Ertesi gün ekibim iki kat büyümüş gibiydi... Gerçekten Tercüman sistemleri ile olan bağlantımı anında kestim...”
Zihnimde yer eden o döneme ilişkin, üç önemli çekişme sayabilirim... Bunlardan biri batan gemi ve resimleridir. Çarpışan iki gemiden biri batar. Kroki çizilir, geminin nasıl battığı detaylarıyla anlatılır. O dönemde Rıfat Tanık, Tercüman kadrosundadır ve gece çalışmaktadır. Olayın fotoğrafını çekmiştir. Tercümancılar haberi küçük kullanır. Ertesi gün Bulvar Yazı İşleri Müdürü Akın Kamacıoğlu, Tercüman Yazı İşlerine çıkar. Gemi fotoğraflarından birini Tercüman yazı işleri müdürü Yüksel Baştunç’tan ister. Tercüman yazı işleri müdürü kullanmadığı bir fotoğrafı uzatır. Akın fotoğrafa bakar. Bir şey dikkatini çeker. Gemi arkadan görünmektedir ama pervaneleri dışarıdadır. Resmi Tercümancılar gibi dik tutmuştur. Ama pervane onu şüpheye iter. Fotoğrafı yatırıp bakar. Gemi batmak üzeredir ve belli belirsiz bir görüntü vardır. Fotoğraf dokuz sütuna manşetten basılır. Bu sefer, Tercümancılar veryansın eder: Fotoğrafın üzerinde oynama yapıldı diye.
Olaylar geldikçe gerilme artmaktadır...Artık Bulvar da öne çıkan isim Akın’dır. Konuşmaları yapan haber alış verişlerinde olan kişi !
Yalçın Kamacıoğlu durumu şöyle açıklıyor...
“Tüm ilişkileri Akın yürütmeğe başladı. Haberi alıyor, konuşmaları yapıyor, şikâyetleri de o dinliyordu... Haber çatışmasının ilk örneğini gene Akın yıllar sonra açtığı PUNTO adlı bir blogda yayımladı... Önce bu olayı onun kaleminden ve arşivinden izleyin istiyorum...
Bir fotoğrafın hikâyesi (Bak: Punto 2006 yılında yayımlananlar)
"Gazetelerin isimleri önemli değil. Bir büyük gazete düşünün. Bu gazete kendi bünyesi içinde bir başka gazete daha çıkarıyor. Hürriyet grubunda yayınlanan Hürriyet, Gözcü gazetesi gibi, Milliyet grubunda yayınlanan Milliyet, Posta ve Radikal gibi, Akşam Grubunda yayınlanan Akşam, Güneş, Tercüman ve Bulvar gibi.
Aynı haber kaynaklarını kullanarak çeşitli kulvarlarda gazete yayınlamak ticari açıdan önemli tabii.
Biz hikâyemize dönelim. Bir büyük gazete ve o grubun içinde bir başka gazete yani küçük gazete.
Henüz öğlen olmamış. İki gazetenin yazı işleri o gün yapacakları gazetelerin haberlerini toparlamaya çalışıyorlar. Bir gece önce de Marmara Denizi’nde bir gemi batmış. Onunla ilgili haber yazılmış ama geminin fotoğrafı var mı?.
Büyük gazetenin istihbaratından gece nöbetçisi muhabir olaya gitmiş. Hatta geminin içine girmiş, gemi batmadan birkaç dakika önce kendini tekneye zor atmış. Ve ayağını kırmış. Hastanede yatıyor. Ama haberini yazmış fotoğrafları ( tabii siyah beyaz. Zira fotoğraf gece baskılarına girecekse renkli çekmenin sakıncaları var. Renkli fotoğrafın banyosunun uzun sürmesi zaman alacaktır. Ve haber baskı devam ederken gazeteye gireceği için zaman önemlidir. Haberi ne kadar çok gazeteye girerse o kadar çok görünecektir.)
