11 Kasım 2008

Kuşdili Çayırı’nda kuşlar ötmüyor artık!

Çocukluğumun büyük bölümü Kadıköy Yeldeğirmeni semtinde geçti. Kaçamak yaptığımız ve nefes aldığımız iki yer vardı; biri Çamlıca tepesi diğeri de Kuşdili Çayırı.O dönemlerde daha park kültürü gelişmemişti. Biz çocukları çayıra salarlardı.Kuşdili Çayırı Fenerbahçe Stadına yakın olduğu için arkadaşlarla çok giderdik.Çayır ayrıca o semtin piknik yerlerinden biriydi. Kuş cıvıltıları arasında oynardık.Bildiğim kadarı ile Kuşdili Çayırı, Kurbağalıdere’nin taşma alanına giriyordu ve bataklık bir zemini vardı. Adını ise kuşbazlardan almıştı.Kuşdili Çayırı’nın Altıyol’dan gelen cadde tarafındaki küçük sahada iddialı futbol maçlarını seyretmek ayrı bir zevkti bizim için.
PAZARIN BOŞ VE DOLU HALİ: Kadıköy'ün sembolü semt pazarlarından “Salı Pazarı”, (üstte boş hali, altta pazar kurulmuş hali). Pazarın İstanbul Büyükşehir Belediyesince inşaatı tamamlanan Hasanpaşa'daki yeni pazar yerine taşınacağı söyleniyor. (Fotoğraflar o bölgede MOROUTLET isimli dükkanı olan Suzan Abla'ya ait).
Zamanla çayır yavaş yavaş betonlaştı. Kuşlara yol görünmüştü. Ağaçlar kesildi. O güzelim çayır cav cavlak ortada kaldı.
Acıbadem’e giden yolun yamacında kurulan Salı Pazarı buraya taşındı.Ortada ne çayır kaldı ne de piknik alanı. Uzun yıllar otopark olarak görev yaptı semt sakinlerine.Şimdilerde ise bir kavga var "O" yer üzerinde.Büyük Şehir Belediyesi bölgeyi ihaleye çıkardı. İhaleyi son zamanlarda yıldızı parlayan firmalardan biri kazandı. Böylece “Kuşdili Çayırı Sabit Pazar, Kültür ve Rekreasyon Merkezi Kentsel Tasarım Projesi” hayata kondu.Pazarcılara bir yer gösterildi, "hadi bakalım çıkın buralardan" dendi.
PROJESİ ÇİZİLMİŞ BİLE: 50 milyon dolara mal olması hesaplanan projeye göre pazar, 45 bin metrekarelik alanda 22 bin metrekareye kurulacak. Alışveriş ve yemek alanlarının üzeri dev bir kubbeyi andıran çadırla kapatılacak. İçinde pazar tahtası esprisine uygun üç cepheli dükkânlar bulunacak. Kubbenin ortasında yükselen kulenin tepesinde ise 700 metrekarelik özel bir restoran yer alacak. 300 bin araçlık otopark, sinema, tiyatro, çocuk eğlence merkezi ve spor alanları da bulunacak. Zemin katta geleneksel sokaklar, meydanlar oluşturulacak. Ayrıca yiyecek içecek üniteleri için birimler olacak. Her sokakta ayrı bir ürün grubu hizmet verecek.
TAM BİR CAZİBE MERKEZİ: Salı Pazarı'nın kurulduğu Kuşdili Çayırı'nın kuşbakışı görüntüsü. Etrafında hiç boş alan kalmamış. Tam bir cazibe merkezi haline gelmiş.
Pazarcılar ve Seyyar Esnaf Odası 2 bin 400 pazarcıyı ilgilendiren ihalenin iptali ve yürütmenin durdurulması için dava açtı.
Kuşdili Çayırı'nın 2002 yılında Anıtlar Kurulu tarafından doğal SİT alanı olarak ilan edildiğine dikkat çeken Mimarlar Odası “Orası yeşil alan olarak kalmalı" dedi.
"O onu" dedi "bu buna itiraz etti", ama sonuç her zaman olduğu gibi sıfıra sıfır görünüyor.
Belediye bir kere oraya göz koydu ya mutlaka oraya bir şeyler yapacaktır.
Sonuç olarak temennimiz, çocukluğumuzda “nefes almak için” gittiğimiz Kuşdili Çayırının yine o bölgenin nefes aldığı bir yer olmasıdır.

