20 Kasım 2012

İktidara değil patron yasağına boyun eğdik!!

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -7-
Parti kurduk! Kıyamet koptu!:
Bulvar gazetesinin çok kolay parti kurmanın yanlışlığı üzerinde durduğu VE bunu anlatabilmek için kurduğu partiye (BÜYÜK VATAN PARTİSİNE) ait rozet..BÜYÜK VATAN PARTİSİ  Türkiye haritası üzerinde bir seçim sandığı simgesi var… Sandığı saran el üstten OY atıyor, alttan ise Büyük Vatan partisini işaret ediyor… Partinin Genel Başkanı Tayyar Şafak kısa bir sürede Büyük Vatan Partisini kurdu... Tüm vecibeleri yerine getirip radyodan da konuşma hakkını kazandı… Bu habercilik girişimi ANA VATAN PARTİSİ’nin tepkisini çekmişti… Ama yayın sonrası bu çarpıcı kolaylık ve yol açacağı sıkıntılar bir sonraki dönemde giderildi..

Bana göre Yavuz Donat dün de bugün de beni vahşi ve haksızca eleştirmesine, bana karşı durmasına rağmen Ankara’nın en iyilerinden... Kendi köşesine Ankara’da olup bitenleri Bulvar’a gidecek tarzda dedikodusu ile alabiliyor ve bunları iki satırla geçiştiriyordu. Sadece kendi sütununa aktarıyordu. Ama bu tip haberi biz başka bir tarzda genişletip kullanabilmeliydik... Siyaset eksiğimizi bu uslupla gidermek uygun olacaktı! Zira benim tarif ettiğim şeyi bizim dışımızda bir başka gazete zaman zaman çok da iyi yapıyordu... Biz el atınca kıyamet kopuyordu! Donat, İstihbarat masasına gelen tüm haberleri kontrol ediyordu. Bir bakıma Ankara’da neler olmuş, siyasi ne dedikodu var diyenler bu tür olayları merak edenler mutlaka Tercüman gazetesine ve Yavuz Donat’ın köşesine bakmak zorunda idiler. Donat siyasi dedikodu alanında Tekel olmuştu adeta. Bu bir bakıma onun başarısı idi meyveleri toplamak da hakkı idi... Ama Donat normali aşan derecede kıskançtı... Bir gün sonra onun makalesinden alıntı yapanlara öfkesi anlaşılmaz oluyordu! Makalesinden bir iki alıntı yapıp haberi yeniden geliştirdiğimiz ve büyüttüğümde çok öfkelenir, hemen Kemal Ilıcak’a telefon açardı... Şikâyet ederdi… Oysa biz de diğer gazeteler kadar bu tür olay sinyalini alıp büyütme işini sürdürebilirdik... İşin acı yanı makaleden çıkan haberleri eşelemek ve daha geniş yanları ile büyütme işini başka bir gazete yapınca kimsenin itirazı olamıyordu!. Bu şikâyetlerin içeriğini Kemal Ilıcak anlasa da Yavuz’a toz kondurmuyordu. Dedikodulara göre Ankara’da bitmesi gereken diğer ilişkiler(!) onsuz yürümeyeceği için tehlikeyi göze alamayacaktı... İş tatsız bir inatlaşma ve kabalaşma çizgisine geliyordu... Bu tür haberleri kısa sürede kestik... Biz kestik, diğer gazetelerden bazıları bir gün sonra dedikodu gibi bir satırla geçen bu tür haberleri yenileyip yayımlamağa devam ettiler... Biz yasaklanmıştık ve bu yasağa uyduk! Kimse, ya farkına varmadı veya yapacak bir şeyleri yoktu!

Halbuki bu işe girerken sormuştum... Kendime göre kuliste yapmıştım... Ben beğendiğim biri olduğu için “Nazlı Hanıma bir iki kere Yavuz Donat tam bize göre olan bazı haberleri kendi köşesinde küçük kullanıyor... Bunlardan birini ikisini alıp büyütebilir, güncelleyip yenileyerek daha da büyükçe kullanabilir miyiz “demiştim...