Neyse. Küçük gazetenin yazı işleri müdürü büyük gazetenin yazı işlerine çıkar. Yetkili müdüre akşamki olayla ilgili fotoğraf olup olmadığını sorar. Müdür de işine yaramayan fotoğraflardan birini uzatır. Güzel fotoğrafları doğal olarak kendilerine saklamıştır, aynı fotoğrafların küçük gazete de çıkmasını istemez.
Küçük gazetenin müdürü ne yapsın. Alır fotoğrafı şöyle bir bakar. Gemi arkadan görünmektedir. Müdürün avantajı denizcilik tarafının olmasıdır. Bir gariplik var diye düşünür bu fotoğrafta. Muhabir bu fotoğrafı deniz seviyesinin belirli bir yüksekliğinden çekmiştir. Peki geminin pervaneleri nasıl görünür? Zira biliyor ki gemi yüküyle birlikte batmıştır.
Küçük gazetenin müdürü herkes gibi fotoğrafa dik tutarak bakmaktadır. Şöyle bir çevirir fotoğrafı yatay tarafından bakar. Gözlerine inanamaz. Gemi dikilmiş, kıç kısmı yukarıda, baş kısmı yarıya kadar denize gömülmüş durumdadır.
Bir şey söylemez büyük gazetenin müdürüne. Alır malzemeyi aşağıya kendi yazı işlerine döner. Kendi genel yayın müdürünün önüne bırakır. Bir şey söylemez.
Tesadüf küçük gazetenin genel yayın müdürü de denizci bir aileden gelmektedir. O da fotoğrafı dik tutar. Önce kızar. Bunu mu verdiler sana diye. Sonra dikkat eder. Yahu bu fotoğrafta bir terslik var der. O da refleksle fotoğrafı çevirir ve geminin yarısının suya gömülü olduğunu görür. Kafasını kaldırır, “farkındalar mı” diye sorar. Küçük gazetenin müdürü “hayır” der.
Fotoğraf gece çekildiği için deniz ve dışarısı gri tondadır ve deniz seçilememektedir.
Ressama verirler fotoğrafı. Ressam biraz üzerinde oynadıktan denizle havayı ayırdıktan sonra manşetten yayımlarlar. Foto montaj iddialarına karşı ertesi gün bir fotoğrafın hikayesi başlığı altında hem rötuşlanmış hem de orijinal fotoğraf yayımlanır ama kimse inanmaz.
Ve kıyamet kopar. Patron neden bu fotoğrafın küçük gazetede kullanıldığının hesabını sorar büyük gazetenin müdürlerine. Onlar da şöyle savunma yaparlar:
“Böyle bir fotoğraf yok aslında. Küçük gazetenin müdürleri foto montaj yaptılar. Zaten bunların bu tavrı gazetecilik mesleğini zedeliyor.”
Fotoğrafı çeken ve bu uğurda hayati tehlike geçirerek ayak kırılmasıyla kurtulan büyük gazetenin muhabiri bu fotoğrafıyla Gazeteciler Cemiyeti’nin her yıl düzenlediği yılın gazetecileri yarışmasına katılır. Kazanamaz.
Nedenini cemiyet yetkilileri şöyle açıklarlar.”Fotoğraf foto montajmış”.
Peki nereden biliyorlar foto montaj olduğunu. ?
Efendim. Büyük gazetenin genel yayın müdürü aynı zamanda cemiyetin de yönetim kurulunda. Ona soruyorlar. O da bükemediği eli öpeceğine kendi muhabirini ve kendi gazetesini bir ödülden ediyor.
“Ödül vermeyin. Fotoğraf foto montaj” diyor. Fotoğrafın filmini istemek kimsenin aklına gelmiyor ve bir büyük emek meslek kıskançlığına kurban ediliyor".
..............................