10 Kasım 2008

Atam. “Sessiz güç” devrimlerini yaşatacak!...

Sevgili Atam;
"Ayrık otları" senin zamanında da vardı, bugün de var ve yarın da olacak.
Olsun.
Buna karşı senin yarattığın “SESSİZ VE KÖKLÜ GÜÇ”, devrimlerini sonsuza kadar yaşatacak.
Rahat uyu, Sevgili Atam!...

4 Kasım 2008

Atatürk sevgisini kimse söküp atamaz!..

Cağaloğlu’ndaki Hürriyet’te ve Günaydın’da çalıştığım dönemlerde çok bunaldığımız anlarda arkadaşlarla işi bırakır, 10-15 dakikalığına Gülhane Parkı’nı bir dolaşır sonra işe dönerdik. Orada teneffüs ettiğimiz temiz hava bize doping etkisi yapardı.
Medya İkitelli’ye taşınınca, Gülhane Parkı ve Sultanahmet ancak hafızalarımızda kalmıştı.
Geçen gün eşimle nostalji gezisi yaptık, Sultanahmet’te köfte yedik, Gülhane Parkı’nı gezdik.
Gülhane Parkı’nın yeni halini sizlere ayrı bir yazıda anlatacağım.
Şu aralar bir Mustafa belgeseli yapıldı ya. Sözde Atatürk’ün insani yanını gösteriyorlarmış. Sevsinler bu “ticari filmi” yapanları. Ben seyretmedim, seyretmem de. Para kazandırmam onlara. Bize insani yanı mı gerekli, yoksa ilkeleri mi?
Parkı gezerken yolun sol yanına yeni konmuş Atatürk heykeli dikkatimizi çekti.
Ben de fotoğrafını çekmek istedim.
O sırada bir anne kız, heykelin yanındaydı. Bekledim ve küçük kızın Ata’sıyla annesine verdiği pozu ben de fotoğrafladım.
Evde bilgisayarda fotoğrafı büyütünce o müthiş “doğal sevgi”yi yakaladım.
Küçük kız annesine poz verirken, bir yandan da Atatürk heykelindeki eli okşuyordu.
Ne abartı vardı bu sevgide, ne de zorlama.
Fotoğrafı eşime gösterdim şöyle dedim:
“Kim uğraşırsa uğraşsın, -zaten seksen beş yıldır uğraşıyorlar- bu sevgiyi kimse söküp atamayacak!”
Bu fotoğraf bunun en güzel kanıtı!!!!!
Genç Bakış programındaki gençlerin, filmi yapan ve süklüm püklüm cevap vermeye çalışan belgeselciye sordukları o "müthiş" soruları görünce içim çok rahatladı.
Tekrar ediyorum; kim ne yaparsa yapsın "o sevgi" sonsuza kadar yaşayacak.

2 Kasım 2008

Tezgahlarda bir Çin kökenli daha: PORTAKAL

Çarşı pazara çıktığınızda ne kadar çok Çin malları ile karşılaşıyoruz değil mi?
Her sektörü, ahtapotun kolları gibi sarmışlar.
Şaşıracağınız bir bilgi de ben vereyim size. Bugünlerde tezgahlarda yerini almaya başlayan "portakalın anavatanı da Çin".
Biz portakalın Akdeniz ülkeleri meyvesi olduğunu bilirdik ama o da bugün piyasayı dolduran mallar gibi taaa Çin'den kalkıp gelmiş.
Bir başka bilgi portakal dünyada en çok tüketilen ikinci meyve. Birincisi tabii elma.
Portakal önemli bir askorbit asit kaynağı. C vitamini yönünden çok zengin olduğunu hepimiz biliyoruz.
Portakalın suyu da meyvesi gibi çok tüketiliyor. Kabuğu da işe yarıyor. Kabuğundan parfüm yapılıyor, şeker sanayinde kullanılıyor.
Pastalarda, tatlılarda kullanıldığını ayrıca, reçel yapımında da kullanıldığını unutmayalım.

30 Ekim 2008

Felsefeci Aristo’nun çözüm önerileri!…

Elektronik postalarda bir hikaye dolaşmıştı. Çoğunuza gelmiştir. Bir yere kaydetmiştim. Okumamış olanlarla günümüze uygun bu hikayeyi paylaşmak istedim;
Büyük İskender felsefenin duayeni sayılan Aristo’ya bir mektup yazar.''Zaptettiğin topraklardaki insanları kontrolün altında tutabilmek için neler yapmalıyım” diye görüş beyan eder;
1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim?

Aristo’nun cevabı:
1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar,
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar,
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.

Çözüm olarak şu nasihati verir;"İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin,
Birbirleriyle savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin,
Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın”.

Aristo'nun önerileri hâlâ geçerli değil mi?

25 Ekim 2008

Kimse ümitlenmesin,Cumhuriyetimiz sonsuza dek yaşayacak!

Cumhuriyetimizin altını oyanlar! Oymaya çalışanlar!
Hiç heveslenmeyin!
Bizden sonra çocuklarımız, çocuklarımızdan sonra torunlarımız.
Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatacaklar.
Bunu böyle bilin!....
Cumhuriyet Bayramı'mız kutlu olsun!...

22 Ekim 2008

Eğitmenlerin “Ergenekon İş Grubu”!...

Biliyorsunuz benim iki şapkam vardı; birincisi gazeteci, diğeri de hukukçu şapkam.
Bu blogda ilk soruşturmanın yasa gereği gizli olduğunu ve buna uymanın hukuka uyma olacağını defalarca yazdım.
Gazetecilik, her önüne konan habere balıklama atlamak değildir.
Bu hatırlatmaları neden yaptım?Ne yazık ki medyada ilk soruşturmanın gizliği diye bir şey kalmadı.
İlk soruşturma bilgileri de yalan yanlış haber haline gelince ne hukuk kaldı, ne de medyanın tarafsızlığı.
Aylardır “Ergenekon” kelimesi ile yatıp kalkıyoruz.
Dava başladı. Aslında başlayan davanın ismi “Ergenekon” falan değil.
Bilmem kaç sayılı dava. Bu davanın dosyasının kapağında isim yoktur, sayı, tarih vardır.
Medyamız meraklıdır isim yakıştırmaya. Biri bir isim koydu mu bunun aslı astarı var mı diye bakılmadan hemen atlanır o ismin üzerine.
“Ergenekon” ismi sanırım sanıklardan bazılarının “destandaki önemine paralel” kendilerine yakıştırdıkları bir isim.
Üzüldüğüm nokta medyamızın hali.
Yarını düşünmeden, milli değerlerimize aldırmadan, genç kuşaklara bıraktıkları mirasa bakın!.
Ergenekon’la terör eşdeğerde ve yan yana.

Fotoğrafta Türklerin Ergenekon'dan çıkışı anlatılıyor. (Foto. Doğu Türkistan web sitesi)
Sevgili dostlar; Biliyorsunuz ama ben yine de “Ergenekon Destanı”nı hatırlamakta fayda görüyorum:
Genel olarak bu destan hile ile yenilgiye uğrayan Türklerin Ergenekon Ovası’nda yeniden toparlanıp eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır. Destana göre, düşmanlar Türkleri yenemeyeceklerini anlayınca yenilmiş gibi yapıp kaçarlar. Türkler de peşlerine düşer. Düşman geri döner. Türkleri kılıçtan geçirir. Çadırlarını, mallarını yağmalarlar.
Türklerin başındaki İl Kağan’ın Kayı adlı oğlu sağ kalır bu savaşta. Bir de yeğen Tokuz Oğuz. İkisi de tutsak olur ama bir süre sonra karılarını da yanlarına alıp kaçarlar. Yurtlarında buldukları sürülerle dağlara doğru yol alırlar. Öyle bir yere gelirler ki sadece geldikleri sarp yolu vardır bu yerin. Buraya “Ergenekon” adını verirler.
Kayı ve Tokuz’un çocukları doğar ve zamanla çoğalırlar. Aradan dört yüz yıl geçer. Bulundukları yere sığamaz olurlar ama Ergenekon’dan çıkış imkansız gibidir.
Kurultay’ı toplarlar. Bu bölgeden çıkış kararı alırlar ama yol yoktur. Bir demirci akıl verir. Dağda bir demir madeni vardır. O maden eritilirse yol açılacaktır. Öyle yaparlar. Dağın her yanına bir kat odun, bir kat kömür koyarlar. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere yerleştirirler. Ve bir yüklü devenin geçebileceği kadar bir yol açarlar. Bir bozkurt çıkar karşılarına. Bozkurt onlara yolu gösterir. Ergenekon’u terk ederler.
Yani yeniden doğarlar.
O gün Türklerin bayramı olarak kutlanır.
Tıpkı Atatürk’ün yenilmiş Osmanlı’dan bir Türkiye Cumhuriyeti yaratması gibi.
Ne kadar benzerlik var görüyor musunuz sevgili dostlar.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında “Ergenekon” kelimesinin bir anlamı, bir ağırlığı vardı.
Köy Enstitüleri ile ilgili bir kitapta “Ergenekon” kelimesine rastlamıştım. Uzun süre hatırlamadım nerede gördüğümü “Ergenekon”u.
Birkaç saatimi verince bulmuştum aradığımı. Nerede mi?
İsmail Hakkı Tonguç’un “Canlandırılacak Köy” kitabında.
Biliyorsunuz İsmail Hakkı Tonguç Köy Enstitüleri fikrinin uygulama babası.
Köy Enstitüleri’nden önce köylünün aydınlatılması için Köy Eğitmeni Yetiştirme Kursları açılmıştı.
1936’da açılan Eskişehir Çifteler köy Eğitmeni Yetiştirme Kursunda eğitmenler çeşitli iş gruplarına ayrılıyor, başlarına da bir öğretmen veriliyordu.
Bu eğitmen grupları çeşitli isimler almıştı:
Altı ok, Kocatepe, Sakarya, Bozkurt, Duplupınar, İnönü, Çankaya, Göçyolu, Tınaztepe ve ERGENEKON.
İşte size, Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki “Ergenekon grubu" ve Ergenekon kelimesinin kullanıldığı yeri.
Ne dersiniz? Nereden nereye değil mi?

19 Ekim 2008

Gazetecilerin gazeteci olmayan “TARAF”ları!

Son günlerde ordumuz ile ilgili yapılan eleştirilerin doruk noktaya çıkması beni üzüyor. Eleştiri mi, yıpratma mı?
Medyanın işi eleştirmek mi, yıpratmak mı?
Tabii ki eleştirmek ve eleştirileri de ülke çıkarının çizdiği çerçeve içinde yapabilmek.
Sizinle bir anımı paylaşmak istiyorum. Bu paylaşmayı yaparken isimleri yazmayacağım.
Büyük gazetelerin birinde genel yayın müdürü değişmişti. Ben de yazı işlerinde çalışıyordum. O dönemlerde çalıştığım gazetede sıkça genel yayın müdürleri değişiyordu ama ilk defa gazete dışından bir gazeteci genel yayın müdürü olmuştu.
İlk olarak bu arkadaş yazı işlerine birkaç kişi getirdi.
Onlar da dışarıdan!
İki başlı bir yazı işleri olmuştu. Birinci grup eski çalışanlar, ikincisi yeni gelenler.
Bu iki grup bir türlü kaynaşamamıştı. Yeni gelenler farklı gazetecilik yapıyordu. Sağda solda yayımlanmış haberleri alıyorlar, takla attırıp yeniden gazeteye koyuyorlardı.
Bir sabah toplantısında önemli bir roman yazarı ile röportaj yapılması istendi.
Konu Güneydoğu sorunu idi.
Gazetenin toplantıya katılan ve muhafazakarlığı ile tanınan bir yazarı, bir öneride bulundu. Roman yazarına “Güneydoğu sorunlarının yanı sıra çatışmalarda şehit olan gençler için de ne düşündüğünün sorulmasını” istedi. "Tamam" denildi ve bir muhabire görev verildi.
Röportaj yapıldı, yazı işlerine verildi. Yazıyı ilk ben okudum. Cümle düşüklüklerini, imla yanlışlarını düzelttikten sonra sayfaya konmak üzere hazırladım.
Muhabir, toplantıda konuşulduğu gibi muhafazakar yazarın istediği soruları da sormuştu romancıya.
Romancı bu sorulara kaçamak cevaplar vermişti. Cevapların ne olduğu önemli değildi, önemli olan bu soruların sorulmuş olmasıydı ve bu sorular, röportajın “tek taraflı” olmasını önlemişti.
Genel yayın müdürünün gazeteye aldığı ve yazı işleri müdürü sıfatı verdiği kişi, o gün gazeteye her günkü gibi geç gelmişti.
Röportajı sordu. Geldiğini ve sayfaya koyduğumuzu söyledik.
“Durun” dedi. “Bir de ben okuyayım. Benim okuduğum şekli ile gazeteye girsin”.
O da okudu ve röportaj onun okuduğu şekli ile gazeteye girdi.
E! ne olmuş der gibisiniz.
Bu arkadaş muhafazakar yazarın istediği tüm soruları ve cevapları yazıdan çıkarmıştı. Röportaj o şekliyle yani "tek taraflı" olarak yayımlandı. Bizim gazetecilik anlayışımızın tam tersi bir bakış açısıydı bu ama güç onlardaydı!...
O grup sonunda gazeteden ayrılmıştı, ayrılmıştı ama gazetenin okuyucu karşısındaki itibarı da zedelenmişti.
Bugün birtakım gazeteci sıfatlı kişilerin neyin “taraf”ı olduğu çok net görünüyor ne yazık ki.
O arkadaşın şimdi nerede çalıştığını merak ediyorsanız onu da söyleyeyim:
O arkadaş hâlâ TARAF”!......

16 Ekim 2008

Punto, ikinci yaş gününü kutlarken!.....

Paylaşmak.
İnsan hayatında çok önemli bir kelime diye düşünüyorum.

Şöyle etrafınıza bir bakın.Yakınlarınız.
Sizinle neyi paylaşıyor?Dostlarınız. Medya. Siyasiler. İş yerindeki arkadaşlarınız.

Neyi paylaşıyorsunuz?
“O dedi bu dedi”yi.
Bilgiyi paylaşan var mı?
çok az değil mi?
Ya tecrübeyi..Alıp nereye götürebilirsiniz ki tecrübeyi birileriyle paylaşamadıktan sonra.
İşte bu blog tecrübeyi, bilgiyi, yaşanan olayları ve bu olaylardan ders çıkarmayı paylaşmak istiyor.
Bu Blog'un açılmasında gurbet illerden yardımcı olan, teşvik eden en önemlisi bilgisini paylaşan Dilek'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım”.
İki yıl önce bu blogu açarken yukarıdaki cümleleri yazmışım.
Aradan iki uzun yıl geçti.
İyi kötü bir çok bilgiyi sizlerle paylaştığıma inanıyorum ve bana itici güç olduğunuz için teşekkür ediyorum.
Zamanım yettiğince paylaşmaya devam edeceğim.
Pes etmeye hiç niyetim yok!......

14 Ekim 2008

Pazarda geçen koca bir ömür!...

75 yılı devirmişti. Bunun en az 60 yılında yaptığı gibi yine sabah 05.00’te kalktı yatağının sağ yanından. İşlerinin iyi gitmesi için hep sağdan kalkmasını öğretmişti ona ninesi. Abdest alıp sabah namazını kıldı. Torunlarına sağlık ve bol rızk vermesi için dua etti, Allah’ına. Artık kendisi kuru ekmek de olsa yerdi. Ama ya evdeki iki torunu. Onların daha ömürleri çok, yolları engebeliydi.
Yaz, kış giydiği çatlak çatlak olmuş deri yeleğini giydi, sonra da ayakkabılarını. Başına kasketini geçirdi. “Hadi evlat” dedi. Gün ışırken yola koyuldular. Haftanın 5 günü İstanbul’un pazarlarına çıkarlardı, büyük torunuyla. Son yıllarda işler hem git gide azalmış, hem de onun için zorlaşmıştı. Pazarcılığa ilk başladığı yıllarda bana mısın demediği işler, şimdi ona çok güç geliyordu. İhtiyarlık “çetin kış” diyen ninesini düşündü, torunu gaza basarken. Ne de çok gülerdi ninesi oflayıp pufladıkça. Kendisinin de bir gün ninesi gibi olacağı aklıcığının köşesinden geçmezdi.
“Bugün nasılsın dedeee” diye bağırdı torunu..."Ne bağırıyosun karşında sağır mı var” diye tersledi onu. Kulağının az duyduğunun yüzüne çarpılmasından haz etmezdi. Bu da onun tek huysuzluğuydu işte. “Tamam, tamam” dedi torunu gülerek. Ama sırtına tokadı yemeden edemedi.
Pazar yerine vardıklarında saat 07.00’ye geliyordu. Pazarcıların çoğu gelmiş çadır kuruyordu. Torunu demirleri indirdi önce, sonra çadır bezini, en sonunda da malları. Sonra minibüsü park etmeye gitti. Pazarın tüm çadırları kurulduğunda pamuktan bir tarla oluverirdi başlarının üzerinde. Çadırların altında ömrünü geçiren Bayram Amca, bayılırdı buna. Allah’ın ona ölünce de böyle beyazlıklar nasip etmesini diler, sevaplarının onu, bu çadırlar gibi korumasını isterdi. Torunu döndüğünde o çadır bezini açıyordu. Uçlarına urganları bağladılar, birlikte. Sonra ucu çengelli sopayla direklere tutturdular çadırı, dört ucundan. Takatsiz çekti Bayram Amca, nasırlaşmış elleriyle urganı ve çadırı gerdi. Karşı komşusu olan gömlekçi Ali, her seferinde “çadırı iyi çekin Beyram Emica, güneş malları bozuyo” diye laf geçirirdi. Allah günah yazmasın sevmiyordu o göbekli adamı. Pazarın raconu bozulmuştu, git gide. Eskiden ne efendiydi pazarcılar. Sonradan it, kopuk doluşmuştu pazara. Ya yandaki kuruyemişçiye ne demeliydi. Her seferinde tezgah büyüklüğü kavgası yapardı. “Bayram Amca, gene geçtin sınırı. Çek bakalım tezgahı biraz..Biraz daha, biraz daha” Kuruyemişleri görünsün diye Bayram Amca’nın askı yapmasına bile izin vermezdi. Oysa Bayram Amca, astı mı o bebe giysilerini, pazar şenlenirdi sanki. Rengarenk, çiçekli, şapkalı, fırfırlı elbiseler, mini minnacık ceketler, zıbınlar...Tezgahın üzerine, kim bilir hangi bebeğin yumuşacık tenini okşayacak giysileri özenle dizdi torunu.
Hayatın yükünü sırtında taşır gibi gümüş rengi güğümünü yüklenen limonatacı Yaşar geçerken, Bayram Amca, el etti; “Ver bi limonata oğul”...Kahvaltıyı, torunuyla birlikte pazar yerinde yaparlardı.
“Yürüüü, çık git pazardan”.
“Pis Fenerbahçeli”.
“Çeşmeden mi dolduruyon bunları”.
“Yürrrüüü Pis Apo yürrrrrüüü.”
Sarı lacivert boyalı, en büyük Fener_ Malatyalı yazan el arabasıyla Deli Apo geçiyordu, sağa sola küfürler savura, savura: “Senin de ananı...senin de...”
Su satıyordu Deli Apo. Pazarcıların hoşuna giderdi Deli Apo’nun küfürleriyle yıkanmak. Ağza alınmayacak küfürler ederdi Apo, hiçbirinin cesaret edemediği. Koyu Fenerli Apo’nun sağı solu belli olmazdı. Fenerbahçe’ye kızarsa eğer, yakardı gemileri ve sarı kırmızı yapıverirdi arabasını.
Rahat bırakın adamı yahu” diye bağırdı Bayram Amca. Uğultular arasında uzaklaştı Deli Apo.
Bayram Amca yaşlarında bir kadın yaklaştı tezgaha. Kaça bunlar dedi. 5 dedi torunu. İki tane alsam 8 olmaz mı dedi kadın. Olmaz dedi Ramazan.
“Ver ver” siftah olsun dedi Bayram Amca. Kadın küçücük para keseceğinden dürülmüş bir 10 ytl çıkartıp uzattı, tek parası buymuşcasına. İki YTL’yi alıp pazarlık yapmanın gururuyla kocaman kalçalarını oynata oynata uzaklaştı tezgahtan.
Eşofman satan Ömer Abi, “toruna eşofman lazım değil mi hanım abla” diye yapıştı, yaşlı kadına. Son zamanlarda pazarda en az bulunan şey alıcı müşteriydi. Ramazan’a kağıt ve kalem getirip: “Şuraya Hamdi Bey’in en son teklifi beş YTL, yaz bakalım Ramazan” dedi. Yedi ytl’ye sattığı eşofmanları durgunluktan beşe indirmişti.
Hamdi Bey, televizyonun pek popüler yarışma programı var mısın yok musun un bankacısıydı ve yarışmacılara, başarısına göre belirli paralar öneriyordu. Ömer Abi’nin yaratıcı slogan bulmakta üstüne yoktu. “Gardrop Fuat’ın malları bunlar”, “Al bu kirazdan, kalmaz birazdan” “Pazarın Vakko şubesi”, “Kısmet açan takımlar”...
Ama bu hafta onu zorlayacak bir gömlekçi gelmişti. Genç bir çocuktu, düzgün birine benziyordu, “Çok rahat şeyler bunlar”, “Çok rahat şeyler bunlar” diye bağırdıkça, pazardaki birkaç müşteri de onun tezgahında toplanıyordu.
Bayram Amca, “yine çok sıcak olacak” dedi torununa, kasketini kaldırıp başının üzerindeki terleri silerken. Kötü hissetti birden kendini..Gül yüzlü karısını düşündü önce, kararan gözlerini beyazlıklara dikti sonra ve sonsuz beyazlıkta kaldı gözleri..."Dedeee, Dedeee" diye bağırdı torunu. İstedi ki, “ne bağırıyosun sağır mı var karşında” desin dedesi.
Ama dedesinden ses çıkmadı. Gözleri beyazlıkta takılı kaldı..Pazarcılar doluştular başına..Koca gövdesiyle gömlekçi Ali sırtladı Bayram Amca’yı. “Noldu”, “nolmuş”, “ölmüş mü”, “yaşıyor mu?”Yazık yazık”..”Çok yazık” sesleri arasında uzaklaştı Ali. Ramazan da arkasından koşturdu.
Pazarda o an kuş uçmadı sanki.
Bayram Amca ertesi gün öğle namazından sonra toprağa verildi. Tıpkı pazarın çadırları gibi beyaz kefene sarılı vücudu, çok sevdiği 42 yıllık karısının üzerine gömüldü, koyun, koyuna sonsuza kadar uyumaları için.
Ertesi salı, pazar yine kuruldu, ipler yine düğümlendi, çadırlar yine gerildi. Bayram Amca’nın tezgahında bu sefer bir tek Ramazan vardı. İsteksiz açıyordu tezgahın üzerine bebe giysilerini. Canı kahvaltı bile etmek istemedi dedesiz. Limonata da içmedi.
Dedesi onu bu kez beyaz bulutların üzerinden gözledi. Yardım etmek istedi Bayram Amca torununa ama kocaman beyaz bir buluta takılı kaldı eli. Baktı ki, torunu işinin başında..Buluttan yorganını üzerine çekti, gül yüzlü karısına sarıldı...