9 Aralık 2006

Medyadaki vefasızlıklar

Otuz beş yıllık meslek hayatımda içimi burkan çok olay olmuştur. İşten çıkarılan arkadaşların vedalarındaki üzüntümü yıllar boyu unutamıyorum. Biz toplum olarak neden insana değer vermeyiz bunu anlamış değilim. Bir insan bir ay bile bir yerde çalışsa, ve o işyerinden çıkarılsa bile verdiği emeğin hiç mi değeri yoktur? Bu anımı aslında yazmak istemiyordum. Hatta konuyu eşime açtığımda “sen mi düzelteceksin bu anlayışı” dedi, kestirip attı. Yıllarca kafamızı kuma sokup çalıştık. Hep böyle çalışılması gerekiyor diye düşündük. Ben gazetede işe başladığımda büyüklerimiz “bak buraya sabah girersin. Ama ne zaman çıkacağın belli değildir” demişlerdi. Gerçekten de öyleymiş. Akşam ne zaman çıkacağımız hiçbir zaman belli olmadı. Bazen gece de kaldık. Bunları neden hatırladım. Bir karşılaştırma yapmak istiyorum. 5 ayrı gazetede çalıştım. 7 yıl çalıştığım bir gazetede 4 genel yayın müdürü gördüm. Yönetime gelen her genel yayın müdürü mutlaka birilerini çıkarırdı, birilerini işe alırdı. Şimdi böyle mi bilemiyorum.

EN ÇOK ÜZÜLDÜĞÜM AN

Bir çok arkadaşımın işten çıkarılmasına üzüldüm ama biri var ki yüreğimi derinden yaralamıştı. Zira vefasızlığın tipik örneğiydi. Onu sizlerle paylaşmak istedim. Beraber çalıştığım arkadaş, o gazetede 10 yıldır çalışıyordu ve önemli başarılara imza atmıştı. Sadece Birinci Körfez Savaşı sırasında yazı işlerinden bir yönetici ile iş konusunda tartışmıştı. Gel zaman git zaman bu yazı işlerindeki arkadaş, genel yayın müdürü oldu. Bugün büyük gazetenin birinde yazıyor. Neyse. Arkadaşım, bu kişinin genel yayın müdürü olduğunu öğrenince “beni mutlaka işten çıkarır” diye endişelendi. “Olur mu öyle şey” diye itiraz ettiğimi hatırlıyorum. 10 -15 gün geçti. Bir sabah gazeteye gittim. Arkadaşla yana yana çalışıyoruz. Öğlene doğru telefon çaldı. Ben açtım. O arkadaşı istiyordu idareden biri. Telefonu uzattım. “Seni idareden arıyorlar” dedim. Yüzü kireç gibi oldu. “Alo” dedi.. Dinledi, telefonu kapattı, bana döndü “biraz sonra gelirim” dedi. Yarım saat sonra yazı işlerine bakan ofis boy tepemde dikildi: “Abi seni dışarıdan çağırıyorlar”. Dışarı çıktım. Arkadaşım gazetenin içindeki taşıyıcı sütunlardan birinin arkasına gizlenmiş. Yanına gittim. “Ne oldu” dedim. “Kimseye söyleme. Ben gidiyorum. Çıkışımı verdiler”.


Fotoğrafın konuyla ilgisi yok ama güzellik güzelliktir.
Kaynar sular döküldü bir anda başımdan aşağı. Müesseseye gecesini gündüzünü vermiş biri, böyle mi işten çıkarılırdı?
Çıkış o çıkış. Sanki gazeteyi batırmış da yerin dibine geçmiş gibi vedalaşmadan kaçıp gitmişti.
Bizim sektörde bu tip işten çıkarılanları duymuştuk. Bazılarının giriş kartını iptal etmişler, işe geldiğinde kapıdan giremeyince ne oluyor diye sormuş, işten çıkarıldığını öğrenmişti.
Üst düzey yöneticilerinden bazılarının da evine adam gönderip altlarındaki gazete arabalarını almışlardı. Ama en yakın arkadaşıma yapılan bana göre haksızlıktı, vefasızlıktı.

AMERİKALILAR ÇOK MU AKILLI?

Bir de beğenmediğimiz Amerikalılara bakalım. Bakalım da neden dünyaya hakim olduklarını, neden insanların Amerikan şirketlerinde çalışmak için yarıştıklarını görelim.
Eşim bir yabancı okulda öğretmen. Yıl sonları bir yemekleri vardır. Bizi de davet ederler. Ayıp olmasın diye gideriz.
İlk yemekte şaşırmıştım. Bir tören yapılıyordu, önce anlamadım. Eşime sordum. İşten ayrılanlar, ya da çıkarılanlarla ilgili bir törenmiş. Hangi bölümden biri çıkarılıyorsa ya da işten ayrılıyorsa o bölümün çalışanları mikrofonu alıyor eline, bir methediyor bir methediyor çıkarılanı şaşarsınız. İnsan neden çıkarıldı peki diye sormadan edemiyor. Ayrılan da mikrofonu alıyor eline, okulu, arkadaşlarını yağlıyor, yıkıyor. Hediyeler veriliyor. Ağlamalar, sarılmalar, öpüşmeler.
İlk törende bunları görünce eşime dönüp sormuştum: Ne kadar çok seviyorlarmış birbirlerini..
Eşim gülmüş, ne sevmesi, ellerinden gelse birbirlerini boğacaklar. Ama bu görüntüyü vermek Amerikalıların özelliği. Her şeye rağmen madem ki bu okula belirli bir süre hizmet vermiş, kişisel hırçınlıkları orada bırakıyorlar. Yağlayıp yıkayıp gönderiyorlar. Bunda kendilerini beğenmişliğin de rolü var. Zira bu okulda çalışan başarısız olamaz diye düşünüyorlar. Kişisel kırgınlıklarını rafa kaldırıyorlar. Ayrıca okul hakkında kimsenin kötü propaganda yapmasını da istemiyorlar.”
Biz de bunu yapamaz mıyız?
Belki bazı şirketlerimizde bu tarz düşünce vardır; ama medyamızda kişisel kinler, kıskançlıklar, başarıyı paylaşamama hâlâ ön planda.