İşte Akın Kamacıoğlu tarzı bu... Şimdi buna benim eklemeler yapmam gerek... Fotoğrafçı Rıfat Tanık... Gecenin ilerlemiş saatinde beni evden aramıştı...
--Abi gemi çarpışması var. Tercüman olayı resimlemek istemiyor...aa’ dan alırız diyorlar...Ben ne yapayım.? Gemilerden biri mutlaka batacak diyorlar...
--Olay yeri neresi Rıfat...
--Kumkapı açıkları ...
--Yüksek asalı siyah beyaz fimlerden bolca al... Kumkapı’ya in... Balıkçı kahvesinden motoru olan birinden tekne kirala... Hemen gemiye ulaşmaya çalışın...
--Haberi Tercüman’dan öğrendim...
--Sor bakalım onlardan da gelen var mı? Onlar gelmese de bizden film alırlar... Hemen yola çık... İsterlerse onlara haberi resimleri veririz...
....................
Geceden bildiğim halde olayın akışına karışmamaya özen gösterdim... Öyle ya..Hangi habere gideceklerine nasıl kullanacaklarına karışıyor da olabilirdim... Haberi resimsiz ve kısa olarak gece geç saatte İstanbul baskısına zaten Akın koydurmuştu... Yetiştiğimiz noktadan itibaren girmiş! Zira biz hep erken basılıyorduk! Haberin geleceği yer bizim masa sonunda diye düşündüm... Resimleri görmemiştim... Bu şans mıydı diye de sorulabilir... Hem Akın hem de ben çok mu şanslıydık? Yoksa çok müthiş gazeteciler miydik? Hayır... Hayır... Bu sistem farkı idi... Biz muhabirliğin, gazeteciliğin temeli olduğuna inanıyorduk. Oradan gelen her şey önemliydi ve değerlendirmede, yani haber ve resim değerlendirmesinde en küçük bir hata bizi herkesten çok üzerdi...
Akın da, ben de çekilmiş fotoğrafların üzerine yıkılır kalırdık... Işıklı masada elimizde lup iyice bakar, sabırla bakar bu da yetmez, çok kere resmi çeken arkadaşımız oralarda ise mutlaka olayı anlattırır, onunla birlikte neleri çektin neleri çekemedini hemen sıcağı sıcağına tartışırdık...
Yani çıplak gözle kontak alınmış karelerdeki hemen her şeyin, bazen de çok önemli ayrıntının görülemeyeceğini bilirdik.!
İŞTE O FOTOĞRAF: İlk bakışta suda yüzen ve arkadan görünen bir gemi. Hiç bir özelliği yok gibi.
Fotoğrafı çevirince görünen manzara da bu. Gemi yarısına kadar suya gömülmüş. Fotoğraf siyah beyaz olduğu için denizin rengi ile karanlığın puslu görüntüsü birbirine karışmış.
Film gece yıkanmıştı... Ben Rıfat’a negatifleri fotoğrafhane de bırakma... Sende dursunlar demiştim... Normal uygulama film yıkanır kaç kare varsa zarfına konmadan tüm karelerden kontak alınır. Ve bu kontaklar filmleri ile birlikte yazı işlerine sunulurdu... Çok kere yazı işleri kontaklara bakar istediği resmi işaretleyerek yeniden büyük olarak karta basılmasını isterdi. Biz çok kere arkası simsiyah olan resimleri kontaktan görmeyi yeterli bulamıyorduk... Filmi montaj masasında veya küçük bir ışıklı masada lupla inceliyor, görüntünün ayrıntılarını da bilmek istiyorduk...
Rıfat’tan isteyince banyoyu beklemişti. Çektiği üç karenin de banyodan temiz çıktığını söylemişti. Her üç karede de siyah tüm görüntüye hakimdi... O haber ve resimler diğer işlerle birlikte Tercüman yazı işlerine gitmişti. Şu bilgi önemli... Bakarken biz bu geminin battığını ve muhabirinizin son anda 3 kare resim çektiğini biliyorduk! Beklediğiniz bir görüntü vardı... Öyle bakınca siz bilerek beklediğiniz görüntüyü arıyorsunuz... İlk bakışta resmin ne anlattığını bulmak gerçekten çok zordu... Hiç bir zaman Tercümandaki meslektaşlarımız bunu neden göremediler demedik... Bakışımız sistemlerimiz ayrı idi! Anlatmaya çalıştığım daha iyiler veya vasatlar değil, sistem ve uygulama farklılığıdır... Olayı baştan itibaren Yazı İşleri bilirse önüne gelen resimleri daha doğru değerlendirebilir...
İkinci yanıltıcı unsur resim dik olarak kontak alınmış... Dik dururken bakıldığında deniz çizgisi geminin ve ufkun karanlığı ile birleşmiş... Üzerinde ÇOKCA durarak bakmaz iseniz normal yüzüyor gibi de görmek mümkün... Ben bakarken Akın meseleyi çözmüştü...
--Ağabey yatır bak... Pervane havada... O anda gemi suya gömülüyor. Su üstü çizgisi karanlık ayrılmıyor...
Öyle yaptım..Birden manzara ortaya çıktı...
--Bunu böyle basarsak her okura bir de anlatıcı bulmamız gerekecek... Anlatamayacağımıza göre... Baskıda biraz daha da kaybolacak çizgiler... Resmin koyu bölümünü açarsak denizin sathı belirginleşir gemi gerçek durumu ile görünür...
Öyle yaptık..Ressam suyun üzerinde kalan pervanenin ucunu da belirginleştirdi! Resmi 9 sütun yaptık... Bizde vardı ve tekti...Yani değerliydi..
Akın’ın şifrelerini açmam gerekiyor... Büyük Gazete diye söz edilen gerçekten büyüklüğünü hiç bir zaman tartışmadığım ama daha büyük olması için gidilecek yolunu doğru bulmadığım gazete TERCÜMAN idi... Küçük gazete Bulvardı!... Küçük gazetenin yazı müdürü Akın Kamacıoğlu, Genel Yayın Müdürü Yalçın Kamacıoğlu. Tercüman’ın Genel Yayın Yönetmeni ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yönetim kurulu üyesi de Ünal Sakman...
Akın şu kadarını aktarmış... Rıfat Tanık fotoğraf yarışmasına girdiği halde hakkı yenen biri oldu! Zira çektiği resim peşin bir hükümle ve gerçek dışı bir iddia ile yarışma dışı kaldı. Montaj kabul edildi...
Girip de derece alamaması başka bir işti... Ama yarışmaya gerçek olmayan bir gerekçe ile sokulmaması vahşi bir hata idi. Benim için ölçü Rıfat’tı... Ona yapılanı asla unutmadım... Hazmettim mi? Galiba edemedim.... Birden bire TGC’ye olan inancımı yitirdim... Her zaman bunu inanılmaz vahşi bir tavır olarak gördüm... Beni yıldıran, kıran, mesleği bilmeyenlerin muhabirlere eziyeti olmuştur... Onlar yazı işlerinin kalbi değil mi? Mesleğin temel unsuru, acıyı, eziyeti, sıkıntıyı çekenler onlar değil mi? Gazete için temel ve tek kutsal şey haber değil mi? Habere yönelik hata cinayettir... Vahşettir... Neden vahşet anlatacağım...
Akın, Bulvar Tercüman kargaşası içinde benim en sağlam fren sistemimdi... Çok kere gelir “ağabey sen bu konuyu duymamış ol ve karışma bana bırak der” ben devre dışı kalırdım... Bilirdim ki o gün beni çok sinirlenecek bir sorundan daha korumuştur.
Durumu neden sonra öğrendim... Ve o günlerde Cemiyet Yönetimine yazılı bir başvuru yapmayı “foto montaj” denen resmin nasıl foto montaj olduğunu ispatlamalarını istemek için hazırlandım...
Cemiyeti öteden beri bu yarışmaların haksızlığı konusunda ikna edemiyordum... Yarışmalar, şartlar eşit olduğunda geçerlidir. Gazeteciler arasında belli konularda belki bu şartların eşitliği sağlanabilir ise adil bir yarışma olabilir. Ama genelde yapılan yanlıştı! Hürriyette veya imkânı daha büyük bir gazetede çalışan özel uçakla olaya gidiyor. Maaşını üç ayda bir alan diğer gazeteci dolmuşla olayı kovalıyor... Bu işin maddi dengesizliği.... Aynı şartlarda bu olayı takip ediyorlar denebilir mi? Biri hemen nerede ise olay olur olmaz konunun içinde, diğeri sonradan yakalamış... Ana hatları ile böyle bir değerlendirme doğru değil... Adil değil!
Ödül aldı diye de o gazeteci çok çok önde sayılmamalıdır! İkinci sakatlık... Gazeteye giren her iş Yazı işlerinin dikkatinden geçiyor... Muhabiri daha iyi kullanan özelliklerini daha öne çıkarabilen bir yazı işleri ödüle daha yakın imkânlar sağlıyor... İşi özenle yapmayan yazı işlerinin elinde kalan muhabirin işi ya gazeteye girmiyor ya da yanlış aksettiriliyordu... Burada muhabirin kendi kusuru yok ki..!
Bu nedenler de eklenince itiraz etme arzum kuvvetlenmişti. Elimizde gerçeği ispat eden üç kare film vardı... Bunlardan birini ve karta basılan orijinal fotoğrafı hazırlattım... Bunlar pervanesi nerede ise belli belirsiz görünen resimdi... İstediğim basitti... Foto montaj yalanını kabul etmiyoruz diyor ve soruyorduk..
--Maden şüphe ettiniz, neden sorgulamadınız? Neden..? Oysa bu yapabileceğiniz kolay bir işti.!. Nerede bu fotoğrafın filmi demediniz.. Deseniz gerçek anlaşılacaktı.
Dilekçe de “siz sormadınız ama işte o fotoğrafın filmi... Bana gerekçeyi de, neden böyle bir haksızlığı yaptığınızı şimdi siz açıklayın diyorum...Bekliyorum.... Bunu mesele yapmak istemem şahsi bir öfke değil... Yarışın küstürdüğü diğer fotoğrafçıların sizi ciddiye almamasını sağlamaktır!...
Tam metni saklamadım... Ama buna benzer cümlelerle tamamlanıyordu. dilekçe ...
.........
Fotoğrafı çeken Rıfat Tanık Akın’a gitmiş... “Yalçın ağabeyden sen rica et... Ben söylersem kızar ve kovar... Cemiyetle böyle bir KAVGAYA benim yüzümden girmeyin. Ben zaten Tercüman içindeki çatışmaları yaşıyorum... Daha derin bir kavganın sorumlusu olmak istemiyorum... Başka bir olayda daha iyi resim çekerim gene derece alırım. Siz üsteler ve işi büyütürseniz ben Tercüman’da çok zora girerim” demiş...
Akın o akşam üzeri benden “ağabey şu Cemiyete yazdığın dilekçeyi bir de ben okuyayım” dedi... Hiç tereddütsüz zarfı ona verdim...
Ve işe daldım... Üç dört gün sonra Akın geldi...
--Ağabey o dilekçeyi yollamamaya karar verdik!.. Haklı olabilirsin. Ama şu anda içinde bulunduğumuz durum doğru zamanlama gibi gelmiyor... Rıfat da geldi... Oda böyle bir şeyi istemiyor... Tercüman’da çok büyük bir rahatsızlık doğmuş!
--Yanlış yerde fren yapıyoruz... Ben değil aslında siz yapıyorsunuz... Hiç bir şey düzelmeyecek... Gene ayrık otu kalacağız! Foto montaj yalanı bize yapışacak! Onlar yayacak ve üsteleyecekler... Hata yaptık demezler!. Ama Rıfat’ın korkusunu anlıyorum... Onun isteğine uyalım... Sizin dediğiniz olsun... Bir kere de hata yapalım...
............
Yıllar sonra Cemiyetin çıkardığı Bizim Gazete’ye uğramıştım... Onun yayın hayatına sokulmasının da doğru olmayacağını Nail Güreli’ye o tarihte aktarmıştım... Ama ısrar edildi ve gazete çıkarma kararı onaylanınca cemiyetin istediğini yerine getirmiş maketini, içeriğini hazırlamış ve Bizim Gazete’yi yayına sokmuştuk... Yılmaz Tunçkol ve Cumhuriyet’te çalışmış bir hanımın büyük emek ve gayreti ile...
Cemiyet Gazete çıkarmasın derken endişemi de açıklamak isterim... Cemiyeti kendi üyeleri ciddiye almıyor... Üyelerin ilgilenmediği bir yayın organı kerhen çıkacaktı... Yani yardım eden olmayacaktı... Oysa hepimizi temsil eden Cemiyet, üyelerinin ilgisinin çok üstünde bir yer idi... Yakışır mı yakışmaz mı tartışması sürecekti... İlgisizlik sürecekti!
O gün zamanı dolan basın kartımı yenilemek için Cağaloğlu’na gitmiştim. Her Cağaloğlu ziyaretimde mutlaka Bizim Gazete bodrumuna uğrarım... Eski günler yüksek sesle anlatılırken bir soru geldi:
--İlk elden dinleyelim... Tercüman da her zaman sizin bir gemiyi nasıl foto montajla batırdığınız anlatılır... Sahi nasıl yaptınız? Doğru mu bu?
Allahtan cümlenin sonunda bir doğru mu bu? sorusu konmuştu... Benim ülkemde idam kalktı... Benim mesleğimde yargısız ölümler sürüyor! Yargısız infazları mesleki cinayetleri gören de yok... Bugünlerde ölümden beter bir gerçekden kaçış yok mu?
.............
Rıfat Tanık hissetmedi ama sinsi bir zehir onun fotoğrafla oynadığı gerçek dışı haber yapabildiği dedikodusunu yaydı... Hak etmediği lekesini silemedi... Bu çetenin patronu da bendim... Ona çıkan ağır fatura, yalan gerçekmiş gibi sergilendi... Bu haksızlığı yapanlar ertesi dönem de seçildiler... Gazetecileri temsil ettiler... Hiç bir şey yokmuş gibi devam ettiler... Alkışlar her zaman onlara olmuyor mu? SİSTEM seçime çeyrek kala telefonlara sarılıp oy istiyor!... Gazeteler bu yıl cemiyete şunu yoluyoruz hesaplarını yaparken mesleğe ne olduğuna asla bakmadılar... Kimseyi dinlemeseydim dediğim, dik kafalılığımdan vazgeçtiğim için kendimi günahkar hissettiğim anlar oluyor. Burada da yüreğimde bir yara, kendimi affetmediğim hata olarak kaldı bu olay... Belkide dik kafalı eleştirisi beni yormuştu!
Rıfat’a borçlanmıştım! Onun gibi haksızlık çeke çeke mesleğini köreltenlere borcum vardı...
Neden sonra Ilıcak’ların (M.Ali Ilıcak) Akşam gazetesi yayına hazırlanırken ismim akla gelmiş ve çağırılmıştım! Nazlı Ilıcak onlarla çalışmamı istemişti... Onun zihnindeki proje Tercüman hayalini içeriyordu. Veya bana yansıyan oydu! Gitmiştim ama gider gitmez de enterne edildim!. Mehmet Ali Ilıcak ile çalışmak istemeyeceğimi kendisi de biliyordu... Nazlı Ilıcak da! Açıkca söylemiştim... Belki de annesinin hatırını kıramamıştı... Usulen beni çağırmışlardı... Kerhen oradaydım ve bunu her saniye hissediyordum.
Rıfat’ı bu hazırlıklar sırasında yeniden gördüm... Ekonomi haberlerine yardım ediyordu. Ama eskisi gibi makinesi omuzunda değildi. Fotoğraf çekmiyordu... Bırakmıştı! İlk kez birine soru sormaktan çekindim... Ona neden fotoğraf çekmiyorsun diyemedim... O da zaman içinde gazetecilikten ayrılmağa kopmaya başlamıştı... Yan işler yapıyor arada da borsa haberlerini gazeteye aktarıyordu!
Bu doğal bir döngü müdür.?
İyiler teker teker gidiyor mu? Yoksa dikiş tutturamadıkları için, kıskançlık yalanları ile durumu olduğundan daha mı kötü gösteriyor ? Dünden bugüne Medya gerçekleri tüm çıplaklığı ile yansıyor da bizler mi göremiyorduk?
Rıfat Tanık sonlara doğru Köpek çiftliği işine girdi... O dönemde küçük oğlumun yanaşma köpeği Rus Teriye’sini ona verdik... Aynı cins dişi köpeği vardı bir erkek arıyordu... Çiftleştirmek istiyordu... Yapabildiğim tek şey bu oldu... Tek yardım bu oldu.... Bir akşam üzeri hızla salona girdi..
--Ağabey 25 lira ver! Taksi aşağıda bekliyor...
Ulan Yalçın inşallah cebinde bu kadar para vardır dedim.... O gün şanslı günümdü... Cebimde 30 lira vardı! Parayı verdim... Tombul vücudunu sağa sola savurarak heyecanla uzaklaştı. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı... Elinde iki kalın paketle çıka geldi. –
---Girişe bırakacağım bunlar senin ağabey dedi...
Bu onu son görüşüm oldu... Ve son gördüğümde kan ter içinde yorgun ama yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Eve gelince kurşun gibi ağır paketleri açtım... Köpek ansiklopedileri, yabancı dillerde yazılmış değişik köpek bakım kitapları idi bunlar..
Şimdi çok net hatırlıyorum cümleyi;
--Sen anlarsın ağabey... Bunları da en iyi sen değerlendirirsin... Baktıkça beni an olur mu?
Tüm kitapları en iyi şekilde saklıyorum... İçimin acısına aldırmadan... Zaman zaman okuyorum... Köpekleri öğrendikçe... İhanet etmediklerini gördükçe... Öfkem azalmıyor Rıfat.... Senin hakkını koruyamadığım için ne denli üzgünüm bilemezsin... Senin gibi haksızlığa uğrayanların da! Haklarını geri alamadım! Yürütemedim... Bu işi beceremedim... Hepinizden özür dilerim...
.............
Rıfat Tanık çok geçmeden hayata gözlerini kapadı... Aramızdan ayrıldı... Çok kişinin haberi olmadı! Bu satırları vahşi medyanın içinde yaşanan, asla dillendirilmeyen haksızlıklar için yazdım... Gözleri açılan olacak mı dersiniz. Asla... İyiler ölene kadar belki diye beklediler... Umutsuzluktan ölüp gözlerini kapadılar... İyi ki görmüyorlar artık!. Adil olmayan çarkın baş aktörleri daha da kötü mü oldu acaba? Yaşarken gözleri bir yukarıdaki koltuğa dikili kalıyor. Duyar gibiyim...
--ADAM NEGATİF... NE OLACAK!
Beni bugünün şartları içinde normal bulmayanları öyle normal karşılıyorum ki!
GELECEK YAZI: BÜYÜK VATAN PARTİSİ VE
BÜYÜK TELAŞ!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder