28 Eylül 2011

1987 Piri Reis’in petrol arama krizi ve “o gece”!

Kıbrıs Rum Kesimi ile bir süredir devam eden petrol arama ve sondaj bunalımı beni 1987 yılına götürdü. 24 yıl önceki siyasi kriz Türkiye ile Yunanistan arasında idi.
Yunanistan, ortağı olduğu Kuzey Ege Petrol Şirketi’yle Taşoz Adası yakınlarında petrol arama ve sondaj yapmayı planlamıştı. Yunanistan planlamakla kalmadı, bu şirketi ulusallaştırmak istedi.
Türkiye buna itiraz etti. İtiraz gerekçesi olarak da bu davranışın ulusal karasuları sınırları dışında petrol arama ve sondaj çalışmalarına gidilmesini yasaklayan 1976 Bern Anlaşması’na aykırı olduğunu ileri sürdü.
Gerginlik tırmandı, tırmandı, Londra’da bulunan Başbakan Özal’ın “Yunanlılar uluslararası sularda petrol aramak için harekete geçerlerse, bizim de aynı yerde olmasa da, uluslararası sulara açılıp petrol aramak son derece tabii hakkımız olacaktır. Fakat onlar, uluslararası sular bizim diyerek gelir ve gemimize ( Piri Reis gemisi) dokunurlarsa, bu bir savaş nedeni olur” demesiyle doruk noktasına ulaştı.
O geceyi “savaş çıkıyor” diye gazetede geçirdik.
Tüm gün gazetenin Atina muhabirini aradık durduk.
Yok, yok.
Yer yarılmış, Atina muhabiri oralara girmişti sanki.
Cep telefonları da henüz piyasada değil.
Atina’dan hiçbir haber alamadan sabahı bulduk.
NATO, Amerika ve Avrupa ülkeleri araya girmiş, savaşı önlemiş, bunalım hafifletilmişti.
Sabah 9.00 sularında yüzümü yıkamak için lavaboya giderken merdiven başında Atina muhabiri ile burun buruna geldim.
Şaşırmıştım. “Ege’de savaş çıktı çıkacak. Sen burada ne arıyorsun?” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Sakin sakin yüzüme baktı “boşuna heyecanlanmışsınız” dedi ve ilave etti:
Bak Akın. Siz bu Yunanlıları iyi tanımazsınız. Ben yıllardır aralarında yaşıyorum. Bunlar sınıra kadar gelir. Duvarın önünde edep yerlerini gösterip karşı tarafı tahrik ederler. Sizin duvara tırmanıp atlayacağınızı anlarsa donunu, pantolonunu çekmeden kaçar. Onun için boşuna sabahlayıp beklemişsiniz. Bunlar tek başlarına bir hiçtirler.”
Sarıldık, öpüştük, hasret giderdik.
Bu sözleri yıllardır unutamam. Her bunalımı bu sözlerin ışığı altında değerlendiririm.
Kıbrıs Rum tarafı ile çıkan bunalıma gelince.
Köprülerin altından çok sular aktı. Rumlar sinsi sinsi hazırlandılar. Antlaşmalar yaptılar. Silahlı güç olarak da yanlarına İsrail’i aldılar. Amerikan şirketi ile anlaştılar.
Bakalım Bu kez de Türk savaş gemilerini gören Rumlar donlarını toplamadan kaçacak mı?
Bekleyip göreceğiz.



25 Eylül 2011

"Muhallebi" diye yediklerimiz!

Başbakan’ın bu hafta da ayak basmadığı yakın çevre, parmak basmadığı sorun, benim de inanacak doğrudur, işin aslını biliyorum diyeceğim bir konu kalmadı! AKP lideri Orta Doğu ile de sınırlı kalmadı ve uzak noktaya ABD’ ye de uzandı...
Yurt içinde terör kentlerin ara sokaklarına kadar ulaşmışken, anketler itiraz istemez der gibi ortaya döküldü. Ortak kanaat şöyle...
Başbakana ve iktidar partisine olan destek artıyor... Bu artışta en büyük etken dış politika... Daha da doğrusu İsrail düşmanlığı!
Ortak rakamlar şöyle:
AKP’nin oy oranı % 55’lere çıkmış, CHP % 21’e gerilemiş, MHP % 14’lerde. Şimdilerde moda olan  “Yeni Osmanlı” anlayışı imiş!..
Desteğin merkezinde İsrail’e uygulanan yaptırımlar, One minute’ nin devamı söylemler ve Türkiye’nin bölgede artık söz sahibi etkin bir güç olduğu söylemi yatıyor!
Araştırmada, bana göre araştırılmayan ve anlamakta zorlandığım yan bu kesim yani % 55 oranını oluşturan Türk vatandaşları hangi DOĞRU bilgileri edindiler ve ona göre bir karara vardılar?
Ülkemde doğruları şıp diye öğrenme imkanı var mı? Bu doğruları tüm gazeteler mi yazar? Tüm TV haberleri mi okur? Yoksa haber kutsaldır diyen gazeteciler mi kaleme alır?
Bugün (22 Eylül Perşembe) NTV gibi tarafsızlığı arşive kaldırılmış ciddi! bir yayın organı ünlü satranç ustası Kasparov’la söyleşi yaptı...
Ne mi soruldu?. İş adamlarına konuşacak bilgisine sarılmış lokum soru:
Türk ekonomisini nasıl bulduğu... Kasparov kibar davrandı... Ben emekli oldum dedi. Sorunun santraç sanatı içindeki cevabı olsa olsa “kaleler alınmış... Vezirin boynu vurulmuş. Kala kala bir şah kalmış! Olabilirdi... Olmadı...
Bir kere daha ben yaptım oldu mantığı yürüdü... Sanki Ağaoğlu daire satıyor... Yaptım oldu. Söyledim olacak... Ağalık yumrukla oluyor zahir!
Olayları yandaş köpüğünden sıyırıp bakınca AT GÖZLÜĞÜ hala burunların üzerinde duruyor... Karadeniz’de HES’lere HAYIR sloganı dalgalar halinde çırpınırken Başbakan kendisini seçen hemşerisinin “yeşilimi, suyumu, şırıl şırıl akan deremi eleme. Dedemin yaşadığı ortamı betonlama. Ben gaz lambası da olsa çevremi istiyorum. Beni dinle, yaşantımı değiştirme” diyor!
Anlatabiliyor mu? Tartışan karşı fikirlerle karşı karşıya gelen akademisyen, profesör, yetkili etkili kişiler medya da eksik değil... Eksik olan İtalya’da ki gibi dava... Depremi hafife aldın vatandaşların öldü... Suçlusun... diyebilen halkın hakkını arayabilen düşünce!
Bizde tam tersi olmuyor mu? Kendi sahasındaki maçta seyircisinin sahaya inmesi, olay çıkarması sonucu “ceza” geliyor... Bir maç ceza çekildi. İkinci ne oldu? O cezayı hanımların doldurduğu trübünlerle halletmedik mi?
Yeni gelenin, eskinin aldığı tüm kararlar hatalı deme lüksü var mı? Olay çıkaran, saha giren seyirci ceza yerine ödül almadı mı? Kadıköy’ün tek maç için KADINKÖY’E dönmesi, taşkınlık yapan, sahaya inen seyircide hangi caydırıcı etkiyi yapar!. İnelim sahaya tribünler kadınla dolsun tercih edilebilir gerekçe olmaz mı?
İlerlettiğim demokraside hemen herkes her şeyi konuşuyor... Bilmiyor... Sadece konuşuyor... Neye evet, neye hayır dedik... Ne için söz verdik... Başbakan söylerse onun söylediği kadarını biliyoruz...
Yurt dışı gezilerinin en abartılısı genelde ABD gezisi olur. Ülkemde ne kadar manşet varsa hepsinde bu haber vardır. Bizim gönlümüzde yatan, arzuların buram buram sıvandığı, hamaset köpüklerini ayırıp dikatli bakabilenler, başarı olarak sunulan pek çok olayı daha gerçek hatları ile görebilirler. Başbakan ABD Başkanı ile görüşmesinde PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiyesi için destek istedi. Bu desteği alamadı! Füze radarı bilgilerinin İsrail’e verilmeyeceğine dair garanti istedi. Alamadı! Gazze’ye abluka kalksın, Filistin devleti tanınsın, İsrail özür dilesin dedi olumlu yanıt almadı! Rumların Akdeniz’deki sondajlarının durdurulmasını isteği de cevap bulmadı! Genelde bravo algısı ile alkışlanmıyor mu? Nereden geliyor bu alkış sesleri!
Ayaklarımızın yerden kesilmesi... Havalanma... Ülkede 53 milyon seçmen var. Bunlar kaderimizi çiziyor... Bu ülkede satılan günlük gazete sayısı 4 milyon 400 bin! Spor gazeteleri çıkarılırsa gazetede okuru yaklaşık 4 milyon... Bir gazeteyi en az 4 kişi okur hesabı yaparsak 16 milyon gazete okuru var denebilir. Okurlar mı? Ne kadar okurlar? Neyi nasıl okurlar? Gerçeği öğrenme dertleri olur mu? Yoksa inanmak, şeyhe inanmak, parti liderine inanmak yetiyor mu? Algılanan hemen her şey nabza verilen şerbet ile ilgili değil mi? Bir tribün dolusu kadının haykırışı 100 bin tribün dolusu kadının sessiz ölümü, işkence görmesini, horlanmasını örtecek mi?
Önümüze “daha çok özgülük” “ileri demokrasi” diye konan kapalı paketlerden daha saklı ve daha yaygın kontroller çıkmıyor mu? Sadece yemeği yeyip sorgulamıyoruz... Sıkıntının temeline inmek zor geliyor. Hazıra inanmışlık güçlü bir duygu... Yeniden şüphe edip gerçeği aramak, olur olmaz yerde başına bela almak varken hazır yemeğin kolaylığı göz alıcı değil mi? Temel gibi...
Parasızlık Temel'in canına tak etmiş. Mutlaka çok para kazanırım deyip Amerikaya gitmiş... Anlatılanla gördüğü aynı değilmiş... Bakmış ki orada da para sıkıntısı sürüyor. Değil zengin olmak aç kalmayacak kadar para kazanmak da zor... Bir kolay yol bulmak şart demiş... Zaman geçtikçe elindeki avucundaki de bitiyor... Girip çıkanı müşterisi en az olan bir bankayı gözüne kestirmiş... Gece olmuş. Temel bankaya girmeyi başarmış ve hemen önüne çıkan ilk kasayı açmış. Bir de bakmış ki kasada bir kase muhallebiden başka bir şey yok. Bu benim kısmetim diyerek muhallebiyi yemiş... Heyecanla para bulmak için ikinci kasaya. Onu da açınca ne görsün bir kase muhallebi daha. Çaresiz kısmetim bu benim demiş ve onu da yiyivermiş. Sıra gelmiş üçüncü ve son kasaya. Onu da açmış ve görmüş ki onda da para yok... Sadece bir kase muhallebi. Temel çok sinirlenmiş. Ama bu kadar uğraştık emek verdik hakkımızdır deyip o muhallebiyi de mideye indirmiş. Paraya ulaşmanın imkânsızlığını anlayıp otele dönmüş... Ertesi sabah gazetesini almış... Hemen her gazetenin ilk sayfasında şu haber varmış:  “AMERİKA'DAKİ EN BÜYÜK SPERM BANKASI DÜN GECE KİMLİĞİ BELİRSİZ KİŞİLER TARAFINDAN SOYULDU!” 
Özgürce düşünceye dayalı karamsarlığım, yarını aydınlığa çıkaracak tohumları muhallebi diye yemiş olmamız korkusuna dayanıyor...

21 Eylül 2011

Darwin'in "tavuk toplum" tarifi!

Elektronik posta yolu ile gelen ve İngiliz biyolog, doğa bilimcisi Darwin’e ait olduğu belirtilen cümleleri sizlerle paylaşmak istedim.
Acaba böyle bir toplum tanıyor musunuz?
Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir.  Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar.  Uçamayanlar ise tavuk olur...
"Tavuk toplum", önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz!.”

18 Eylül 2011

Sinir ötesi!...

Bendeki arazlar Tuncer Kurtis’in sesi ile başladı... TV reklamları ikinci haftasına girmişti ki mantığımda tutukluk yaşamağa başladım... Binlerce dolar harca, uzmanlar yıllarca emek versin, dünya çapında bir film yap... Neye yarar! Varsa yoksa Tuncer Kurtis’in sesi! Bir... İki... Üç... Dinledikçe kendimi sinir ötesinde buldum... Ve o canım diziyi seyredemedim! Ülkemin hızlı ve akıl almaz gündemi de beni bir hoş etmedi değil... Zamanlamaları her dem harika olan sızıntılar, açığa çıkan kasetler bu kere Tuncer Kurtis’in sesi olmadan da ses getirdi! İyi ki varlar...
Bastır çığlıkları ile öne çıktığımız TV reklamları ile sanal aleme taşıdığımız olmayan güç başımı döndürüyor... Basketbol Milli takımı reklamı baskı yaratmada bana göre takım elense de finale kaldı... Sonuç alma kısmına reklamın etkisi ile bir türlü gelemiyoruz. Deviz ya! Nerede cüce kaldığımızı asla öğrenemeyeceğiz! Değişmeyen slogan değişen milli takım yok mu ? “12 DEV adam” sanal kışkırtması Tuncer Kurtis’in sesi gibi kalıyor... Ne zaman dev olmuşlar heyecana kapılıp sorgulayamıyoruz... Sağ olsun sporun sportif yazarları... Hala aynı sloganla yatıp kalkıyorlar... 12 DEV ADAM...
Ülkemin her yanında çok önemli kavramları ciddiye almayan ciddi bir gelişme var. Özel hayatın gizliliği, masumiyet karinesi sizlere ömür. Şehit düşmüş ama törenle ananı yok, gömeni yok! İnternetteki kaset yoğunluğu hayatın akışını dengelemiş. Bir kesilse ölürüz her halde “vayy bunu da yapmışlar” hayreti yaşam kaynağımız olmuş! İtiraf etmek gerekir ki her kaset kendi alanında hedefe yönelmiş ve inanmayı zorlaştıracak kalitede!... İçerikleri de gündemde öne çıkanlara ait! Ama hemen her hafta bir yenisini duymak OLAĞAN bilgilendirmeler arasına girdi.
Garip olan manzaranın artık normal sayılması!... Halk ne diyor önemli mi? Yap projeyi, geçir, kanalı kur, barajı sun başbakana o beğensin yeter! Karşı çıkan gruplar mı var? Onun da önlemi hazır!.. İmzasız ihbar mektupları ile yola çıkıp sahte kasetler ile siyasetin genel başkanlarını saf dışı bırakabilirsin!... Bu silah kimin elinde, kim üretiyor, kim zamanlıyor, kim yayıyor? Sorular cevapsız ve süre sonu gelmeyen süre sinir ötesi!
Görünen köydeki manzara şöyle değil mi?
PKK sadece dağda değil her yerde hatta düğün salonlarında bile saldırıyor... Bazı yorumlara göre terör örgütü “devrimci halk savaşı” hazırlıkları yapıyor. BDP, TBMM’ye gitme konusunda ayak diriyor ve seçim öncesinde düzenledikleri “sivil itaatsizlik” benzeri eylem hazırlığı içinde. Güvenlik güçlerinin dağda ve kentlerdeki operasyonları hız kazanıyor. Ve jetler Irak’ın kuzeyindeki PKK hedeflerini bombalıyor. Yaygınlaşan beklenti “geniş kapsamlı bir kara harekatının altyapısı oluşunca gerçekleşeceği” Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, sınır ötesi operasyonu sorulunca “Türkiye'de terörle mücadelede neye ihtiyaç duyuluyorsa o mutlaka yerine getirilecektir” diyor...
Ve bir yerde ihtiyaç duyulmuş olacak ki OSLO toplantısına varıyoruz. Ve yeni bir kaset sızıyor... Sızdırılıyor... PKK ile pazarlık... Kaset 18-20 ay önceye ait... OSLO da beşinci konuşma... Son dönemin piyasası sağlam olan bir tarzı... Sızdır kaseti değiştir gündemi!  Değişe değişe geldiğimiz noktada tek değişmeyen kalmıyor mu?
Biri bize ne yapıyor?
Seçim öncesi muhalefet partilerinin sarsıldığı CHP'nin genel başkanını koltuktan eden muhalefetteki diğer partileri de acaba doğru mu şüphesine sokan uygulama... Daha da etkili ve sistemli olan kasetle vur kampanyası TSK' ya karşı da sür git yapılmıyor mu? Bu yol bu tür uygulama, çirkin, gayrı ahlaki, gayri insani ama kesin sonuç alıcı! Zihinler bulanık... Gizlilik konusunda Genel Kurmaydan sonra genel olarak hemen her kurum dikiş tutmaz bir hale mi geldi? Bu noktada gel de şeytana cevap yetiştir... Gidiyoruz gündüz gece bilmiyoruz ne haldayız!
İstihabarat teşkilatının istihabaratı bozuk! Ama dili çok nazik... Konuşmaların tümünü tahlil etmeğe gerek yok... Bir konu yeterli! PKK şefleriyle Oslo’da pazarlık yapıyorlar. MİT Müsteşarı Apo’dan söz ederken, BDP’liler gibi “Sayın” sıfatını kullanıyor... Aslında MİT kendi başkanının ses kaydına mukayit olamamış!
Zamanlaması dikkate alındığında bizi gerçekten kimin yönettiği, kimlerin yönlendirdiği veya yönlendirmeğe çalıştığı da SİNİR ÖTESİ bir durum değil mi? Yorumcuların siyah beyaz zıt fikirleri ile zırt pırt gündeme düşen gizli kaset, mühürlü, aleni bilgileri dinleye dinleye gerçeğe ne kadar  yaklaşabiliriz? Tahminleri çoğaltmak mümkün ama gerçeğe ulaşmak zor. Yani gizli kasetler apacık, vatandaşın apacık bilmesi gereken ne varsa gizli kapaklı!
Süreç SİNİR ÖTESİ...

9 Eylül 2011

Cehalet mutluluktur!

Bana göre de ufak sıyrıklarla atlatılmış bir ölüm tehlikesi... Ve iyi ki saldırıya uğrayan genç adam ayılarla ilgili nasihatları dinlemiş... "Ölü taklidi yap ayı sana kanar kurtulursun" çözümünü zihnine yazmış... Haberi okuyunca ufkum genişledi... Sahne tekrar canlandı... Ansızın çalılar arasından çıkıp saldıran ayının yaraladığı adam, canını ölü taklidi yaparak kurtarmıştı ya... Ayı onun üzerine oturduğu zaman da gıkı çıkmamış, kıpırdamadan yatmıştı... Bu tecrübeyi ülkemde hemen her alanda genişleterek nasıl uygulasak? Darbelerden, ölümcül saldırılardan, yanlışlardan kurtulsak! Güvenlik görevlisi! Güvenmeniz gereken sıralamasındaki ilk kişi... Veya en önce güvenmemiz gereken kişi... Diyarbakır'da bir bankanın kadrolu görevlisi. Yani bir kat daha güvenli! Onun hikâyesinde, çalıların arasında saklanan ayı GEÇİM SIKINTISI... Bütün gün paralar içinde yüzdüğü halde eline para geçmez hali devam etmiş... Ve sonunda ona teslim edilen parayı Diyarbakır Havaalanı'na götürürken çalıların arasından ayı saldırısı olarak yeter artık isyanı zihnine sıçramış... Ve güvenlik görevlisi Selahattin kendisi gibi güvenlik görevlisi olan ve asla hiç bir şeyden şüphelenmeyen ayı saldırısı nedir bilmeyen arkadaşına silâh çekmiş... “Dur artık yeter... İn şu arabadan” demiş... İçinde 4 milyon dolar olan iki torbadan birini almış... Yani 2 milyon dolara  razı olmuş... Aç gözlülük de yapmamış... Arkadaşını bagaja sokmuş, mahalle arasında durdurduğu araçtan müzik sesini sonuna kadar açıp kaçmış... Önce mahalleli sonuna kadar açık olan müzik sesinden şikâyetçi olmuş ve polisi aramış... Ve bu müzik ziyafeti sonunda araçta kilitli kalan güvenlik görevlisini polis güvenli bir şekilde bagajından kurtarılmış...
Bence de Selahattin yaşamaya,  daha iyi bir hayat için çırpınmaya devam etmeli ama asla bu yolu denememeliydi!
Milyar dolar götürmenin bir çok yolu varken!
Aldığı darbelerle, çektiği sıkıntılarla yere uzanıp ölü taklidi yapmalı, yaşadığını belli etmeden yerlere serilmeli ve ayıyı kandırmalıydı...
Çalılar arasındaki AYI' nın varlığı bize bir ders olur mu? Uzmanları dinlerken, benim de mantığım ayı saldırısına uğruyor... Kıpraşmadan boylu boyunca yere yatsam diyorum! Başımı ellerimin arasına alsam. Kulaklarımı tıkasam... Öyle uzanıp kalsam... Ama kulağıma TV lerde, gazatelerde sürüp giden tartışmaların sesleri geliyor...
Uzun tutukluluk hallerinin bitme şansı yok gibi!
Makul sürede yargılanma umudu ise Kaf Dağı'nın ardında. Yeni yargı yılı ile olabilecekleri yargılamak haddim değil... Alıntı yapsam!
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Vedat Ahsen Coşar Türkiye’de yaşanan olumlu gelişmelerin (!) yanında "toplumun canını yakan şeyler de olduğunu" öne sürdü... Ve şunları ekledi: “Terör can yakıcı olayların başında geliyor. Güvenlikle ilgili olarak alınacak önemler konusunda yurttaş olarak, kurum olarak duyarlı ve hukukun çizdiği sınırlar içerisinde kalmak koşuluyla üzerlerine düşen her türlü görevi yapmaya hazırız”.
Coşar, “TBB olarak, Türk olsun, Kürt olsun aynı ulusun özgür ve eşit yurttaşları olan, birbirlerinin kimliklerine, kişiliklerine, kültürlerine, başkaca değerlerine saygısı bulunan, kardeşçe, barış içerisinde ve birlikte yaşamak isteyen herkesi tahriklere kapılmadan, kırmadan, dökmeden, sağduyu ve kararlılıkla teröre karşı yüksek sesle tavır almaya davet ediyoruz” dedi.
Adalet sisteminin kurulması ve işletilmesinin her şeyden önce yargının “bağımsız” ve “tarafsız” olmasını gerektirdiğini vurgulayan Coşar, bağımsızlığın yargıya sunulmuş bir ayrıcalık değil, yargıç tarafsızlığını sağlamanın yegane ve en etkili aracı olduğunu kaydetti.
Türkiye’de yargılamaların ve tutukluluk sürelerinin uzun olduğu eleştirisinde bulunan Coşar, şöyle devam etti:
“Tutukluluğa alternatif adli tedbirler kefalet, ev hapsi, polis denetimi, pasaporta el koyma ve yurt dışına çıkma yasağı ise mümkün olduğunca en erken aşamada uygulanır. Yargılamanın gerektiğinde alternatif koruma tedbirleri uygulanmak suretiyle tutuksuz olarak yapılması, ülkemizde uygulaması çok nadir görülen bir durumdur. TBB olarak talebimiz ve dileğimiz, hâkimlerimizin tutuklama konusunda son derece duyarlı davranmaları, bu konudaki ulusal ve uluslararası mevzuata uymaları, ülkemizde iyi gitmeyen işlerden olan, Türkiye olarak hiç de hak etmediğimiz “tutuklama ayıbından” ülkemizi bir an önce kurtarmalarıdır.
Ülkemizde iyi olmayan, iyi gitmeyen işlerden birisi de adaletin geç tecelli etmesi, daha doğrusu adaletin adaletsizlik olarak tecelli etmesidir. Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin bir bütün olduğu dikkate alındığında yargılama için makul görülen süreler halen derdest olan, sanıkların sorgulamaları henüz tamamlanmayan, ne zaman sonuçlanacağı belli olmayan kamuoyunda Ergenekon adıyla anılan davada olsun, KCK davasında olsun, derdest olan diğer pek çok davada olsun daha şimdiden aşılmıştır. Sorumluluk ise hepimizindir.
Hakimin, savcının, avukatın, hemen her şeyi ihtilaf konusu yapan veya yapılmasına neden olan idari makamlarındır.”
Coşar, Deniz Feneri e.V. bağlantılı soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcılarının görevden alınmasını da değerlendirerek, savcıların görevden alınmasının siyasilerin yargıya müdahalesi anlamını taşıdığını iddia etti.
Tutuklama ayıbı... Adaletin geç tecelli etmesi durumu... Siyasilerin yargıya müdahalesi... Çalı arkasındaki ayı korkusuna kapılmamak için çare bulmak şart... Yoksa aniden yolumuzun üzerine çıkacak... Sadece yolumuz değil bizimde üzerimize çıkacak... Kendimi yere atsam... Sesleri duymasam... Olanları görmesem... Neden niçin demesem.... Anlamasam... Cahil olsam... Bir başka cümleye sığınsam... Cehalet mutluluktur...

5 Eylül 2011

Öğretmenliği özendirmezsek dizimizi daha çok döveriz!

Hukuk Fakültesi’nde okuduğum yıllarda öğrencisi olduğum iki öğretim üyesi tiplemesini sizlerle paylaşacağım. Birincisi Devletler Hukuku hocası Mahmut Belik’di.
Mahmut hoca her dersini izlediğim hocalardandı. Zira kitap yerine notlarından sınav yapardı.
Ders anlatırken hiç bir cümlesini tamamlamayan bir stili vardı. Not tutuyoruz tabii ama cümleler hep eksik. Hadi bakalım evde o cümle neyi anlatıyor tamamla tamamlayabilirsen.
Bizi evde çalıştırma taktiği miydi hala bilemiyorum. Ama bence bilerek yapıyordu ve bizim çalışmamızı böyle sağlıyordu.
İkinci örnek İdare Hukuku hocası Lütfü Duran’dan. Lütfü hoca sözlü sınavda karşısındaki öğrenciye öğüt veriyor; “ Bak oğlum. Sen bu konuşma tarzınla ne avukat olabilirsin ne de hâkim. Yol yakınken okulu bırak, başka bir meslek seç”.
Neden sizlerle paylaştım bu iki anımı?
Eğitimci bir ailenin çocuğuyum. Babam, kız kardeşim, eşim ve kayınvalidem öğretmendi. Öğretmenlik mesleğinin ne kadar önemli olduğunu bilirim. Babamın “çok bilen değil, bildiğini öğretebilen iyi öğretmendir” derdi.
Bugün eğitimin geldiği nokta içler acısı. İyi öğretmen yetişiyor mu? Sadece bilgili değil, bildiğini öğretebilen öğretmen yetişiyor mu?
Bence hayır. Eğitim Fakültelerini hali belli. Aldıkları öğrencilerin düzeyleri ve okula alış sistemleri de belli.
Öğretmenliğe özendirme var mı? Hem maddi hem manevi açıdan. Yok. Bir yere gireyim de neresi olursa olsun düşüncesiyle alınan öğrencilerden ne beklenebilir ki.
İşsiz kalmak da bir başka sorun.
Sizin anlayacağınız bu şartlar altında yeni nesilleri emanet edeceğimiz bu öğretmenlerle kaliteli öğrenciyi zor yetiştiririz.
Parası olan yetişir o da öğretmen olmaz. Yabancı ülkelerin avladığı beyinler olur.
Eğer öğretmenlik mesleğini cazip hale getirmezsek, bir mühendisin aldığı ücretten fazlasını vermezsek, yetenek sınavı yapmazsak , akıllı beyinlerin öğretmenliği seçmesini özendirmezsek daha çok dizlerimizi döver, eğitim sistemimizi eleştirir dururuz.
Anne babalar da çocuklarının daha iyi eğitilmesi için tonlarca parayı sokağa atar.

30 Ağustos 2011

“Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste"

Medyamızda özellikle iktidara yakın kuruluşların “Somali’ye yardım” kampanyalarını izlerken eski günlere dalmış gitmişim. Sosyal dayanışmanın bir millet için, bir meslek grubu için ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Yaşadık bunları. Bizim meslek grubu içinde  en önemli dayanışmalardan biri Gazeteciler Cemiyeti’nin “Bayram Gazetesi”  çıkarmasıydı.Yasalara da madde olarak girmişti Bayram Gazetesi çıkarılması.
İki fonksiyonu vardı gazetenin. Birincisi, çalışan gazetecileri dinlendirmek, ikincisi ve en önemlisi işsiz gazetecileri çalıştırıp ceplerine bir kaç kuruşun girmesini sağlamak.
Bayramı iple çeken çok arkadaşımız vardı. İşsiz kalan arkadaşları çalıştırarak yardım etmek sosyal dayanışmanın tipik ve sağlıklı örneklerinden biriydi.
İzmir’de yayımlanan ve daha sonra İstanbul piyasasına giren bir gazetenin yöneticileri, gözlerini bayram Gazetesi’nin aldığı ilanlara dikti ve bu gazetenin çıkarılmaması yönünde söylemlere başladı.
Sanırım 1992 yılıydı. Aynı gazetenin yöneticileri, Bayram Gazetesi uygulamasının "serbest piyasa ruhuna aykırı" olduğunu belirttiler. “Biz bayramlarda da gazete çıkaracağız, ilan gelirimizi düşürmeyiz. Yasa masa tanımayız” dediler.
Bir patron yan çizince diğerleri de onu izledi ve Bayram Gazetesi tarihin derinliklerinde unutulup gitti.
Zaman zaman Gazeteciler Cemiyeti bu konuda girişimde bulundu,  bulundu ama kimse takmadı.
Ramazan Bayramı yaklaştığında bu istek tekrar canlandırıldı. Tekrar Bayram Gazetesi çıkarma fikrini canlandıranlar gazeteler bayramda kâr etmiyor, reklam yok, ilan yok” diyerek yola çıktılar ama Başbakanın gözüne girmek için Somali ‘ye yardım kampanyalarında kesenin ağzını açan medya patronlarından olumlu yanıt alamadılar Dinimiz yardımın göstere göstere yapılmasını reddeder. Bir elin verdiğini diğer el görmeyecek hükmü ne kadar doğru bir hükümdür.
Kovdukları gazetecilerin hiç değilse Bayram Gazetesinde çalışıp ceplerine girecek üç beş kuruşa bile göz diken “açgözlüler, çok ama çok mazlum olan  gazetecilerin ahını aldılar.
Çıkarların sosyal dayanışmanın önüne geçtiği bu acımasız dünyada Bayram Gazetesi tekrar zor çıkarılır.

24 Ağustos 2011

Kızlar... Kızlar...

Kelaynak yazıyor:
Texsas’dan bakınca içim biraz daha zifirini karanlık oluyor... Voleybolda yıldız Türk kızları dünya şampiyonu oldular ya!... Salonda bayraklar sallandı... Kupa havaya kalktı... Çiçeği burnunda Bakanı bile gördüm. En önde! Kupa onun elindeydi... Neyse!.. Sonunda kızlara bıraktı! Oysa bu kısa bir yol değildi... Uzun ince bir dünün sonu idi... Sabırla yetiştirenler, sabırla spora gönül verenler, aileler perde arkasına itilmişti. Pişiren değil yiyen önde idi..Benim gözümde her zaman kadınlar, kadınlarımız, ninelerimiz, analarımız, kızkardeşlerimiz eşlerimiz, mesai arkadaşlarımız tüm kadınlarımız şampiyondur...Erkeklerden cesurdur... Erkeklerden dayanıklıdır. Değer bilmez erkekleri sırtladıkları için sadece şanssızdırlar.İnanıyorum ki değer bilmezlikte dünya sıralamasında da şampiyon olurlar... Her ailede becerikli, azimli, çocuklarını, yakınlarını daha aydınlık günlere taşımış kadınlar vardır. Ninelerim de öyleydi... Babaannem, rahatlığı ve o dönemde gelinlerin ulaştığı konforu! anlatırken hep aynı cümleyi kullanır ve “siz de zorluk mu gördünüz” iğnelemesi yapardı...
“Ohhhhh ne rahat... Et kıyılmış ekmek pişmiş!”
Kütüklerin kapı önüne çıkarılıp dakikalarca vurula vurula kıyma yapıldığını çok iyi hatırlıyorum... Sonralarda anam lükse kavuşmuştu... Çoğu zaman bana çevir şunun kolunu dediği kıyma makinemiz oldu...
Kütükleri döve döve mi devam etseydik!. Adam olurlar mıydı? 
İstanbul da da yavaş yavaş çok uluslu marketlerin vitrinlerinde görüyoruz... Akla gelebilecek her şey hazır paketlenmiş... Buradaki sıkıntı hangi markanın hangi gıdası damak zevkine yakın onu bellemek ve bir de cebinizdeki doların uzunluğu nereye kadar uzuyor onu bilmek! Et ürünlerine hiç değinmiyorum... Dolar ne kadar yükselirse yükselsin bizim et fiyatlarına yaklaşamıyor!

Dün mutlaka daha çok hırpalanan öldürülen kadın vardı. Kimsenin haberi olmadan... Gün yüzü görmeden silinip giden hayatlardıonlar! Şimdilerde medya öne çıkarıyor haberleri... Öyle zannediyorum... 10 intihar, iki olay! İki kadın da aşık oldukları erkekler için cesur davranmıştı... Evlerinden kaçmış, sevdiklerine varmışlardı...
Gazetelerin yalancısıyım. Biri (Sibel Özgen) koca zulmünden kaçmış, barışma buluşmasında kurşun yağmuruna tutulmuş ve can vermişti. Diğeri yediği dayaktan yara bere içinde kalmış, ölmemiş ama ölmekten beter olmuştu. Bir de bu karanlığın rakamları var... Batman da son bir haftada 10 kadın intihar etmişti. Daralan yaşam alanı mı, örf adet, koca baba baskısımı?. Kimi, intihar değil cinayetlerin pek çoğuna intihar süs veriliyor kanısında ....

 Belki de Teksas daha farklı bir damak zevkine sahip... Her sıcak yörede olduğu gibi giderek daha fazla acısever oluyorlar... Arada bir göz ucuyla izlediğim yemek programlarında yumurta kırmak bile marifetli tariflere konu oluyor... Hem üretim hem de tüketim de SOS olayını büyütmüşler... Dünyanın her yanından her tür sos hardal dükkanlara yığılmış... Et için sos, balık için sos çeşitlemesi gelişmiş...Yunan sosları var... Cacık akıllı tüccar Yunanlının koyu yoğurdu içinde farklıbir sos olmuş... Bizim hiç bir şeyimiz yok mu deyip milliyetçi duygularımla savaşır gibi rafları didik didik ettim... Ve buldum...Anadolu defnesi... Kurutulmuş defne yaprağı... Ve Haribo jöleşeker...

Onlara yıldız voleybol takımındaki kızların Dünya şampiyonu olduğunu söylemek isterdim. Biraz olsun yüzleri güler miydi?.. Aslında kaybımız öylesine büyük ki. Büyüklerimiz de bunu fark etmiş gibi konuşmuyor... Onlardan istediği 3 çocuk yapmaları olmuyor mu?
İş çocuk oyuncağı değil... Teksas’tan bakınca acım kat kat büyüyor... Kadının işi evde nerde ise sınıflanmış, iş hayatında sınır tanımaz kılınmış... Yani biz nüfusun nerede ise % 50 sinin yani kadınlarımızın çok az bir bölümden % 5 gibi bir kısmından yararlanıyoruz... Onlar % 50 yi ayırmamışlar, nüfusu % 100 üretime katmışlar... Hemen her şey kadına daha kolay olmuş...
Sabah işe erken gideceksiniz. Vaktiniz yok... Arabadan inmeden yanaşıp kahvenizi alabilirsiniz. İş yerine varmadan kahvaltı işi biter! Dolgun bir akşam yemeği için bile ayrılacak zaman 10 dakikayı geçmez. O zaman da hazır yemeği tabağa koyup servis etme vaktidir...
Umarım yıldızlar büyür... Yaşam alanları daralmaz... Aşık oldukları erkekler kıymetlerini bilir. Örf ile adet ile adet olduğu üzere kaybolup gitmezler!. Her zaman şampiyonluk bayrağı ellerinde olur... Onları bir gece değil, bir ömür boyu kutlarız...



19 Ağustos 2011

Bıçak!.. Kemik!.. Mimik!

Başbakanın yüzü asıldı... “Bıçak” dedi... Artık kemiğe dayandı, bıçak gibi kesti attı. Kardeşlik ayı Ramazan hatırına sabrediyoruz... Oysa terör ve hain saldırı bıçak gibi kesilmemişti... Ramazanı dinlememişti! Çukurca da biri binbaşı 11 güvenlik görevlisi daha şehit düştü... Ramazan ayındaki hoşgörümüz de hayret nihayet sona erdi... Başbakan “Söz söyleme dönemi bu kadar!”dedi. Ve Kandil dağına PKK unsurlarına hava harekâtı başladı...
Geriye dönüp bakınca gerçeklerin ve hataların üzerine Kandil ışığı kadar bile aydınlık düşmemişti! Milletin sabrı 11 ayın sultanı ile sınırlı değil ki... Şehitlerin ardından aynı cümleyi sabırla, ya sabırla dinlemiyor mu?
“Ölenlere Allah’tan rahmet...Yaralılara acil şifa... şehit ailelerine başsağlığı ve sabır! Bu millet bu sözleri teselli bulmuş gibi yapıp sineye çekmedi mi? Kandil’e Bomba yağdırdık!..Yani teröre karşı koymakta kararlıyız dedik... Ya dünden bugüne neler yaşadık?
Karar verenlerde felaketi davet eden bir hastalık unutkanlık mı başladı? Dünü yaşayıp ders çıkarmamak Ramazan açlığı ile gelen unutkanlık mı? Keşke hatırlasaydık. Sadece dağlarda, kırsalda mı saldırıya uğradık! Öldürüldük... Tertemiz yüzü zihnimden silinmeyen genç kızı çarçabuk unuttuk... İstanbul’da okulundan evine dönerken Terör saldırısı ile otobüste yanarak hayatını kaybeden kızı unutmasaydık! 19 yaşındaki genç kızın diğer binlerce şehit gibi  durmadan soran sesini duysaydık... Neden öldük?
Şeytanın sesi keyifli... Ülkem karpuzdan beter ikiye bölük ya... Ben öteki oluyorum... Günlerdir okuduklarımızın, duyduklarımızın bir tortusu kalıyor zihinlerde!. Mantık süzgecine takılan ne olabilir? Keşke cevabını bulsaydık bu sorunun!.
Pembe boyalı kardeşlik, barış, özgürlük hapını kolay kolay yutmazdık! Kanunlara zaman zaman “şimdi sen gözünü biraz kapa ve biraz kenarda dur gerektiği zaman gene göreve gelirsin”diyemezdik...
Sınır kapılarına seyyar hâkim yollayıp, sanal ifadeler alarak eli kanlı teröristleri kahraman gibi karşılayamazdık... Türk Adaletinin mahkûm ettiği terör başına “sen ne diyorsun kardeş” diyemezdik... PKK emir kullarının ülkenin hemen her yerinde her fırsatta sergiledikleri tiyatroyu seyrettik. Ne demek istiyorlar biliyorduk ama anlamazlıktan gelemezdik! Sabırlı davrandık... O zaman da bıçak gırtlağımıza dayalı değil miydi? Biz sabrettikçe onların sabırsızlandığını da görmedik? Yasak olmasına rağmen hapisteki Apo, avukatları aracılığıyla sürekli mesajlar göndererek terör örgütünü yönetmeye devam etmedi mi? Resmi bir heyet ciddiyeti içinde gelen mesajlar yayınlanmadı mı? Arada bir “benim konforumu da sağlayın... Yoksa karışmam haaa” diyecek noktaya gelmedi mi? PKK’nın sözüm ona demokrat ve özgürlükçü hatipleri; sivil itaatsizliği adet edinip özerk devlet ilan ettiler, kendi meclislerini kurdular, sabırlı davranmadık mı? Cuma namazlarını bile ayrıca kılmayı seçtiler... Nereye gidiyoruz!... Göremedik mi!...
Çok yoğunduk!... Kafamızı kaldıramıyacak kadar yoğun! Ülkemi, halkımı düşüncelerinde kesin çizgilerle bölecek icraatları planlayıp gerçekleştirdik... Hemen her alanda bir öteki yaratmakla kalmadık, ayrılığı farklı düşünmeyi, kine, hesaplaşmaya götürdük! Adaleti adaletsiz kılmadık mı? Ötekinin ağzından çıkan gerçeği beriki yalan saymadı mı? Tarafsızlığı ile tanınan Times özetle şunu yazdı...
“Balyoz davası asılsız belgelere dayanarak açılmış bir davadır...” Ergenekon, Balyoz, Şike ve diğerleri... Uzun ince bir yol haline geldi... Gidiyoruz gündüz gece... Ve bitmiyor... Böyle olmamalı, denince öteki olmanın cezası kesiliyor... “Ne yani... Suçlular ceza almasın mı? İleri demokraside imtiyaz olamaz” Ortada olur diyen yok, yargılanmasınlar diyen hiç yok... Sacede küçük bir itiraz var... Yargılarken adeleti işletin... Milleti işletmeyin... Siz olmayın! Hukuk üstün olsun” Oluyor mu? Hemen her yerde ve her zaman Hukuk üstün oluyor mu?
Balyoz davasının bir garip sonucu var. Bugün aklımıza gelen TSK’ nın nerede ise üst yönetiminin çoğu hapiste... Ardı arkası kesilmeyen misafirleri oluyor hapishanenin! Hastal askeri cezaevi dolmuş! Yeni hazırlık ne? Yargılamayı daha usulüna uygun yapalım... Hangi askere gel dedik ise geldi deyip yeniden düşünmek mi? Hayır... Daha pratik bir çözüm var... Yeni bir askeri cezaevi yapma planları anlatılıyor... Daha büyüğünü...
Her fırsatta beceriksiz gösterilmeğe gayret edilen TSK ülkemizdeki terörü askeri açıdan belli bir noktaya çekmişti. ABD de yayınlanan araştırmada dünyada terörle mücadele eden 30 ülkeden sadece sekizinin başarılı olduğu belirtiliyor. Bu 8 ülkeden biri de Türkiye... Sürüklendiğimiz tehlike Ramazan sabrı ile aşılacak gibi değil... Terörle ifade edilen sorun kemikleşmiş... Bıçak derinlere kadar inmiş... Gözümüzün içine bakanların sözlerini gözümüz tutmuyor. BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş, hava operasyonunu değerlendirirken, “birileri iç savaş hesabı yapıyor” diyebiliyor.... Hesabın geldiği noktada ne var sizce! Bıçak!.. Kemik!.. Mimik!

16 Ağustos 2011

Çıralı yaktın çıramızı!

İki senedir özlemimdi Çıralı, Yanartaş...Adrasan'a gittiğimizde geçen yıl gidemedik ya, bu yıl kesin gidelim diye düşünmüştüm. Ama burasının Türkiye olduğunu düşünememiştim nedense..İyi de herkesi buna ortak etmek şart mıydı?

Biri 5 yaşında süslü bir prenses, diğeri topuklu ayakkabılı madam, 10 yaşında bir Afacan, 20 yaşında parmak arası terlikli isteksiz ergen, süslüyle Afacan'ın tedirgin babası ve benim gibi bir gönüllü daha eşim, birlikte çıktık yola. Adrasan'a 10 km sandığımız Çıralı, iniş, çıkış giriş derken 37 km'ye çıktı. Eşimin 10 dakikada gideriz dediği yol 1 saat sürdü. Gidiş dönüş sadece yol, 2 saat. Bütün bunların üstüne otelin sahibinin "Orası gece güzel olur, yemekten sonra gidin" uyarısı. Döndüğümüzün pardon dönebildiğimizin ertesi günü, kendisine saygılarımı ilettim ama yine de rahatlamadım ve hıncımı yazıdan aldım. Kusura bakmayın. Ben yandım, siz yanmayın:)
Yanartaş, Çıralı köyü yakınlarında doğalgaz kaynağı. Taşlar arasından alevler çıkıyor. Bir doğa harikası anlayacağınız. Yunan mitolojisine bile konu olmuş Yanartaş. Mitolojiye göre kanatlı at Pegasus'un sırtındaki Bellerophontes, ateş soluyan canavar Kimera'yı burada öldürmüş. Halen yanmakta olan ateşin canavarın ağzından çıktığı söyleniyor. Bazı tarihçilere göre de ilk olimpiyat ateşi buradan getirilmiş.
Mitolojiye canımız feda, düştük yollara. Adrasan'ın virajlı yollarından anayola çıkıp Çıralı levhasını görene kadar Antalya istikametine doğru gittik. Süslü, afacan ve ergen yolda uyuyup kaldılar. Afacan'ın kafası benim kollarımın üzerinde gittikçe ağırlaşan bir gülleye dönüştü, bacakları ahtapot gibi annesine dolandı.
Uykuda arada sırada attığı tekmeler de cabası. Süslü prensesimiz babasının kucağında deniz yatağıdaymış gibi terledi. Ön koltuğa ergeni oturttuğumuza sevindik. Eşim bütün iyimserliğiyle "geldik geldik" diyordu ama bir türlü gelemiyorduk...Çıralı'dan saptık, yine virajlı yollar.. Acaba doğru yolda mıyız endişesi altında ilerlemeye devam. Yoldan Çıralı 9 km. Ama sanki kimse gelmez diye kandırmışlar. 18. km'de Çıralı'yı görebildik. Çok şirin butik oteller, pansiyonlar, otantik bir çarşı, Türk kahvesi, fal vs..Biz hala "dönerken burada bir kahve içelim" iyimserliği içindeyiz..Sadece iyimserlik değil, aynı zamanda terler içindeyiz. Tamamen turistik olan Çıralı köyünün dar yollarında ilerlerken yüksek bir tepede ilk ateşi görünce ateşi bulan ilk insan kadar sevindik. 'Ter kardeş' olduğumuz çocukları uyandırdık. GELDİK GELDİK!!!
Büyükçe bir araziye aracımızı park ettik. Mis gibi çam kokusu. "Ohh deydi be, iyi ki geldik". Çocuklar hemen hazır asker oldular, Allah için. Otopark gibi yerde herşey düşünülmüş. Yol karanlık diye kiralık fener var. 5 TL. Su da almak lazım, küçük su 1.5 TL..Yukarıda ateşin yanında şarap içmek isteyenlere şarap, tirbüşon..İsteyene votka..
Tırmanıştan önce içmekte fayda var çünkü ayık kafayla çıkılacak yol değil. O da ne giriş kişi başı 3.75 TL...Masada bir adam bilet kesiyor, aydınlığın son yüzü. Bundan sonrası zifiri karanlık.. Ateş böceği gibi fenerler ışıldıyor sadece. Yokuş yokuş ama bildiğiniz gibi değil. Bir kere her yer eğri büğrü taş ama kaygan. Herkesin ayağı kaysın, mitolojinin derinliklerine dalsın diye. Ecel terleri dökerek ilerliyoruz. Ben prensesi koruma görevini üstlendim. Eşim fener tutuyor yolumuza. Topuklu ayakkabıyı bir daha rüyasında bile giymek istemeyen madam, tedirgin kocasına emanet. Adamcağız karısı ha düştü ha düşecek diye elinden ve belinden tutmuş, ecel terleri döküyor.
Afacan da isteksiz ergene emanet ama afacanlık yapacak durumu yok. Ha eşimde bir de benim fotoğraf makinemle, üç ayağım var. Ateşi gördüm de üç ayak kurup çekmesi kaldı. Aslında fotoğraf makinemi kimseye bırakmam ama enişte, prensesi kastederek "Bizim sana emanet ettiğimiz şey, daha kıymetli" deyince akan sular durdu. Taşlara yan basarak ilerliyoruz. Eşim ışıkla önden gittiği için komutları ondan alıyoruz. "Sağdan gelin, soldaki taş daha kaygan, yan basın, dik basın, yüksek taş var dikkat" gibi komutlar. Ara ara durup soluklanıyoruz. Enişte en sonunda "biz sizi burada bekleriz siz çıkın" deyip havlu attı. Yok öyle. Herkes birlikte sürünecek. Yukarıdan inenler, "geldiğinizin üç katı daha var" diyerek bize moral veriyorlar.."Değmez abi çıkmayın, iki küçük ateş" diyor kimisi. Elimi sımsıkı tutan prensesin gıkı çıkmıyor, keşiften memnun ama ara ara "teyze dur, elimin terini sileyim" diyor.. Madam ara ara kayıyor, hepimizin yüreği ağzımızda. "Ne maceraya attım herkesi diye üzülüyorum ama gecenin bu vakti Bağdat Caddesi kadar kalabalık bana yaptığımın yanlış olmadığını söylüyor. En azından yalnız değiliz. "Hayvan vardır di mi teyze" diyor ufaklık. Korktuğunu biliyorum ya "Onların hepsi uykuda" diyorum. Eziyetin ilk bölümünün sonuna yaklaşıyoruz galiba, rahatlamış sesler geliyor. "Bilseydim sucuk getirirdim" diyor biri.
Olimpiyat ateşiyle de Poseidon'un sönmeyen ateşiyle de tanışıyoruz. Her yanımızdan ter damlıyor. Ben çoktan beri bu kadar terlediğimi hatırlamıyorum. Fotoğraflarda görürsünüz, terden pırıl pırıl parlıyoruz. Evet fotoğraf çekiyorum. Bu kadar sıkıntıyı ölümsüzleştirmemek olmaz. Üç ayağı kuracak yer yok. Her yer eğri, büğrü. Bizimkilerin poz verecek hali bile kalmamış. Ama eşim sigarasını Poseidon'un söneyen ateşiyle yakıyor. O kadar eziyete bu kadar keyif az ama..
Dinlenip inişe geçiyoruz. İnişin çıkıştan daha zor olduğunu biliyoruz. Kayma riskimiz daha fazla. Bizi kendilerine yoldaş edinenler var. Beraber inelim ki düşen diğerine yardım etsin. Çıralı kardeşliği işte. "Uymayacaktık bu deli, gençlere" diyor biri, herhalde orta yaşlarda. Yüzünü göremediğimiz için yaşını çıkaramıyoruz. En kaygan yolu da atlatıyoruz. Ellerimiz yine sırıl sıklam. Prenses yine durup elini kuruluyor. Düzlüğe yaklaşıyoruz. Az kalması düşmeyeceğiz anlamına gelmiyor ama turu bitirme umudumuz artıyor.
Yolun sonunda masada bıraktığımız son aydınlık yüze yaklaşıyoruz.
- Burası kimin kontrolünde?
- Milli Parklar Genel Müdürlüğü.
- Kaç kişi kolunu, bacağını kırdı burada?
- Çoook...
- Solar ışık koymakta mı zor yollara? (Işıl ışıl parklara bile bu ışıklardan koyanlar, burayı niye görmüyorlar?)
- Söylüyoruz ama...
- Ben yazayım bunları..
- Nerede abla?
- Akın Abi'nin bloğunda....
- Yaz Abla…