19 Ekim 2008
Gazetecilerin gazeteci olmayan “TARAF”ları!
Medyanın işi eleştirmek mi, yıpratmak mı?
Tabii ki eleştirmek ve eleştirileri de ülke çıkarının çizdiği çerçeve içinde yapabilmek.
Sizinle bir anımı paylaşmak istiyorum. Bu paylaşmayı yaparken isimleri yazmayacağım.
Büyük gazetelerin birinde genel yayın müdürü değişmişti. Ben de yazı işlerinde çalışıyordum. O dönemlerde çalıştığım gazetede sıkça genel yayın müdürleri değişiyordu ama ilk defa gazete dışından bir gazeteci genel yayın müdürü olmuştu.
İlk olarak bu arkadaş yazı işlerine birkaç kişi getirdi.
Onlar da dışarıdan!
İki başlı bir yazı işleri olmuştu. Birinci grup eski çalışanlar, ikincisi yeni gelenler.
Bu iki grup bir türlü kaynaşamamıştı. Yeni gelenler farklı gazetecilik yapıyordu. Sağda solda yayımlanmış haberleri alıyorlar, takla attırıp yeniden gazeteye koyuyorlardı.
Bir sabah toplantısında önemli bir roman yazarı ile röportaj yapılması istendi.
Konu Güneydoğu sorunu idi.
Gazetenin toplantıya katılan ve muhafazakarlığı ile tanınan bir yazarı, bir öneride bulundu. Roman yazarına “Güneydoğu sorunlarının yanı sıra çatışmalarda şehit olan gençler için de ne düşündüğünün sorulmasını” istedi. "Tamam" denildi ve bir muhabire görev verildi.
Röportaj yapıldı, yazı işlerine verildi. Yazıyı ilk ben okudum. Cümle düşüklüklerini, imla yanlışlarını düzelttikten sonra sayfaya konmak üzere hazırladım.
Muhabir, toplantıda konuşulduğu gibi muhafazakar yazarın istediği soruları da sormuştu romancıya.
Romancı bu sorulara kaçamak cevaplar vermişti. Cevapların ne olduğu önemli değildi, önemli olan bu soruların sorulmuş olmasıydı ve bu sorular, röportajın “tek taraflı” olmasını önlemişti.
Genel yayın müdürünün gazeteye aldığı ve yazı işleri müdürü sıfatı verdiği kişi, o gün gazeteye her günkü gibi geç gelmişti.
Röportajı sordu. Geldiğini ve sayfaya koyduğumuzu söyledik.
“Durun” dedi. “Bir de ben okuyayım. Benim okuduğum şekli ile gazeteye girsin”.
O da okudu ve röportaj onun okuduğu şekli ile gazeteye girdi.
E! ne olmuş der gibisiniz.
Bu arkadaş muhafazakar yazarın istediği tüm soruları ve cevapları yazıdan çıkarmıştı. Röportaj o şekliyle yani "tek taraflı" olarak yayımlandı. Bizim gazetecilik anlayışımızın tam tersi bir bakış açısıydı bu ama güç onlardaydı!...
O grup sonunda gazeteden ayrılmıştı, ayrılmıştı ama gazetenin okuyucu karşısındaki itibarı da zedelenmişti.
Bugün birtakım gazeteci sıfatlı kişilerin neyin “taraf”ı olduğu çok net görünüyor ne yazık ki.
O arkadaşın şimdi nerede çalıştığını merak ediyorsanız onu da söyleyeyim:
“O arkadaş hâlâ TARAF”!......
16 Ekim 2008
Punto, ikinci yaş gününü kutlarken!.....
İnsan hayatında çok önemli bir kelime diye düşünüyorum.
Şöyle etrafınıza bir bakın.Yakınlarınız.
Sizinle neyi paylaşıyor?Dostlarınız. Medya. Siyasiler. İş yerindeki arkadaşlarınız.
Neyi paylaşıyorsunuz?
“O dedi bu dedi”yi.
Bilgiyi paylaşan var mı?
çok az değil mi?
Ya tecrübeyi..Alıp nereye götürebilirsiniz ki tecrübeyi birileriyle paylaşamadıktan sonra.
İşte bu blog tecrübeyi, bilgiyi, yaşanan olayları ve bu olaylardan ders çıkarmayı paylaşmak istiyor.
Bu Blog'un açılmasında gurbet illerden yardımcı olan, teşvik eden en önemlisi bilgisini paylaşan Dilek'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım”.
İki yıl önce bu blogu açarken yukarıdaki cümleleri yazmışım.
Aradan iki uzun yıl geçti.
İyi kötü bir çok bilgiyi sizlerle paylaştığıma inanıyorum ve bana itici güç olduğunuz için teşekkür ediyorum.
Zamanım yettiğince paylaşmaya devam edeceğim.
Pes etmeye hiç niyetim yok!......
14 Ekim 2008
Pazarda geçen koca bir ömür!...

Yaz, kış giydiği çatlak çatlak olmuş deri yeleğini giydi, sonra da ayakkabılarını. Başına kasketini geçirdi. “Hadi evlat” dedi. Gün ışırken yola koyuldular. Haftanın 5 günü İstanbul’un pazarlarına çıkarlardı, büyük torunuyla. Son yıllarda işler hem git gide azalmış, hem de onun için zorlaşmıştı. Pazarcılığa ilk başladığı yıllarda bana mısın demediği işler, şimdi ona çok güç geliyordu. İhtiyarlık “çetin kış” diyen ninesini düşündü, torunu gaza basarken. Ne de çok gülerdi ninesi oflayıp pufladıkça. Kendisinin de bir gün ninesi gibi olacağı aklıcığının köşesinden geçmezdi.
“Bugün nasılsın dedeee” diye bağırdı torunu..."Ne bağırıyosun karşında sağır mı var” diye tersledi onu. Kulağının az duyduğunun yüzüne çarpılmasından haz etmezdi. Bu da onun tek huysuzluğuydu işte. “Tamam, tamam” dedi torunu gülerek. Ama sırtına tokadı yemeden edemedi. Pazar yerine vardıklarında saat 07.00’ye geliyordu. Pazarcıların çoğu gelmiş çadır kuruyordu. Torunu demirleri indirdi önce, sonra çadır bezini, en sonunda da malları. Sonra minibüsü park etmeye gitti. Pazarın tüm çadırları kurulduğunda pamuktan bir tarla oluverirdi başlarının üzerinde. Çadırların altında ömrünü geçiren Bayram Amca, bayılırdı buna. Allah’ın ona ölünce de böyle beyazlıklar nasip etmesini diler, sevaplarının onu, bu çadırlar gibi korumasını isterdi. Torunu döndüğünde o çadır bezini açıyordu. Uçlarına urganları bağladılar, birlikte. Sonra ucu çengelli sopayla direklere tutturdular çadırı, dört ucundan. Takatsiz çekti Bayram Amca, nasırlaşmış elleriyle urganı ve çadırı gerdi. Karşı komşusu olan gömlekçi Ali, her seferinde “çadırı iyi çekin Beyram Emica, güneş malları bozuyo” diye laf geçirirdi. Allah günah yazmasın sevmiyordu o göbekli adamı. Pazarın raconu bozulmuştu, git gide. Eskiden ne efendiydi pazarcılar. Sonradan it, kopuk doluşmuştu pazara. Ya yandaki kuruyemişçiye ne demeliydi. Her seferinde tezgah büyüklüğü kavgası yapardı. “Bayram Amca, gene geçtin sınırı. Çek bakalım tezgahı biraz..Biraz daha, biraz daha” Kuruyemişleri görünsün diye Bayram Amca’nın askı yapmasına bile izin vermezdi. Oysa Bayram Amca, astı mı o bebe giysilerini, pazar şenlenirdi sanki. Rengarenk, çiçekli, şapkalı, fırfırlı elbiseler, mini minnacık ceketler, zıbınlar...Tezgahın üzerine, kim bilir hangi bebeğin yumuşacık tenini okşayacak giysileri özenle dizdi torunu.
Hayatın yükünü sırtında taşır gibi gümüş rengi güğümünü yüklenen limonatacı Yaşar geçerken, Bayram Amca, el etti; “Ver bi limonata oğul”...Kahvaltıyı, torunuyla birlikte pazar yerinde yaparlardı.
“Yürüüü, çık git pazardan”.
“Pis Fenerbahçeli”.
“Çeşmeden mi dolduruyon bunları”.
“Yürrrüüü Pis Apo yürrrrrüüü.”
Sarı lacivert boyalı, en büyük Fener_ Malatyalı yazan el arabasıyla Deli Apo geçiyordu, sağa sola küfürler savura, savura: “Senin de ananı...senin de...”
Su satıyordu Deli Apo. Pazarcıların hoşuna giderdi Deli Apo’nun küfürleriyle yıkanmak. Ağza alınmayacak küfürler ederdi Apo, hiçbirinin cesaret edemediği. Koyu Fenerli Apo’nun sağı solu belli olmazdı. Fenerbahçe’ye kızarsa eğer, yakardı gemileri ve sarı kırmızı yapıverirdi arabasını.
Rahat bırakın adamı yahu” diye bağırdı Bayram Amca. Uğultular arasında uzaklaştı Deli Apo.
Bayram Amca yaşlarında bir kadın yaklaştı tezgaha. Kaça bunlar dedi. 5 dedi torunu. İki tane alsam 8 olmaz mı dedi kadın. Olmaz dedi Ramazan.
Eşofman satan Ömer Abi, “toruna eşofman lazım değil mi hanım abla” diye yapıştı, yaşlı kadına. Son zamanlarda pazarda en az bulunan şey alıcı müşteriydi. Ramazan’a kağıt ve kalem getirip: “Şuraya Hamdi Bey’in en son teklifi beş YTL, yaz bakalım Ramazan” dedi. Yedi ytl’ye sattığı eşofmanları durgunluktan beşe indirmişti.
Hamdi Bey, televizyonun pek popüler yarışma programı var mısın yok musun un bankacısıydı ve yarışmacılara, başarısına göre belirli paralar öneriyordu. Ömer Abi’nin yaratıcı slogan bulmakta üstüne yoktu. “Gardrop Fuat’ın malları bunlar”, “Al bu kirazdan, kalmaz birazdan” “Pazarın Vakko şubesi”, “Kısmet açan takımlar”...
Ama bu hafta onu zorlayacak bir gömlekçi gelmişti. Genç bir çocuktu, düzgün birine benziyordu, “Çok rahat şeyler bunlar”, “Çok rahat şeyler bunlar” diye bağırdıkça, pazardaki birkaç müşteri de onun tezgahında toplanıyordu.
Pazarda o an kuş uçmadı sanki.
Bayram Amca ertesi gün öğle namazından sonra toprağa verildi. Tıpkı pazarın çadırları gibi beyaz kefene sarılı vücudu, çok sevdiği 42 yıllık karısının üzerine gömüldü, koyun, koyuna sonsuza kadar uyumaları için.
Ertesi salı, pazar yine kuruldu, ipler yine düğümlendi, çadırlar yine gerildi. Bayram Amca’nın tezgahında bu sefer bir tek Ramazan vardı. İsteksiz açıyordu tezgahın üzerine bebe giysilerini. Canı kahvaltı bile etmek istemedi dedesiz. Limonata da içmedi.
Dedesi onu bu kez beyaz bulutların üzerinden gözledi. Yardım etmek istedi Bayram Amca torununa ama kocaman beyaz bir buluta takılı kaldı eli. Baktı ki, torunu işinin başında..Buluttan yorganını üzerine çekti, gül yüzlü karısına sarıldı...
11 Ekim 2008
Korkutan ama vazgeçilmez ziyaretçiler!...



Sıcakların bastırmasıyla “bizimkiler” de yine yazlık evlerine gelmişlerdi.
Biraz geç kalmışlardı ama gelmişlerdi işte. Gelmelerine çok sevindik. Ekmek kapımız açılmıştı zira.
Her sabah uğrarım bizimkilere. Arka balkonda kahvaltı yaparlar. Gözüm hep tatlılardadır. Özellikle reçellerde. Ama bizimkiler reçelleri bir kap içinde saklarlar. O kabın etrafında dolaşmak, kapağının açılmasını beklemek “sabır işidir” benim için.
Günler böyle sakin sakin geçerken bir hafta sonu telaş başladı “bizimkilerde”. Birileri gelecekti, bu bizim de işimize gelirdi. Zira misafirlere çıkarılacak yiyeceklerden biz de nasibimizi alabilirdik.
Gele gele bir çocuk geldi misafir olarak. Saçları dibinden kesilmiş, gözleri fıldır fıldır bir çocuk. Yerinde duramıyor, her tarafı keşfetmek için bir o tarafa koşuyor bir bu tarafa. Peşinde de büyük hala.
Çocuğun bize göre en iyi huyu eti çok sevmesi. Sürekli et pişiyordu onun için. Ben ve arkadaşlarım etten bol bol koparıyoruz, arka ayaklarımızdaki sepeti dolduruyoruz. Keyfimize diyecek yok. Ufaklığın şerefine bol bol et pişiyor, biz de etin başına üşüşüyoruz. Bir gün biz ete yapışmışken ufaklık gördü beni. Öyle bakakaldı. Dedesine döndü nedir bu dercesine. Dede anladı hemen. Anlattı “Bu bir arı. Etten, reçellerden, çiçeklerden malzeme topluyorlar. Sonra bize bal yapıyorlar” dedi. Ufaklıkla tanışmamız böyle oldu.
Hafta sonu ufaklığın annesi ve babası geldi bizimkilere. Anne tedirgin bakışlarla bizleri şöyle bir süzdü. Tehlike çanları çalıyordu. Hemen hissettim. Anne bizden korkmuştu, sadece savunma için kullandığımız zehir kesesine bağlı iğnemizi ufaklığa batıracağımızdan çekiniyordu. Halbuki iğnelerimiz geriye çentiklidir; bu yüzden birisini sokunca iğneyi geri çekemeyiz. Bunun için hayatımızı tehlikede görmediğimiz sürece kimseyi sokmayız. Korkusunu anlıyorduk.
Evin büyüğü ile bir şeyler konuştu. Masaya kap getirdiler. Kabın içine kahverengi bir toz döktüler. Ve yaktılar. Ortalık bir anda duman oldu.
Biz dumandan nefret ederiz. Hele kahve dumanından. Aman aman!. Hemen uzaklaştık masadan.
Arkamızdan ufaklığın bizi aradığını hissettim ama duramazdık oralarda artık. Yuvamıza çekildik, kahve dumanı salmayan başka bir balkon aramaya başladık.
7 Ekim 2008
İpsiz Recep'i TRT 1 hatırladı, dizisini yaptı!....

Televizyonlardaki dizi furyasına kendini kaptırmamışlardan biri de benim. Abuk subuk dizilerle pek işim olmadı.
Bugünlerde TRT1’de bir dizi başladı. İpsiz Recep. İpsiz Recep ismi bu blogu izleyenler için yabancı bir isim değil. Kurtuluş Şavaşı’mızın isimsiz kahramanlarından. Muharrem Kaptan İpsiz Recep’i anlatmıştı bizlere. (Mart 2008)
Okumayanlar ve diziyi izlemek isteyenler için o yazıyı tekrar sizlerle paylaşıyorum;
“Rizeli bir taka kaptanı olan İpsiz Recep Reis Batum’dan Rize’ye yük taşırken, zaman zaman da insan getiriyormuş.
Yine böyle bir seferde teknesine on yedi silahlı adam alıyor. Bunların İstanbul’da karışıklık çıkarmaya giden Ermeni komitacılar olduğunu farkedince yanındaki Rizeli Abdullah ile komitacıları bir şekilde öldürüp denize atıyorlar.
Yalnız bu adamlar Rus vatandaşı olduğu için Rusya Recep Reis’le Abdullah’ı kendilerine teslim edilmesini istiyor. Durumu öğrenen Recep Reis İnebolu ya geçiyor ve orada Cebeci köyüne yerleşiyor. Recep Reis Kerempe ile Kefken arasında taşımacılık yapıyor.
Genel af çıkınca tekrar Rize’ye dönen Recep Reis Batum’a geçiyor ve Ruslara yakalanıyor. On yedi kişinin ölümünden sorumlu olarak tutuklanarak 6 ay hücrede kalıyor. Ayağında zincir ve güllelerle çok eziyet ve işkence görüyor.
Kimilerine göre Azebaycanlı bir gardiyanın yardımıyla zincirleri kırarak kaçmış, kimilerine göre de Rizeli fırıncılar gerekli yerlere para vererek kurtarmışlar. Oralarda barınamayacağını anlayınca İstanbul’a gelmiş ve Sarıyer’e yerleşmiş. İşgal döneminde Rum ve Ermeni çeteleri, işgalcilerin desteğiyle azıtmışlardı. İpsiz Recep Reis bir grup kurarak onlarla mücadeleye girişiyor. Bu çete reislerinin en zalimi Giritli Andon’muş.
İpsiz Recep Reis Andon’la ilgili araştırma yapıp gerekli bilgileri toplamış. Andon’un her Pazar Tarabya’da bir gazinoya gittiğini öğrenmiş. Andon’un çetesi kırk kişi imiş. İpsiz sekiz tayfası ve Sarıyer’den katılan üç Rizeliyle toplam on iki kişiymiş. Bir Pazar gecesi gazinoya baskın yapıyor ve Andon’a dört el ateş ediyor Andon ölüyor, çetesine de büyük kayıp verdiriyorlar. İpsiz ve adamları kayıpsız çekiliyor.
Çetenin ikinci adamı Hrista ve İngiliz gizli servisi, İpsiz Recep’i yakalamak için harekete geçiyor. Boğaz’a elli asker gönderip ev ev arama yapıyorlar ama Recep Reis’i bulamıyorlar. Recep Reis arada bir Rize’den tanıdığı Rumelifeneri’nde oturan Giritlioğlu Hacı Şakir’in evine de uğrarmış. ( Hacı Şakir ailemizin büyüklerinden. Punto).
Recep Reis yine bir akşam çetesinden birkaç kişiyle Fener’e gelmiş, alt katta onlara yemek ikram edilmiş. Kısa bir süre sonra Recep Reis’i arayan İngiliz devriyeleri de Hacı Şakir’in kapısına dayanmış. Hacı Şakir dede onları de buyur etmiş ve üst kattaki misafir odasına almış, hemen sofralar kurulmuş. İngiliz’ler yemeğe başlayınca Recep Reis ve adamları alt kattan kaçmışlar.
Daha sonra Anadolu’ya silah nakliyle ilgili olarak Kefken’e gidip orada kalmış. Orada da Kandıra İzmit havalisindeki Rum çeteleriyle savaşmış. Milis yüzbaşılığına kadar yükselmiş. Kurtuluş savaşından sonra Atatürk Recep Reis'e milletvekilliği teklif etmiş. Gelen heyete “BİZ İŞİMİZİ TAMAMLADIK EFENDİLER. SAVAŞTA DİK DURAN BAŞIMIZI SİYASETTE EĞMEYİZ. TİLKİNİN BU PAZARDA İŞİ YOKTUR. GAZİ PAŞA HAZRETLERİNE HÜRMETLERİMİ ARZ EDERİM” diyerek kabul etmemiş".
6 Ekim 2008
"Bizim kaktüs"ün hayat hikayesi!....
YAVRU VE ÇİÇEK DALI: Bizim kaktüs bir yandan neslini devam ettirmek için yavru verirken bir yandan da çiçek için ileriye doğru bir kol uzatıyor.
Çiçekliklerde bir türlü çiçek barındıramıyorduk. Sitenin gençleri -sağ olsun- geceleri merdivenlerde oturuyor, doğal olarak da çiçekleri eziyorlardı.Gazetede gençlerle ilgili şikayetimi duyan bir dostum “dur sana kaktüs getireyim. Oturdukları yere dik. Bakalım ne yapacaklar” dedi.Fena fikir değildi. Eşi zaten bıkmıştı kaktüslerden. Ertesi günü iki tane ayva büyüklüğünde köklü kaktüsle geldi.Ben de merdiven çiçekliklerine diktim bunları. KOL KEPÇE AĞZI GİBİ ŞEKİLLENİYOR: Kaktüsün çiçek için uzattığı kol belirli bir mesafeye geldiğinde yavaş yavaş kepçe ağzı gibi şekilleniyor. Çiçek dünyaya gelmeye hazır artık. Açma anını yakalayamadım. Zira sabaha karşı açmış çiçeğini.
Cidden iyi iş gördüler. Ama kaktüs işte. Hiçbir albenisi olmayan şeyler! Ne olacak?Hangi yazdı hatırlamıyorum. Yazlıktan eve gelmiştim. Merdivenleri çıkarken gözlerime inanamadım. Bizim “popo kaçıran” kaktüslerden biri çiçek açmıştı, Hem de ne açma. Kaktüsten bir kol çıkmış, çıkmış ve ucunda çok güzel bir çiçek. Ertesi gün ise çiçek buruşmuş ve kol küçülmüştü. Bir gecelik çiçek açan kaktüstü bizimkisi. Bir iki yıl sonra yavruladılar. Zaten bazı çiçek dostu (!) çocuklar kalemle delik deşik etmişlerdi kaktüsleri.Yavruları aldık ve eve taşıdık. ÇOK KISA SÜREN GÜZELLİK: İnsan bu güzelliğin doyuncaya kadar sürmesini istiyor ama ne yazık ki ömrü çok kısa. Bir gece açıyor, o gün size eşlik ediyor ve ertesi gün elveda diyor.
Her yaz bizim olmadığımız bir zamanda açıp kapanıyorlardı.
Bu yaz bir mucize oldu. Yavru kaktüs ikinci kez filizlendi. Hemen gün gün gelişimini fotoğrafladım.
Dört gün içinde açmıştı bile.
Sonra mı? Sadece kendini bir gün sevdiren çiçek, bir başka yaz açmak üzere kapanıp gidiverdi..
Ama biz aile olarak takipteyiz. Yavrularını büyüte büyüte, o kaktüs ailesini de evin vazgeçilmezleri arasına katmaya devam edeceğiz.
2 Ekim 2008
Meraklısına diğer dinlerin bazı bayramları!...
Bir hafta boyunca dilimizden düşmeyen tek kelime “bayram” oldu. Sahi bizim bayramları hepimiz biliyoruz. Ya diğer insanların kutladığı bayramlar?
Hiç merak ettiniz mi?
Ben biraz araştırma yaptım ve kaynağını bulamadığım bazı bilgiler elime geçti. Bir yerlerden kesip saklamışım.
Merak edenler için işte diğer dini bayramlardan bir kaçı:
APOTAMİ KEFALIS İONNU: Rumlar Yahya Peygamber’in başının kesildiği 29 Ağustos günü perhiz yaparlar, domates, karpuz gibi rengi kırmızı olan hiçbir şeyi kesmezler, yemezler.
APOKRİES: Rumların karnavalı, Paskalya Yortusu’ndan 40 gün önce kutlamaları. Büyük oruçtan önce üç gün aralıksız eğlenilir.
AVAK ŞAPAT: Ermeniler, bir hafta boyunca İsa’nın gerilmesi sürecindeki olayların anılarını gün gün ayrı ayrı yaşatırlar.
AYİAS THEKLAS: Rumlar 24 Eylül’de Ayia Thekla adlı azizeyi anmak için Büyükada’daki Aya Yorgi tepesindeki manastıra çıkarlar. Manastıra yalınayak çıkılır ve mum yakılarak adak adanır.
AYİU STEFANU: 27 Aralık’ta Rumlar Hristiyanlığın ilk şehidi sayılan Aziz Stefanu’yu anarlar.
BOUTHO DNİNVE: Ninova halkının MÖ 862 yılında Kral Tiğlatpalassar dönemindeki “büyük tövbe”sini örnek alarak Süryani cemaati oruç tutmaktadır.
CEMAAT BAYRAMI: Yezidilerin bayramıdır. Yezidilerin piri Şeyh Adi’nin bir araya getirdiği ilk cemaatinin anısını tazelemek için kutlanır. Yedi gün sürer.
İDO DAKYOMTÖ: İsa Mesih’in Diriliş Bayramı. Bu bayramda yumurta ya da yumurta formu taşıyan hediyeler sunulur. Yumurtanın sarısı Mesih’in özverisini, beyazı ise tanrısallığını ifade eder.
PURİM: İsmi Ester olanlar bu bayramdan bir gün önce oruç tutarlar. Kraliçe Ester’in Yahudi kavmini üç gün oruç tutarak kurtarması kutlanır.
YOM KİPUR: Musevilerin büyük oruç günüdür. Museviler, iki gün batımı arasında aralıksız oruç tutup dua ederler.
27 Eylül 2008
Ramazan ya da Şeker Bayramı! Ne fark eder ki!

Öncelikle tüm dostlarımın Şeker Bayramını bir başka deyişle Ramazan Bayramını kutlarım. Dostlarımın bayramı aileleri ile birlikte neşe içinde geçirmelerini dilerim.
Biliyorsunuz uzun ramazan günlerinden sonra gelen bu bayrama kimimiz Ramazan Bayramı, kimimiz de Şeker Bayramı diyoruz.
Her iki isim de ülkemizde kullanılmaktadır ve bu konuda da bir tartışma açmanın gereği de yoktur. Boş yere tartıştığımız o kadar çok konu var ki!...
Bayramınızı kutlar, sağlıklı günler dilerim.
23 Eylül 2008
Yazlık yerlerin vazgeçilmezleri!...
Meraklarımdan biri de yazlıklarda tercih edilen ağaçlar ve bitkileri gözlemlemek. Evlerin bahçelerine hep o gözle bakarım. Hemen hemen herkes birbirlerinden görerek aynı bitkilerle yaşıyorlar.
Bizim bölgede gözlemlediğim en gözde bitki sardunya. Hemen herkesin balkonunda veya bahçesinde sardunya çeşitlerini görmek mümkün. Gülleri sıraya koymuyorum tabii. Her bahçenin “gülü” onlar. Boru çiçeği, oya ağacı, hatmiler de tercih edilenler. Ben şimdi bizim oraların vazgeçilmezleriyle tanıştırıyorum sizleri:








19 Eylül 2008
Deve örneğindeki gibi, neremiz doğru ki!...

Tekne kıyıya baştan kara etti. Sekiz çocuk saldırdılar, sandalın iki yanından binmek için. Ak saçlı denizci çocukları tek tek sandaldan indirdi. “Bakın” dedi. "Sandala öyle gelişi güzel binemezsiniz. Dengeli binmeniz ve dengeli oturmanız gerekli. Sen sağa geç, sen de sola. Sekiz kişisiniz dördünüz bir yana, dördünüz diğer yana. Hepiniz bindiniz mi? Tamam şimdi motoru çalıştırıyorum. Hiç kıpırdamak yok. Dönene kadar kimse yerinden kıpırdamayacak ve ayağa kalkmayacak. Yoksa teknenin dengesi bozulur ve alabora oluruz”. Çocuklar ürkmüştü, hiç kıpırdamadan öylece oturdular ve tekne gezisi bitince her iki yandan tek tek sahile indiler.
O çocukların arasında ben de vardım.
İlk denizcilik dersimi almıştım. Yıllarca denge işini unutmadım. Çocuklarıma da öğrettim.
Bu anımı neden hatırladım?
Biliyorsunuz geçenlerde bir feribot içindeki TIR’larla birlikte sulara gömüldü. Bence bu kazanın tak nedeni dengesiz yüklenme olabilirdi.
Bir çok tekne batmalarında bu dengesiz yüklenmenin payının büyük olduğuna inanıyorum.
Artık bilgisayar çağındayız. Büyük gemilerde yüklemeyi gösteren programlar var. Kaptan her yük konuşunda bilgisayardan geminin kaç derece sağa, sola, öne ya da arkaya yattığını
görebiliyor. Acaba bizim gemilerin kaçında bilgisayarlı kontrol sistemi var?
Doğru ise batan feribotta can yelekleri yerine yağmurluk dağıtılması da bizim kafa olarak nerelerde olduğumuzun tipik bir örneği.
Geçen yaz Yunan Adaları gezisinde gemideki ilk saatlerimizde bize can yeleklerini takma eğitimi yaptırdılar. Her yolcuya numaralı can yeleği verdiler. İnsan bu uygulamaları görünce insan olduğuna inanıyor.
Ya Tuzla’daki filika denemesi faciası.
Lafın kısası deveye sormuşlar “Neden boynun eğri”. O da cevaplamış “Nerem doğru ki”!...