Nazlı Ilıcak “ Yavuz bizi, Kemal’ı çok sever... Ben de söylerim... Alalım” demişti... Bu nedenle iki veya üç haberi alıp manşete taşıdık... Yavuz Donat’ın kendi köşesindeki metnin aynısını kullanarak değil tabii... Biraz daha ilerleterek... Yeniden yazarak ve genişleterek... Mutlaka yazıya taraf olanların görüşlerini de ekleyerek.. Donat bu uygulamaya çok öfkelendi.. Öyle ki yıllar sonra Milliyet Gazetesinin promosyon işlerine baktığım günlerde yeniden Ankara’ da yan yana aynı müessesede çalıştık... Aydın Doğan’a beni nasıl kötülediğini ikinci elden dinledim... O dönem ben ne kadar kötü biri olduğumu kavrayamamışım! Yavuz’dan öğrenmiş oldum! Vücut ölçüleri yakın olduğu için Yavuz’un uzunca bir dönem Kemal Ilıcak’ın mevsimi geçen veya sıkılıp ortadan kaldırdığı elbiselerinden giydiği anlatılıyordu... Bunu öğrenmem yakınlığı anlamama yardımcı da oldu... Patronla aynı elbiseleri giyiyorlardı! Bu da hemen hemen bütün ölçüleri tutuyor demek değil miydi?

İnanıp inanmamak o kadar önemli de değildi... Ben bırakmıştım... Onun hâlâ iyi gazeteci olduğunu düşünüyorum... Beni anlamak ve tanımak zorunda da değildi... Oysa ben onun hangi işleri nasıl yaptığını neleri başardığını ilk elden dinlemiştim! Hem de onun neden ne kadar kıymetli olduğunu ve neden küstürülmemesi gerektiğini yerine konacak eleman bulmanın niçin bu kadar zor hatta imkânsız olduğunu dinlerken! Ama yaptığımız gazetecilik ise ilkeleri açısında farklı inançlara sahiptik... Habere olan saygım ve boş verme alışkanlığı edinememem beni yanlış yönlendiriyordu... Düzeltmek daha iyi bir işleyiş geliştirmek gibi bugün bana fuzuli gelen donkişotluklar sergilemeğe devam ediyordum... Çalıştığım gazete binalarının girişlerine şöyle alıcı gözü ile baktım mı? Mutlaka bakmışımdır...

Haber ölmesin gerçek silinmesin gayretimle bunca yıl kan ter içinde kalışımın karşılığı olarak ne geçti elime dersiniz?  Bir heykelciği bile çok gördüler. Oysa her gittiğim gazetede giriş durumunu inceleme takıntı olmuştu. Binaların girişindeki boşlukları göz ucuyla tespit ettiğim o yerlere heykelim dikilebilirdi! Hiç de fena olamazdı doğrusu... Olmadı! Umudum bu olabilirdi! Ah şu kıskanç mimarlar... O boşluklara ya saksı koydular veya üç günde kuruyan dikenli çalı diktiler... Sadece bana da yapmadılar bu vahşi haksızlığı! Temsil ettiğim çizgide kimler gelip geçmedi ki... Kimini öldürdüler, kimini tehdit ettiler... Kimini içeri alıp susturdular! En ucuzu, onlar yaşarken değil kadir bilmek, onları gerçekten tanımadılar bile! Sonradan hemen hepsinin ölüsü kıymete bindi... Ölünce geç kalmış methiyeleri sadece mezara yetişti!. Kural sürüyor... “En makbul gazeteci ölü olanı değil mi? Aykırı duran konuşan baş kaldırana ölünce değer vermek nedir? “Kurtulduk ondan” sevinci mi..!

Bütün bunları her saniye zihnimde çevire dururken alışkanlığı elden bırakamıyordum. Sevimsiz olmama yol açan ani seyahatler yapıyor, haber şeflerinin masalarına oturup onlara sormadan çekmecelerini açıp haber zarflarını alıyordum... Ve çok kere oralarda takılıp kalan haberleri de sorgulardım! Muhabir yazmış, o masasında okumamış, bekletmiş.. Bilhassa Anadolu muhabirlerine özen gösterirdim.. Onlarla çok kere haber vesilesi ile direkt konuşmayı özellikle istiyordum... Bunun hem istediğimiz haberi, özelliklerini anlatmada ilk el olması, hem de muhabire verdiğimiz kıymeti ortaya koyması acısından etkili olduğunu inanıyordum. Muhabirin önü kapanıyordu.. Şeflerin haber kaynağına direkt gitmesi muhabiri köreltiyordu... Bu belli kaynaklar bakanlardır… Parti ileri gelenleri, belediye başkanlarıdır.. Medyayı kullanmak isteyenler muhabir yerine haber şeflerini müdürlerini tercih eder hale geldi! O günden bu güne haber ve haberci değerlendirmesi hızla ve acımasızca yozlaştı... Bu konuyu istismar eden yazı müdürleri, büro şefleri olağanüstü hızlı adımlarla isim yaptılar... TV’ lerin vitrinlerini süslediler. Yalancı pehlivanlığın moda olduğu döneme erken girdik. Ve şampiyon kemerleri ile göz kamaştıran gazete yönetimleri muhabirliği ve muhabirleri yok ettiler... İyi muhabirlerin yollarını şaşırmalarına yol açtılar… Onlar, hem muhabir, hem yazar, hem başyazar oldular… Hem savcı hem de hâkim gibi... Ham yazıyı “acaba” endişesi ile kontrol ortadan kalktı... Kontrol edecek olanın kendisi haber yazmağa başladı! Bu tahmin ettiğim ölü noktaya taşıdı haber sistemini… Bulvar olarak biz bu tutumumuzla da Tercüman terbiyesinin dışına taşınıyorduk… Biz şeflerin, sadece diğer şeflerle değil, zaman zaman muhabirlerle de tanışması, kişiliğini kabul ettirmesi gerekir diye düşünüyorduk.. Belli noktalarda ise merkezden gelecek talepleri çok kere ben de yazı müdürleri de direkt muhabire yapabiliyorduk.. Bu o muhabirin bağlı olduğu şefi atlaması anlamı taşımıyordu… Şef bizi muhabire ulaştırıyordu... Bu konuşmadan bağlı olduğu şefin bilgisi olduğu için haber gene normal yolla bize geliyor ama şef de muhabir de haberi takip edenlerin ne istediğini daha gerçeğe yakın bir içerikle biliyordu... Haberin aksadığı geç kaldığı durumlarda şef bizi direkt muhabire bağlıyor, ilk elden olan biteni sorguluyorduk... Kısaca haber tıngır mıngır gelemiyordu... Şef çekmecelerinde konaklayamıyordu. Her adımında biz var oluyorduk!

Ne yazık ki o zaman bugünün teknolojisinden çok uzakta idik... Her yerde faks bile yoktu... Olay fotoğrafları belli noktalardaki aletlere yetişiyor, zaman kaybı önlenemiyordu... Daha sonra taşınır faxs aletleri alındı... Daha çok futbol maçlarındaki gol görüntüleri kurtuldu!

Bulvar tüm engellemelere rağmen kendi kulvarında yükseliyordu. Bu yükseliş gazetede de zaman zaman kokteyl ve kutlamalarla sürüyordu. Fotoğraflarda mutluluğu paylaştığımız ama şimdi aramızda olmayan arkadaşlarımızı rahmetle anıyoruz.

Bugün, o dönem için benim yanlış anlaşılmama yol açan sebeplerin ve bana yansıyan sonuçların kaçınılmaz olduğunu biliyorum... Süreç sistemin altındaki taşların çekilmesi ile başlamıştı... Patron profili sanayici tüccar ağırlığını kazandığı an sivil toplum örgütleri de sistemi kurtaramadı... Gerçek gazeteciler silindi veya kenarlara itildi… Üzerinde elektrik şebekesine bağı olmadan sıcaklığı sıfır noktadaki parıltılı LED ışığı görüntüsü yansıtanlar, Gazetecilik etiklerine bağlı olmadan TV vitrinleri LED ışığı parlaklığı ile üslenmeye başlandı… Pek çoğu, düzgün Türkçe konuşmaktan uzak olsalar da, bazen kekeleseler de spiker olarak bize sunuldular… Bu da yetmedi, İngilizce sıfatlara bürünüp daha da önemli imiş gibi takdim edildiler… Oysa gerçek veya olması gereken bu değil di ki..

Sen ben kavgası içindeki gazeteciler, uzaktan göründükleri kadar BÜYÜK OLMADIKLARINI BİR BİR İŞLERİNE SON VERİLİRKEN DE ANLAYAMADILAR! Siyasetin gazete satın alma hamlesini kavramadılar... Üç beş kişi daha maaş alacak hayırlı bir iştir diyen de çıktı! Genelde gazete alarak iletişimi kontrol etme zokası yendi! Çok kişi korkarak, susarak, başını siperden çıkarmayarak bu hamleyi geçiştirmeye çalıştı! Bugün daha kuralcı değil ama daha büyük çoğunluk faydacı oldu!.. Üzerilerindeki eskimişlik her dönemin adamı sıfatı sorgulanmadı... Haberin tozu dumana karıştı! Her dönemin poz adamları zaman zaman gölgelenir gibi olunca toz hafif fırçalarla alındı... Tükenmeyen değerleri arkeolojik özellik sayıldı!

Meslek ilkelerine bağlılık ne yazık ki dinazor inadı, eskimiş, işe yaramaz bir geri kafalılık sayılmağa başlandı... Yeni teknoloji kolaylığı az zamanda daha çok haberi bulma şansını teşvik etti ama bizimkiler bunu kolaycılığa çevirdiler... Daha iyi gazetecilik yapabilmenin yolu açıldı ancak nedense daha iyi gazeteci yetişemedi! Daha avantacılar çoğaldı! Daha iyi olanlar kaldıkları yerlerde daha fazla tutunamadılar! Neden!

Bugün ülkemin yazı müdürü seviyesine çıkan gazetecilerini kim korur? Gazetelerin yazı müdürü koltuğuna onları kim oturtuyor?. Bugün ayakta kalan nedir? Kabiliyetleri mi, mesleki ilkelere bağlılıkları mı? Patronun iki dudağının ararsında kalma, dudaklara sürekli şerbet verme kabiliyeti mi? Neye inanıyorlar? Gerçeğe mi, patrona mı, maaşa mı, paraya mı, koltuklarına mı, temsil ettikleri grupların etkinliğine, satın alma güçlerine mi? Şimdilerde meziyetler listesine BİZDENDİR mühürü eklenmiştir… İlkeli olmayı çoktan unuttuk…

Cumhurbaşkanı, Başbakan veya falanca bakan gazeteyi değil ismen kişileri çağırır oldu... Neden? Bunun yanlışlığını anlatmak üzere yola çıkınca tek başınıza kalırsınız... Ben öyle oldum… Tek başına ve mızıkçı! Ve kerhen de olsa sistem beni de yola getirdi! İstemediğim bilindiği halde Kemal Ilıcak Kenan Evren gezisi için ısrarcı oldu… Ankara büro şefimiz gitsin dedim. Onun cephesinden bakınca normal olabiliyor durum.

“Diğer gazeteler genel yayın müdürleri seviyesinde diye cevap verdi… Ben de bunu öyle değerlendiriyorum… Reddetmek yanlış anlaşılır… Ayıp olur... Olmaz! Sen mesleki sakıncalarını unut… Sakıncalı davranma… Ben de senin gitmeni, diğerlerinin verdiği önemi bizim de vermemiz gerektiğini düşünüyorum” dedi ve gitmek zorunda kaldım… Ama haberlere asla müdahale etmedim… Yazı Müdürü yetkili idi. Onlar seçtiler, onlar değerlendirdiler… Bana göre yazıyı benim yazdığım bilindiği için normal bir süzgeç işlemedi! Abartma oldu… Daha önemli bir şey yazmışım gibi davranıldı... Bunu haberlerin kullanılma hacmine bakınca anlamak mümkün oluyordu. Yani ben muhabir kimliğini aşmadım… Ama değerlendirmede onlar bana muhabir gibi davranamadılar. Bu nedenle olmaz deyip duruyorduk! Genel Yayın Müdürü bildirirse çok daha önemli ve büyük haber oluyordu! Doğru değildi ki uygulama... Bir muhabir bildirse okunacak varsa dengesizlikler hatalar düzelecek günün diğer haberleri arasında haksız bir öne çıkış olmayacaktı... Bu düzende kimin haddine Genel Yayın Müdürünün yazısını beğenmemek! Sakatlık bu noktada deyip durdum...

Şimdi öyle mi? Ben yaptım oldu yanlışı sürmüyor mu? Muhabiri muhabir gibi haberi haber gibi gerçeği olduğu gibi mi duyuyoruz?. Siz emin misiniz?
..............
Bir grup Tercüman mensubu ile Donat’ların yazlık evlerinde ve Bodrum’da birlikte olmamıza rağmen aramızdaki buzlar erimedi... Yıllar sonra Aydın Doğan grubunda Promosyon işlerine bakarken de benim için olumsuz yorumları devam etti... Ben kuralı savundum... Ana aykırılık nedir? Mesleki farklı bakış nereden kaynaklanıyor?

Haber müdürü haberleri toplayıp bir kısmını kendi köşesinde kullansın istemem… Yazı Müdürlerinin, haberi ve gazeteyi yönetenlerin muhabirlik yapmağa kalkmalarını hoş bulmam... Gerekiyorsa, çok zorunlu hallerde tabii ki haber müdürü de muhabirdir… Mesleğin temeli muhabirliktir… Güzel olanı da muhabirliktir. Onu bir başkası yapmağa kalkarsa gazetenin haber kaynakları gelişemez. Bu uygulama ile muhabirin itibarını koruyamaz hale gelirsiniz. Hele hele bu muhabir Ankara gibi siyasetin orta yerinde olursa... Giderek muhabir bir şeyi bulup çıkaramaz... Kaynak, müdürle irtibat kurduğu için muhabiri ilk fırsatta es geçer...

Gazeteciliğe bakış açımız gerçekten çok farklı idi... Benim devletten imkân sağlayacak isimlerle tanışmış olanlara bakışım daha dikkatli oldu… Her zaman... Sadece onlarla değil... Diğer kişileri de “ne olabilir?” şüphesi ile izledim… Bu, belki de birlikte çalıştığım kişiler için rahatsızlık yaratan, en azından soğukluk yaratan bir tutum olabilirdi. Burada da uyumsuz olan bendim... Kabahat denirse kabahatli olan da! Belki de zaman zaman faydalı düşünmem bana da fayda sağlayabilirdi! Olmadı… O gün yapamadım... Bugün yapamadım... Yarını düşünmek bile istemiyorum… Yorgunum!

Ankara için Yavuz Donat sıkıntısı Tayyar Şafak ile aşıldı diye düşünürüm... Zaten Kemal Ilıcak da çok büyük bir hata yapmışım ama gene de bağışlıyor pozunda şunları söylüyordu... “Yavuz Donat’ın yazılarından bir satır bile kullanmayın. Yasak koyuyorum.”

Haber çatışmasının ötesinde, ayrıca haberi kullandın, kullanmadın, biz kullanmıyoruz, siz de kullanmayacaksın baskısı vardı... İstanbul dan da zaman zaman sıkıntılı durumlar, sistem farkını ortaya çıkarıyor ve beni dolayısı ile Bulvar’ı uyumsuz yapabiliyordu. Kısaca, hemen her gün, hedef tahtasına çıkmamız hedef olmamız kolay oluyordu... Kaldı ki ne kadar ayrı kalmağa özen gösterseniz de gizli bir elin sizi sürekli denetlediğini hissediyordunuz... Zira tüm bürolar Tercüman merkezine bağlıydı… Ankara’da Tayyar ne kadar özel haber üretse de bir şekilde Yavuz Donat’ın kontrolünden yani tek ve aynı teleksle veya faks’la geçiliyordu... Dizi veya özel haber sistemini geliştirmek için Tayyar’ın yardımı büyüktü... Çok kere özel haberleri ayrı bir kanalla posta ile almayı denedim… Yani mektupla! Tercih daha geç olsun ama kontrolsüz özel haber olsun idi. Kontrol dışına çıkmamız bu yolla mümkün oldu!

Gelecek yazı:    BEN haberi koyacağım.   İstifa mektubunu yazdım   

 

Hiç yorum yok: