7 Kasım 2012

“Sen deli misin?. Manyak laz!

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -3-
 Hürriyet Gazetesi Enis Berberoğlu, Şemdinli'ye giderek bölgenin nabzını tuttu. PKK'nın en büyük saldırılarını gerçekleştirdiği bölgede beyaz örtülü bir masayaçiçekler koyup keyif kahvesi içti.
Kahveyi kolay bulmuştur ama keyfi nereden ele geçirdi bilmek zor! Resmi görünce hem keyfim kaçtı hem gazetenin 1 milyon tiraja yaklaştığı o eski günleri ve o günlerin yazı işleri müdürü Ferhan Devekuşuoğlu’nu hatırladım..(Resimde solda..Yazı Müdürüm....Birinci sayfayı tamamlamaya çalışıyoruz).

Bize kadar gelen Hürriyet geleneği içinde yazı işlerinin yani geminin kaptan köşkündekilerin asla öne çıkma hakkı yoktur kuralı işledi! .Yakın zamanda pek çok şeyle birlikte bu kural da yıkılıp gitti...Eskiden Hürriyet söz konusu iken şimdilerde Enis...Ertuğrul...Ahmet..Mehmet...Niyazi...mesela öne çıktılar! Muhabirlerin kuvvetlenmesi bölgelerinde sözlerinin geçer olması daha önemliydi... Üzerinde titizlendiğimiz temel konu partiler üstü kalmak siyasetin içine girmeme ve asla muhabirliğe soyunmamaktı... Fotoğrafa bakınca alttaki mütevazi masa çok mu sönük kalıyor? Şemdin’li manzaralı beyaz örtülü masa çiçekler ve Enis... Ne kadar büyük ve gösterişli!.. Zihnim rakam da belirliyor doğrusu... Dünün sönük masasında hayata geçen gazeteye halkın güveni tepede ve gerçekti.. Şemdinli’deki rüzgârlı tepede gösteriş değildi... Tiraj 1 milyona değdi değecek... Ya bu resimden sonraki günler… Üzerine kurgu serdiğiniz şey ölüm ve kan! . Masanın beyaz örtüsü gibi mi kaldı ortam ?. Bu fotoğrafın yayımından sonra kan durdu mu? Yoksa Hürriyet’in tirajı 3 milyonları mı aştı! Hürriyet bir resimle mi büyük gazete oldu?
Cen Ajans (Nail Keçili) ile Kemal Ilıcak ilişkisi Güneri Cıvaoğlu döneminden itibaren giderek gelişmiş bir ilişki olmuş!.. Benim geçmişte ne olup bittiği hakkında her hangi bir fikrim de yoktu... Fikrimi anında söyleme ve kimin neyi yaptığına bakmadan söyleme huyumu ben de beğenmem... Hemen söylemeden, hemşerim Mesut Yılmaz kadar araya ilan alacak kıvamda olmasa da biraz bekletebilsem. Zihnimden dilime kadar gelen düşünceleri frenleyemezdim... Bu huyumdan dolayı çok zarar gördüğüm oldu. Ama sırası gelince ve gerekli olduğuna inandığım anlarda politik davranamam... Yani kendimi tutamam... Belki de en kötü yanlarımdan biri budur! Nazlı Ilıcak kimin diktatör olacağı konusunu konuşmamızın ardından Kemal Ilıcak’a sordu mu sormadı mı bilemem ama bu konuda asla ikinci kez konuşmadık... Olaylar hızlanmıştı... Yerler ayrıldığı için çıkış günü gelip çatmıştı... Aslında kararı zaman veriyordu... Beğensen de beğenmesen de zaman yoktu... Böyle bir durumda akıllı bir adam ne yapar fikrini belli etmez... Hayır demenin hıyarlık olacağını bilir!

Nazlı Ilıcak yapışık düzendeki muhasebe tuvalet aralığı mekanından geçerken ikinci sıra ayağa kalkıyor, sandalyelerini kenara çekip patroniçemize yol veriyordu!. Siz bunu saygıya yorabilirsiniz. Bana göre çok da doğru olmaz... Ayağa kalkma mecburiydi başka bir gereklilikti! Daha ziyade tuvalete yetişme telâşı ve yeni bir gazeteye verilen önem gerekçe olabilirdi! Zira koridor gazete mekânına uygun düşünülmemişti! İki masanın yanyana genişliği nerede ise geçilecek yolu tamamlıyordu

Böyle bir akşam üzeri Nazlı Hanım da uğradı!.. O güne kadar Bulvar gazetesi ile değil yakından uzaktan bile ilgilenmeyen bir görüntüsü vardı... “Yalçın Bey işiniz hafiflerse yarın akşam üzeri Cen Ajans’a gidip reklam filmlerini birlikte seyredelim” dedi...

Ve Cen Ajans’a gittik... Taksim Pamuk Eczanesi yanından inen dik yokuşta indik. Merdivenleri ha kırıldı kırılacakmış gibi çatırdayan eski binada bizi bizzat patron Nail Keçili karşıladı... Odada ilk dikkatimi çeken masasının gemi dekoru oldu... Kocaman bir dümeni orta yere koymuştu!. Gerçekten çok hoşuma giden bir tercih olmuştu... Denizle ilgili oluşu bende bir anda sempati yarattı... Ve hemen toparlandım... Dümenle arası iyi olduğuna göre daha dikkatli davranmam gerek diye kendi kendime telkinde bulundum... Masaya yatırdığı kim bilir başka ne dümenler vardı? Anlamadığım bir ilişki idi bu! Cen Ajans ne derse o oluyor havası giderek dikkatimi çekmeğe başlamıştı... Kendi kendime aman ha bu işler sana göre değil bulaşmamağa bak deyip durdum!

Ama bulaşmadan da duramadım! İş beni mantık dışı bir kuvvetle ilgilendiriyordu... Korkularımın temelinde kabullenemeyeceğim tek şey başarısız olma duygusu vardı... Bundan her zaman korktum...

Reklam filminde spor yazarlığına birlikte başladığım, spor yazarı olarak duruşunu, spor spikerliğini ses tonunu beğendiğim Orhan Ayhan vardı... Film beni, kafamdaki gazete formatına uymadığı için şoka soktu! Ezbere bir filmdi... Orhan Ayhan da harcanmıştı! Orhan Ayhan’a bağlanan tanıtım, Tercüman’ın yıllardır yarattığı bir isimle, tanınmış bir isimle, bizi de yani yeni çıkacak gazeteyi de yanlış bir yere sürüklüyordu... Ayrıca reklam filminin, gazetenin o günlerde oturtmağa çalıştığımız çatısı ve içeriği ile de uzaktan yakından hiçbir alakası da yoktu... Bunda Cen Ajans suçlu da değildi!.. Tarih belirlenmiş bu iş Cen Ajans’a bırakılmıştı... Onlarda elden geldiği ölçüde ortada hiçbir veri yokken yapılacak hiç bir şey filmi yapmışlardı! O kadar moralim bozulmuş ve filme baktığım halde seyretmemişim ki bugün reklam filmini hatırlamakta zorluk çekiyorum... Taş Devriyle, Fransız ihtilali ve burjuvaları anımsatan ve benzer görüntülerle ortadan şeylerdi... Film felâketti! Yapacağımız gazeteyi anlatmadığı gibi reklam yayın frekansı da doğru seçilmemişti. Bu yanlış filmi olduğundan daha çok göstermek, yani gazeteyi yanlış tanıtmak için bu kadar çok reklam yapmanın mantığı ne olabilirdi? Bunu da anlamış değildim... Yüzümün duygularımı saklamadığını bilirim... Yüzüme bakınca ayrıca konuşmama gerek kalmadığı zamanlar da çoktur. Öyle bir zamandı... Bu sırada Nazlı Ilıcak sorulmayacak soruyu sorulmayacak zamana saklamıştı...
--Nasıl buldunuz?
--Bulvar içeriğini bulamadım... Bir gazete çokca reklam yaptı diye satmaz ki... Bu reklam hangi gazeteyi anlatıyor?.. Neden insanlar bugüne kadar aldıkları gazeteyi bırakıp veya o gazetenin yanında bir de bizi alacaklar? Bulvar’ı hangi özelliğinden dolayı tercih edecekler?. Soru bu değil mi?” dediğimi hatırlıyorum..

Nail Keçili de haklıydı... Belli bir gazete tarifi yapılmamıştı. Önceden TV’ lerde yerler de alınmıştı... Zannediyorum bir kere de ilan günleri ve saatleri kaydırılmış, reklamlar ertelenmişti...

Yani tren hızlanıyordu... Ya son vagona asılacaktık veya tren kaçacaktı! Bana kalsa treni kaçırmak en akla yatkın karardı!.. Ama yaptı, yapamadı, çıkardı çıkaramadı tartışması Kemal Ilıcak’ı etkiliyordu... Kızgınlığı ticari zekâsını aşmıştı!

Birden karamsarlığım baskın çıkmıştı... Nazlı Ilıcak gazeteye döndü... Ben onunla gazeteye gitmek istemedim, Mecidiyeköy’de inip otobüsle eve geldim... O gün kendimi Tercüman kadrosundakilerin yerine koydum... İkinci bir gazete fikri ortaya çıkmadan daha mutlu idiler. Aralarında yabancılar da yoktu... Rahattılar... Rölanti bir tempoda gidiyorlardı. Kimse burunlarından da kıl almıyordu... Yaptıkları hemen her şey beğeniliyordu... Öyle ki Kemal Ilıcak bile yazarlarından bahsederken işte kral diyecek kadar gurur duyabiliyordu... (Necmi Tanyolaç için sık kullandığı bir cümle!) Biri çıkıp geliyor durgun suyu birden bire karma karışık ediyordu. O güne kadar kimsenin ağzını açıp bunu şöyle yapsak daha iyi olur demediği konuları bile irdeliyor... Haberler üzerinde fikir yürütüyordu... Üstelik hiçbir şeyi de beğenmiyordu... Hürriyet kökenli, Tercüman ahlâkı dışında yetişmiş birinin işi! Hakkı Öcal’ın bulacağı adam da bu kadar olurdu... Bu kafa Tercümanı da batıracak bir kafa idi...

Eve geldiğimde eşim babamın aradığını söyledi. Bebeğe gitmek istiyordu... Baba oğul yaptığımız en iyi iş birlikte balığa gitmekti... Beşiktaş’ tan babamı aldım. Her zamanki gibi balığa çıktık... Aşiyan akıntısında kürekte kalmak benim işimdi... Babam çaparisini indirdi ama dikkati benim üzerimdeydi... İki nedenle... Tarif ettiği yere çabuk gitmem ve zihnimde ne var onu anlamak için...
--Dalgınsın... Kıyıya çek dedim duymadın!
--Balık kıyıda mı?
--Baksana kıyıdan balık alıyorlar... Bakmıyorsun ki... Gazete de işler kötü mü gidiyor?

Durumu özetledim... Bırakabileceğimi söyledim... Akıntı onun tarif ettiği yere doğru bizi atmıştı. Balık vurdu. Babamın yüzünü ve çapariyi sandala alıp balıkları çıkarırken söylediği cümleleri hatırlıyorum..

--Biraz önce balık yok diyorduk... Akıntıyı ciddiye almayıp kürek çektik değil mi? En kolay yol bırakmak oğlum... Seni tanımasam bırak derim... Ama bıraktın mı? Kotra ile balayına çıktığında büyük fırtınada bile rotanı değiştirmedin... Dayınla seni iki gün aradık... Battın mı hangi kıyıya sığındın diye... Unutuyor musun! Mücadele sana kuvvet veriyor.

Babam belki de bir çizgiyi anlatıyordu. Benim başıma çok iş açan bir çizgiyi... Aklımızın zaman zaman isyan ettiği bir çizgiyi...
.........
Gazetenin çıkmasına günler kalmıştı... İlk sıfır sayı hazırdı... Bu tür gazetelerde haberler eski haber olur... Siz baskısını göreceğiniz sıfır bir gazete yaparsınız... Baskı da beklediğimden kötü idi... Selahattin Aslan ile ilk kez dertleşmek fırsatı buluyordum. Selahattin uzunca yıllar Tercüman da çalışmış pikajdan montaja tırnakları ile kazıyarak haklı bir yere gelmişti... Dert dinler, kolay öfkelenmezdi... Ben daha sonraları direkt Kemal beye çıkmadan bazı şeyleri sadece ona söyleyince yerine ulaştığını da bilirdim!

O güne kadar bilinmeyen bir yanımı kullanmak zorunda kaldım... Üçüncü hamur kâğıtlarda baskıya pek çok şey etki yapardı... Hürriyet gazetesinde Nezih  Demirkent ile geçinemediğim için yazı işlerinden aforoz edildim. Atmaya kıyamadığınız ama kullanmadığınız bir eşya muamelesi gördüm... Yani teknik müdürlük gibi ara bir işte de çalışmıştım... Yazı işlerinden uzak ihtiyaç anında el altındaki bir mesafede kalarak! Burada kısaca da olsa konuyu açmaz isem ne dediğim kolayca anlaşılmayabilir.

(Demirkent bugün hayatta değil... Bu nedenle onun cevap veremeyeceği konuları yazmak bana yakışmaz... Her zaman ağabeyim gibi sevdiğim biri oldu... Tartışmalarımızın boyutu ne kadar büyük olsa da ona olan sevgim azalmadı... Zira konuların hemen hepsi iş ile ilgiliydi ve iş düzgün gidince tartışmaların, kırıklığı izleri kalmıyordu. Bugün sadece içimde keşke beni daha çok dinleseydi daha iyi olurdu ben de bu denli hırpalanmazdım duygusu var!)

Hürriyet’ te (o dönem için 1970’ li yıllarda) her zaman yazı işleri mutlak dikatatördür... Nezih Demirkent zamanında idare ve teknik servisler biraz da önem kazandı... Öne çıktılar. Yetkileri arttı! Şöyle bir mantık gelişti... Teknik servisler kullanılan malzemeden tasarruf yapmak üzere seçilmiş dialara bir kere daha bakmak yetkisini elde ettiler. Yani renk ayrımına gelen dia flu mu net mi renkler yerli yerinde mi diye onlar da bakıyorlardı!... Aslında bu yanlış bir karardı... Eksik uygulama idi. Hemen kısa bir süre sonra yazı işleri- teknik servis kavgası başladı... Yazı işleri dia yolluyor, teknik servis olmaz bunun rengi bozuk veya daha sık olan uygulama ile bu dia flu net değil deyip taramak ve kullanmak istemiyordu! İdari birimler ile yazı işlerini kıyaslamada doğru kantar şu olsa gerek..Yazı işleri para harcar, idare tasarruf yapar! Bu çok yanlış bir değerlendirmedir... Ama değişmezdir. Gazetecilikte para harcayan yazı işleri yerinde olmak kaydı ile diğer gazetelerle fark yaratır ve gazete öne çıkar!

Nezih Demirkent beni işten almış ama karşıda yapılan yeni binada kendi odasına yollamıştı.“Git benim odamda otur... Sana her zaman ihtiyacım olabilir!”demişti... Aradan bir iki hafta geçmişti..O gün çağırıp bu kargaşayı önle dedi. Eldeki dia gerçekten flu bir dia idi. Net değildi... Ama olay resmi idi... Teknik servise Demirkent ekonomi yapabilmek için özel yetki vermiş “flu diaları taramayın ” demişti!. Yanlış yaptığını yüzüne söylemiştim! Teknik servise dia’nın flu olduğunu ama olay resmi olduğunu anlattım... Gazete bunu kullanmak zorunda siz de hünerinizi gösterin... Mümkün olduğu kadar netleştirmeye çalışın”.dedim..Kim ne derse desin yazı işleri genelde yetkisini kullanmalıydı! Bir şey daha ekledim..” Her gazetede katolog resmi gibi cam gibi görüntü olamaz... Bazen resme ve olayına göre flu’luk hareketi de gösterebilir. Net bir resim yerine flu olanı tercih de edebilirsiniz!” Yani aslında baskıyı, resmi, filmi ve renk ayrımını iyi bildiğimi Hürriyet teknik ekibi farkındaydı! Çok kere, tipo döneminden bahsediyorum gazete geç kalınca kurşun kalıpların frezelerine dahi yardım ederdim...

Selahattin Aslan da ilk konuşmada o güne kadar tanıdıklarından daha farklı biri olduğumu anlamıştı... Pikaj döneminden bahsettiğimi hatırlatmam da yarar var... Sütunlar halinde çıkan yazılar mumlanıyor, pikaj kartonlarına geliyor ve yapıştırılarak mizampaj yapılıyor, daha sonra gazete sayfaları filme çekiliyordu...

Bulvar olarak belli sayfaları maket için de öne aldık... Teknik kapasiteyi bilmeden zamanlamayı yapmak imkânsızdı! Yedek yapılacak sayfaları teknik ekiple birlikte takvimledik... Pek çok sayfada devamı kaldırdık... Yazı aynı sayfada başlayıp bitiyordu... Zira aynı anda Tercüman sayfalarını da açınca pikaj servisinde yer kalmıyordu...

Sonuç olarak baskı makinesinin blanketlerinin yenilenmesi, renk ayrımı sisteminde daha farklı bir metod kullanılması gerekiyordu... Bunları söylemedim... Ama direkt tramlamada kullanılan tramların kalınlaştırılırsa baskının iyi olacağını anlattım... (Zannediyorum 48 tram kullanılıyordu).Üçüncü hamur gazete kağıdı için çok ince kalıyordu.. 38 veya 40’ lık tramdan daha iyi sonuç alırız dedim. Daha sonra bu iyi niyetli teklif ukala sıfatıma destek oldu... Oysa işin aslı kalın tram baskıda daha zor doluyordu... Resimler daha temiz basılma şansı yakalıyordu. Bildikleri gibi devam ettiler. Bana kalan daha iyi görüntü için büyük resim kullanma tercihi oldu... Gene de mürekkepte takılıp kaldık... Yerli bir siyah mürekkep kullanılıyordu... Baskı daha iyi olabilir iken olmuyordu! Yerli mürekkep normalden fazla dağılıyordu...

Bir gece saatler geceyarısını geçmişti... Ben ve bir kaç kişi hazırlıklardaki son metreleri tamamlamaya çalışıyorduk... Odhan Baykara geldi... Kumkapı... dönüşü!... Kumkapı’dan nasıl geliniyorsa öyle gelmişti!... Masalara baktı... Elini boynuma attı..
--Ulan sen deli misin? Manyak laz!.. Tüm işleri sen mi düzelteceksin? Milletin işine ne bulaşıyorsun? İşi al götür dedik ama sana her şeye maydanoz ol demedik ki!
--Kimin işine bulaşıyorum?
--Ne makine dairesi kalmış ne renk ayrımı!
--İyi de renk ayrımı da baskı makinesi de yaptığımız gazete işinin içinde değil mi? Gazeteyi o sistem ve o makine basmayacak mı?  BEN BÜFE İŞLETMEKTEN BAHSETMİYORUM Kİ. Yaptığımız gazete nasıl basılacak bilmeyecek miyiz? Hangi makine basacak?
--Basacak tabiii... Ama sen şimdi ne yapıyorsun? Milletin ayağına basıyorsun! Bırak kalemi kâğıdı... Bırak... Ağabeyin olarak söylüyorum... Gel bir yere daha uğrayalım sana anlatacaklarım var. Bir iki kadeh bir şey iç... Gerilme... Anlatacaklarımı da dinle dedi...

Ayakta zor duruyordu... Bugün keşke onunla daha sık akşamları içmeğe gitsem dediğim çok oluyor... Onu haklı da buldum... Bütün bunları bak ben neler biliyorum havasında mı yapmıştım? Olabilir de! Ama başka bir gerçek daha ağır basıyordu... Bilmelisin... Öğrenmelisin baskısı yer etmişti... Böyle olmalı diye benimsemiştim.. İlgim de vardı.. Fotoğrafa... Mekaniğe... Baskıya... Kaldı ki matbaalarda da çalışmıştım... Elim kumpas tutmuştu! Hurufat kasalarına da değmişti. Terslik şu olabilirdi... Benden bildiğimi bilmemezlikten gelmem isteniyordu... Oysa seyrettiğim manzara şöyle değil miydi?. Bilmeyenlerin çoğu bilmediklerini biliyormuş gibi gösteriyordu! Bu marifet gibiydi! Peki ya bilenlerin görüntüden çıkması!.. Görüntüde istenmemeleri!..

Kemal Ilıcak’ın inandığı insanlar vardı... Onlarla konuşup kararlar alıyordu... Benim neyime, nasıl isterlerse öyle yapsınlar demek hakkımdı... Böyle olaylarda geceleri uykum kaçıyordu... Ertesi sabah mücadele etmem gerektiğini düşünmeye başlıyordum... Kendime göre çizdiğim dürüstlük çerçevesini daraltamıyordum... Sonuçta söylediklerim, bildiğim deneylerle öğrendiğim şeylerdi. Bunları aktarmaz isem daha mı iyi biri oluyordum?.. İşi değil kendini öne çıkaran biri olmaz mıydım? Bana ve gazeteye karşı gelişen düşmanlığı gördüğüm halde nasıl bir yol izlemem gerektiğini kestiremiyordum!

Hâlâ, Tercüman’da çalışanların hemen hiçbiri, benim gazeteciliğimin yanında baskı konusunda teknik bilgi sahibi olduğumu, belli aralarla seminerlerle hem baskı hem film hem de renk ayrımı için eğitim aldığımı bilmez! Tabii dijital ortam gelmeden önce! Benim anlayamadığım başka bir şey daha vardı... Bulvar, Kemal Ilıcak’ın istediği, Tercüman’da çalışanların hemen hiç birinin istemediği bir yayımdı! Kemal Bey arkadaşlar işsiz kalmasın bir ekmek kapısı daha açalım diyordu... Onlar kapıdan geçmek istemiyordu!

Ben de Bulvar’da çalışmak istemiyordum... Bir ölçüde iki taraf olarak aynı şeyi ister durumumuz yok muydu? Aynı şeyi istiyor olmak bizi yaklaştırmaz mıydı? Ama bu konuda da Tercüman grubu ile neden anlaşamadığımızı anlamamıştım!

Makine kapasitesi Kemal Ilıcak’ a göre fazla fazla vardı ama bana göre problemdi... Baskı zamanlaması nasıl yapılmıştı bilemiyorum... Bunun hesaplanmasında makine hızı, tirajınız ve servise konacak gazete miktarı temel ilkelerdi... İlk günler ve çıkış tirajları hariç bu hesaplarda da Bulvar için ikinci sınıf gazete muamelesi vardı... Gerek taşralarda, gerekse İstanbul içi baskılarda önce Bulvar basılıyordu... Yani erken bastığınız için habercilikte bir geri kalış söz konusu oluyordu.... Ama benim kalkıp bu neden böyle deme şansım yoktu... Çare olarak yapılacak iş de belli idi... Mutlaka aktüaliteyi yakalamak, gündem yaratmak bu gecikmeye ilaç olacak işlemdir. Yani özel haber üretecek bir siteme ihtiyaç vardı... Bunu ilk günlerin çıkıyoruz telaşı içinde kime ne kadar anlatabilirdim... İnanılmaz bir hava vardı...

İlhan Engin protokol sırasındaki yerini her zaman koruyordu... Odhan ise beni her zaman destekleyerek gerçek bir arka çıkış, ağabeylik sergiledi.

Ama benim, özel habere, özel haber yapacak muhabire ihtiyacım vardı... O sırada Hürriyet’in Ulvi Yanardağ’ı işten çıkardığını duydum... Ona hemen gel dedim... Kıbrıs hâlâ sıcak bir konu idi... Milli bir dava olarak işlenecek haber de vardı... Ulvi Yanardağ’a ne istediğimi anlattım... Kıbrıs’ ta anlaşmalarla aykırı olarak Rum kesimi ağır silahlar almıştı. Bu haberi doğrulatır ve Kıbrıs’a giderek resimleyebilirsek ilgi de uyandırabilirdik. Bana göre en az ilk TV kampanyası içinde böyle 8-10 özel ve ses getirecek habere ihtiyaç vardı..

Ulvi gitmeden irtibatlarını kurdu... Belli resimleri bulabileceğimiz ortaya çıktı. Ve Kıbrıs’a uçtu. Bunu biraz gizli yapmak ihtiyacını duydum... Bu da mesele oldu. Muhasebe para ödemedi... Nazlı Ilıcak ile sorunu çözdük... Parayı ve bileti temin etti. Ulvi son anda hızır gibi geldi... Haberi olgunlaştırdık... Resimleri de temin etmişti. Yalanlanan, Rumların yok dediği silahların resimleri elimizde idi artık... Manşette yerini hazırladık... Şöyle de bir sıkıntı vardı... Hangi haberle çıkacağımız merak edildiği için çalınma ihtimali büyüktü... İçerden biri şu haber der ve özel durumumuz kaybolurdu. Bu nedenle baskı sınırına kadar haberi elde tuttuk... Ve gazeteyi basacağımız gece bir de balo verdiler... Buna karşı çıkmıştım... Bunu bir hafta sonra yapın gazete çıkışlarında her zaman aksilikler kargaşa olabilir..Kutlamayı erteleyin dediysem de beni kimse dinlemedi..
GÜREŞİN BABASI: Vehbi Emre.... Güreşin ölümsüz ismi... Modern güreşe geçişi sağlayan teknik ve idari yenilikleri hayata geçiren spor aşığı! Güreşin dışında bisiklet sporu ile uğraşmış, futbol oynamış ve su sporları da yapmıştır. 1981 yılında hayata gözlerini kapadığı zaman geride ismini yaşatacak pek çok şey bırakmıştı... (1903-1981) Türk güreşinin federasyon olarak külüpleri toplaması sırasında (1923 yılında) Federasyon Başkanı Ahmet Fetgeri Aşeni'nin yanında çalışmış 1937-1940 yılları arasın federasyon başkanlığı görevinde bulunmuştur. 3 yıl aradan sonra Emre’nin başkanlığı 7 yıl aralıksız sürmüştü... (1950) Almanca, Fransızca, İngilizce'yi çok iyi konuşan Vehbi Emre, 1976 yılında Fila kongresi tarafından FİLA Şeref BAŞKANLIĞI Payesi ile ödüllendirilmiştir. Hatırasını yaşatmak üzere Türkiye Güreş Federasyonu'nca 1983 yılından bu yana Uluslararası Vehbi Emre Güreş turnuvası düzenlenmektedir.
Benim çokca bilinmeyen spor yazarlığım (Futbol yazarlığı değil) günlerinde sıkca ziyaret ettiğim akıl aldığım genel anlamda doğruları öğrendiğim çok az kişiden biriydi... Zihnimde yer eden geçmişi sahiplenmedeki kibarlığı ve titizliği oldu... Hemen her fırsatta Ahmet Fetgeri beyi anar onun hangi zorluklarla güreşe yön verdiğini unutmaz “onun bıraktığı yerden bayrak yarışını sürdürüyorum” sözünü sık sık tekrarlardı.. Bugün eskileri kötüleme yarışının “hiç bir şey yapmadılar... Bir çivi çakmadılar” edebiyatının Vehbi Emre’nin hizmet yıllarından öncesine ait bir zamandı diye düşünürüm...
Türk Güreşinin bugün geldiği noktada ,Ahmet Fetgeri beylerin, Vehbi Emre’lerin yokluğu mu, medya’nın ata sporunu görmezden gelişi mi daha etken bilmiyorum... Bildiğim yüreğimi acıtan şey o günlerin geri gelmeyeceği oluyor!. Güreşi ilgi alanı dışına ittiğimiz oluyor. Unutulanların elindeki imkan ,parlayan güreşe halkın altın değerindeki ilgisiydi. Yoksa dünün şartları içinde imkan deden şey Emirgan kampı ve biraz daha temiz havası olabilir... Halkın ilgisini yeniden güreşe çevirmeden gelişemeyiz... Ahmet Fergeri bey Beşiktaş JİMNASTİK KÜLÜBÜNÜ kurdu... O günden bu yana Beşiktaş isimi ilgi yönünde değişti... Önce Beşiktaş Spor- daha sonraları da Beşiktaş Futbol Kulübü imajı öne gelmedi mi? Tercüman gazetesinde yapılacak en iyi işin GÜREŞ sporuna her yönü ile destek çıkmak olurdu... Bir ara hamleyi kaleme de döktüm... Birden anladım ki Vehbi Emre gibi adam kalmamış! Ülkenin sporunu keşke bugün de Vehbi Emre ile konuşabilsem... Sorardım! Öğrenirdim...


GELECEK YAZI:
Manşete düşen İlhan Engin bombası!

Hiç yorum yok: