiçek formu katmerli ve yalınkat olabiliyor.
OYA AĞACI: En önemli özelliği yaz boyunca açmaları. Güzel çiçeklerini seyretmek doyumsuzdur. Geyik boynuzunu andıran gövdesi de ilginçtir. Gövdenin her yıl kabuk değiştirmesi ayrı bir özelliğidir oya ağacının. Fazla boy atmaz. Ilıman iklimleri sever ama gölgeden ve rutubetten hoşlanmaz. Rutubeti görünce küllenme hastalığına tutulur. BORU ÇİÇEĞİ: Çançiçekgillerden; çiçekleri boru biçiminde olan bir bitki.. Çiçekleri turuncu renktedir. Özellikle yazlıklarda hemen hemen her evin önünde boy gösterirler. Nefes darlığı, bronşit ve astımın sebep olduğu rahatsızlıkları giderdiği söylenir.
FESLEĞEN: Halk dilinde reyhan olarak da bilinir. Tek yıllık bir bitki. Ballıbabagillerden. Ilıman ortamları seviyor. Yaydığı kokunun sinekleri uzaklaştırdığı söylenir.
GÜL: Güllerin ana vatanı Anadolu, İran ve Çin imiş. Sarmışık olanları balkonlara ayrı bir güzellik katar.

19 Eylül 2008

Deve örneğindeki gibi, neremiz doğru ki!...

GÖSTERMELİK DEĞİL, CİDDİ EĞİTİM: Yunan Adaları gezisinde gemi hareket ettikten sonra bizleri hemen büyük salona aldılar. Yolcular salona ellerinde can yelekleri ile geldiler ve öğretmenlerden nasıl takılacağını öğrendiler.
Tekne kıyıya baştan kara etti. Sekiz çocuk saldırdılar, sandalın iki yanından binmek için. Ak saçlı denizci çocukları tek tek sandaldan indirdi. “Bakın” dedi. "Sandala öyle gelişi güzel binemezsiniz. Dengeli binmeniz ve dengeli oturmanız gerekli. Sen sağa geç, sen de sola. Sekiz kişisiniz dördünüz bir yana, dördünüz diğer yana. Hepiniz bindiniz mi? Tamam şimdi motoru çalıştırıyorum. Hiç kıpırdamak yok. Dönene kadar kimse yerinden kıpırdamayacak ve ayağa kalkmayacak. Yoksa teknenin dengesi bozulur ve alabora oluruz”. Çocuklar ürkmüştü, hiç kıpırdamadan öylece oturdular ve tekne gezisi bitince her iki yandan tek tek sahile indiler.
O çocukların arasında ben de vardım.
İlk denizcilik dersimi almıştım. Yıllarca denge işini unutmadım. Çocuklarıma da öğrettim.
Bu anımı neden hatırladım?
Biliyorsunuz geçenlerde bir feribot içindeki TIR’larla birlikte sulara gömüldü. Bence bu kazanın tak nedeni dengesiz yüklenme olabilirdi.
Bir çok tekne batmalarında bu dengesiz yüklenmenin payının büyük olduğuna inanıyorum.
Artık bilgisayar çağındayız. Büyük gemilerde yüklemeyi gösteren programlar var. Kaptan her yük konuşunda bilgisayardan geminin kaç derece sağa, sola, öne ya da arkaya yattığını
görebiliyor. Acaba bizim gemilerin kaçında bilgisayarlı kontrol sistemi var?
Doğru ise batan feribotta can yelekleri yerine yağmurluk dağıtılması da bizim kafa olarak nerelerde olduğumuzun tipik bir örneği.
Geçen yaz Yunan Adaları gezisinde gemideki ilk saatlerimizde bize can yeleklerini takma eğitimi yaptırdılar. Her yolcuya numaralı can yeleği verdiler. İnsan bu uygulamaları görünce insan olduğuna inanıyor.
Ya Tuzla’daki filika denemesi faciası.
Lafın kısası deveye sormuşlar “Neden boynun eğri”. O da cevaplamış “Nerem doğru ki”!...

19 Ağustos 2008

İki bayan, iki ülke ve iki davranış!...

Hava sıcaklığı 33-34 derece. Yazlıkta insan ne yapar? Denize girer, yemek yer, yatar uyur. Bu aralar bir şey eksik. Ben bir de olimpiyatları izliyorum.
Sanırım 1972’den beri yani televizyonun evlerimize girmesinden bu yana yaz olimpiyatlarını kaçırmıyorum. Sporun her dalını seviyorum. Hiçbirini kaçırmak istemiyorum.
İnsanın gözü her olimpiyatta, Türk bayrağının göndere çekilmesini arıyor.Artık altın madalya aslanın midesine kadar indi. Tek tesellimiz devşirme kızımızın aldığı gümüş madalya ve Türk bayrağı ile pistte yaptığı koşu.
Tüm spor dallarını seyrettiğimi söylemiştim. Gelişmeler inanılır gibi değil. Hele yüzmedeki rekorlar. Köpek balığı derisine benzetilen mayolara bağlanıyor bu rekorlar.
Yüzücüler tüm kıllarını kazırlardı, şimdilerde giy mayoyu, uç suyun üzerinde.
100 metre koşundaki rekor, inanılır gibi değil. Üstelik mayo filan da hak getire. Adam kolunu sallaya sallaya fizik kurallarını altüst ediyor. Bence bu fizik kuralları, bir kez daha gözden geçirilmeli.
Atletizm koşuları sırasında bir şey dikkatimi çekti; onu sizlerle paylaşmak istedim.
Atletler koşuya hazırlanıyor, tek tek seyircilere tanıtılıyorlar.
Sıra Amerikalı bir atlete geldi, bir bayan atlete. Mayosunun üzerine giydiği şortunu çıkarttı, çıkardığı gibi düzeltmeden arkasındaki sepete fırlattı. Nasıl olsa şortu alıp düzeltecek ve sepete koyacak bir görevli vardı orada.
Amerikalı atletin yanındaki Ukraynalı bayan atleti merak ettim ne yapacak diye. O da şortunu çıkardı, katladı, arkasındaki sepete kadar yürüdü ve usulca sepete yerleştirdi.
İki ülke, iki farklı kültür ve iki farklı davranış.
Ne dersiniz? Hangisi mi doğru yaptı?
Ben cevap vermeyeyim ve cevabı sizlere bırakayım.
.....................................................................
LOŞ IŞIKTA DEĞİL HOŞ IŞIK :"Loş ışıkta örgü örme” denir ya...O da tarih oldu...
Şimdilerde loş ışıkta örgü örülür parolası ile yola çıkan bir firma, görme zorluğu çekenlerin de işine yarayabilecek ışıklı şiş ve tığların ithalatını yaptı..,
Firtma yetkililerinin verdiği bilgiye göre sadece 3 adet saat piliyle çalışan ışıklı tığ ve şişlerin LED (ışık yayan diyot) ışıklarıyla sadece örgüyü aydınlattığına ışığın çevreyi rahatsız etmediğini kaydetti.
Işıklı tığ ve şişler sayesinde alacakaranlıkta, balkonda ya da açık havada nerede olursa olsun ışığın yetersiz olduğu tüm ortamlarda örgü örmenin kolaylaştığını ileri süren yetkili, bu ürünlerle sinema gibi ışığın az olduğu ortamlarda bile örgü örülebileceğini açıkladı!
Yani...
Filmi beğenmeyen hanımlar, hafifçe sola dönecek veya sağa dönecek çantasından örgüsünü çıkarak ve başlayacak örmeğe..!
Şaka bir yana ışıklı tığ ve şişlerin, örgü örmenin daha zor olduğu koyu renkli ya da tüylü ipliklerde de tam ilmeği aydınlatarak gözlerin yorulmasını önlediğini
ifade ediliyor...
Kelaynak

29 Temmuz 2008

Tutukluluk, beraat ve KAÇIŞ!...

Bu blogu açtığım zaman anılarımı sizlere anlatacağımı yazmıştım. Öyle de yaptım. İçinde bir çok mesajı barındıran anılarımı sizlerle paylaştım. Anılarım bitti sanıyordum ama son güncel olaylar ve gelişmeler bana bir anımı daha hatırlattı. Şimdi o anımı sizlerle paylaşıyorum:
80’li yılların başı, askeri darbeden sonraki yıllardı. Hatırlayacaksınız, beyaz sinek konulu bir anımı yazmış, Hürriyet’in ilavesini çıkarmak için Adana’ya gittiğimi anlatmıştım. (BAK:Aralık 2006 . BEYAZ SİNEK YAZISI)
İşte o günlerin birinde Çukurova Üniversitesi’nde yedek subay okulundan bir arkadaşımın öğretim görevlisi olarak çalıştığını öğrendim.
Arkadaşımın ismini vermiyorum. Ne olur ne olmaz.
Yedek subay okulunda ranza arkadaşımdı. İkimizde üst ranzada yatıyorduk ve akşamları koyu sohbetlerle zamanımızı öldürüyorduk.
Arkadaşım fizik profesörü idi. NASA’da uzun yıllar çalışmıştı. Arkadaşım ülkesine bir şeyler verebilmesi için Amerikalıların vatandaşlık teklifini elinin tersiyle itmiş, O’nun deyimi ile Amerika’daki benzin parasına, Orta Doğu Üniversitesi’nde güneş enerjisi konusunda ders vermeğe başlamıştı. Arkadaşım daha sonra güneş enerjisi konusundaki çalışmalarını geliştirmek için Çukurova Üniversitesi’ni benimsemişti.
Üniversite kampüsünde buluştuk. Hasret giderdik. Hatta kanosu ile baraj gölünde gezdik.
Laf lafı açtı, sonunda bana eşiyle birlikte yaşadıkları dramı anlattı.
Eşi de profesördü ama ne yazık ki Adana cezaevinde tutuklu idi.
Bir derneğe üye olduğu için önce göz altına alınmış, daha sonra da tutuklanmıştı.
Arkadaşımla buluştuğumuz günlerde eşi tutukluydu ve henüz mahkemeye çıkmamıştı. Sanırım bu tutukluluk süresi bir yılı geçmişti. Bu bir yıl içinde eşi de cezaevinde boş durmamış, oradaki tutuklulara İngilizce dersleri vermişti.
Teselli ettim arkadaşımı. “İlk duruşmada çıkacaktır merak etme” dedim. Ayrıldık.
Üç dört ay sonra –tarihi tam hatırlamıyorum- Türkiye’de günün konusu UFOlardı. Birileri UFO gördüğünü iddia ediyordu.
Hürriyet fizikçileri topladı ve bu UFO olayını araştırdı. Bu heyet arasında arkadaşım da vardı. Yüzü gülüyordu, eşi ilk celsede beraat etmişti.
Bu heyete Arnavutköy’de bir lokantada yemek verdik. Arkadaşımın eşini o yemekte gördüm. Dal gibi zayıflamış, ürkek bakışları ile bizleri süzüyordu. Lokantanın kapısı açıldıkça ürperiyor, endişeli gözlerle girenlere bakıyordu. O ürkek gözleri hiç unutamıyorum.
Vedalaştıktan sonra arkadaşımdan bir daha haber alamadım ama karı koca profesörlerin tekrar sanırım Amerika’ya döndüklerini öğrendim.
Ülke sevgisi ile geleceğini bir kalemde silen bir bilim adamımız, ülkenin tokadını öyle bir yemişti ki soluğu kaçmakta bulmuştu.
Bu dramı çok basit cümlelerle anlatmaya çalıştım.
Bilmem bir şeyler hatırlatabildim mi sizlere!...

9 Temmuz 2008

Yazlıktaki sürpriz ve teknoloji gerçeği!...

Yazlıkta bu yıl bizi bir sürpriz bekliyordu. İSKİ’nin yeni uygulaması. Yazlığımızın İSKİ saati değişmişti.
Ne var bunda sürpriz olarak diye sorabilirsiniz.
Eski bildiğimiz saat değişmiş, yerine kartla doldurulan bir saat takılmıştı. Aynen AKBİL gibi.
İSKİ’ye git. Kartı peşin para ile doldur. Kartı saate tak sok ve suyu kullan.
Pratik gibi geliyor insana il önceleri.
Bu uygulama geçen yıl Kumburgaz’da başlamıştı. Demek ki işe yaramış. Şimdi Silivri ve sonra diğer bölgeler. Tüm İstanbul’a bu sistemi yaymazlarsa şaşarım.
Vatandaşa bir faydası var mı? Bana göre yok. Üstelik kullanmadığımız suyun parasını peşin alıyorlar.
Tüketici dernekleri sanırım bu işin de peşini bırakmazlar.
Peki kime faydası var bu sistemin. Tabii ki İSKİ’ye.
Bir kere parayı peşin alıyorlar. İkincisi okumaya gelen elemanlardan tasarruf edilmiş.
Elemanlardan tasarruf deyince aklıma bizim sektör geldi. Yani Medya. Bu aralar çok tartışılır haldeler ya. Neyse.
Medyaya teknoloji girdikçe eleman sayısı azalmıştı. Bu da patronların işine gelmişti. Şimdi ne durumdalar bilemiyorum ama işsiz gazete çalışanlarındaki artışın bir nedeni de bu teknoloji gelişmeleri olsa gerek.
Ne dersiniz?
Tam bir yumurta mı tavuktan çıktı? Yoksa tavuk mu yumurtadan çıktı ikilemi gibi.
Ama şu bir gerçek; teknoloji patronların işine yarıyor, olan çalışanlara oluyor.