7 yorum:

Berceste dedi ki...

Her turlusu tatsiz ve ayrilan icin de zor! Ancak okulda olan olaylar da biraz iki yuzluluk degil mi? Ben ondan da cok hoslanmiyorum. Bizde kim dost, kim dusman acik acik belli, iliskileri dengelemek de insanlarin elinde. Ama digerinde yuzunuze gulup, arkanizdan kuyu kaziliyor. Dost mu dusman mi anlayincaya kadar insan ne oldugunu bilemiyor.
Ucakta tanistigim bir kiz bana demisti ki, yuzune gulen insanda o gulusun sicakligi kalir, basini cevirse bile yuz kaslarindan silinmez bir sure o tebessum yuzunde asili kalir. Ama bu insanlar baslarini doner donmez ifadeleri degisiyor, nasil istir bu anlamiyorum diye sasiriyordu.
Fotograf cok guzel, insanin icini bahar gunesi ile isitiyor. Elinize gozunuze saglik.

Punto dedi ki...

Sevgili Dilek
Amerikalılar böyle işte. Benim üzüldüğüm işten çıkarmanın sen işe yaramazsın formatında yapılması.İnsana değer veren bir format bulunamaz mı?

Asortik Krep dedi ki...

Amerikalılar kadar olmasa da bende o şekilde tören gibi de değil belki ama en azından kişisel duygularımızı çok belli etmeden kişilerin ayrılmasını doğru buluyorum..

Punto dedi ki...

Ben de kişisel düşünceden ziyade iş yeri tarafından oyle veya böyle işten ayrılana ya da çıkarılana değer verildiğini bir şekilde belli edilmesinden yanayım.

Berceste dedi ki...

Sizin vermek istediginiz noktayi gayet iyi anladim Punto amca. Haklisiniz! Cunku ozellikle bu yazinizda anlattiginiz arkadasiniz icin durum ise yaramama ya da isini yapamama gibi bir durum degil anladigim kadariyla. Sadece profesyonellikten uzak, kisisel kapris! Bu konuda yerden goge haklisiniz. Bir de yoneticilerin calisanlarini tanimamalari, dedikodulara gore karar vermeleri durumu var ki, bunun orneklerini de yoneticilik yaparken cok gordum. Burnunun dibinde yatan, is yapmayanlari farketmeyip pohpohlayan, ama uzaklarindaki insanlarin en ufak acigini yakaladiklarinda tez giyotine kafasi vurula kararini cikartan alayli, baba sirketinde calisan patronlari :( Sizin icinde bulundugunuz camia ise cig insandan gecilmeyen, gercek cevherlerin, cig olanlar arasinda piril piril parlamasina ragmen kor patronlar yuzunden yitip gittigi bir camida...Ne acidir ki o cig insanlar su an da gerek televizyon kanallarinda, gerekse yazili basinda baskosedeler hala. Onlar yag cekerek servetlerine servet katarken, icinde hala ilk gunun heyecanini, Bab-i Ali yokusunu bir nefeste cikmanin mutlulugunu yasayanlar emekli olmanin huznunu hissediyor. Keske bugunun medyasi sizler kadar degerli buyuklerimizin ellerinde yukseliyor olsa, Televolelerden, Ahu Tugbalardan ve daha da kotusunu haber bultenlerini dahi bu tarz programlara donduren haber mudurlerinin pencelerinden kurtulabilse!

cenebaz dedi ki...

Size bir blogdaki linklerden ulaştım. Tüm arşivi bir solukta okudum. Bu ara zaten hep basın üzerine kitaplar okumuştum, çok beğendim bloğunuzu. En son Akgün Tekin'in Günaydın ile ilgili kitabını okumuştum. Sanki bazı anılarınız çakışıyor. Onunla birlikte çalışmış mıydınız?

Punto dedi ki...

Akgün Tekin'i dost olarak iyi tanırım. Aynı yıllarda mesleğe atıldık. O hep Günaydın grubunda ve Rahmi Turan'la çalıştı. Aynı gazetede hiç çalışmadık. Ben Hürriyet'te başladım, Tercüman grubu, Asil Nadir zamanında Günaydın, Milliyet ve son olarak da Dünya'da çalışıp mesleğe nokta koydum.