15 Kasım 2012

Kaş yaparken göz çıktı!

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -5-
 
İLHAN ENGİN: Bulvar Gazetesinin yayın hayatına başlaması fikrinin ortaya atıldığı ilk anlarda Genel Yayın Müdürü adayı idi... Gazetecilik kadar ağırlık verdiği uğraş sinema ve senaryolardı... Konuşmaktan, hayallerini dinlemekten mutlu olduğum bir kalemdi... Dalgınlığı bizi ilk gün yıktı ama benim yüreğimde hep sevimli ve babacan hali sıcaklığını korudu... Bir anlamda o benim gibi tren hareket ettikten sonra binmemişti... Benden önce hemen her toplantıda, konuşmada var olan biri idi... Gazete hayata geçtikten sonra da bana destek oldu... Giderek sinema tutkusu ağır bastı... Filmleri ve senaryoları ona ayrı bir yol çizdi... Gazetenin çıkışı GÖÇ YOLLARI TIKADI kitabının senaryolaşma çalışmasına denk geldi... Zihni karışık ve unutkandı!

Balonun iyi gittiği kadar gazete iyi gitmiyordu... Promosyon olarak seçilen ve Kemal Beyin Türkiye’yi ayağa kaldıracağız dediği kampanyada bir sakatlık vardı... Bu tür işler nedense gizli kapaklı oluyordu... Tek kupon karşılığında eski cam şişelerdeki kola veriliyordu... Cen Ajans reklamları bile hazır getiriyordu... Sanki bir başka firmanın ilanı gibi koyuyorduk!
Böyle olunca benim ısrarlı ikazıma rağmen gazeteden hiç kimse ilan metnini okumuyordu... Bunca sıkı trafikte gene iş bana kalıyordu! Bize şikâyet gelene kadar ilan metinlerindeki yanlış anlaşılmalar da fark edilemiyordu! Gazete kendi işini kendi anons etmeli... En azından gazeteyi yapanların verilecek şeyleri bilmeleri, yapılacak promosyonu benimsemeleri gerekir... Yoksa kendi promosyonunuz da olsa yabancı kalıyordunuz... Aynen bizim kola promosyonunda olduğu gibi... Nazlı Ilıcak’ın gazetenin çıkışı ile birlikte ilgisi ve sevinci yerinde idi. Nedense ben onu seyrederken işlerin iyi gittiği duygusuna kapılamıyordum!

Burada da bir başka kötü alışkanlığım gene başıma dert oldu... Hürriyet gazetesinin dağıtım kavgasında ben de vardım... Demirkent’in planı içinde bir gecede dağıtım şirketini değiştirmiş, yazı işleri dahil geniş bir kadro ile sabaha karşı tüm dağıtım noktalarını kontrol altına almıştık... Zincirin ne denli önemli olduğunu biliyordum... Kontrol etme ve sorma alışkanlığım sürüyordu... Belki de daha ilk hafta dolmamıştı... Yeni Levent’te otobüs durağının uzantısındaki gazete bayii hemşerimdi... Geçerken seslendi...
-Hemşerim... Hemşerim!.. Seni akıllı biri sanırdım... Bu hatayı nasıl yaptınız?
-Hangi hatayı? dedim..
-Verdiğiniz bedava malın fiyatı gazeteden daha yüksek! Bayi alıyor, gazetenizin ücretini ödüyor. Diyelim 10 kuruş... Bedava aldığı cola 15 kuruş... Gazeteni neden satsın ki... 10 kuruş üzerinden alacağı pay 2 kuruş! 10 kuruş gazeteye veriyor, 15 kuruşluk cola alıyor. Gazozdan ona kalan 5 kuruş! Gazetenizi alıp depoya atıyor. Kimseye de göstermiyor... Kârı daha fazla değil mi? Bu kime yarıyor anlamadım... O adam gazeteyi bunca işi içinde neden satsın ki... Bu hesabı sizde kim yapıyor... Hemşerim!

Çok moralim bozulmuştu... Benim uzaktan yakından içinde olmadığım bir programdı... Israr etsem neyin ne olduğunu mutlaka bana da anlatırlardı... Cen Ajans uygulaması yazı işlerini dışlıyordu. Yabancılaşmıştım... Kenara çekilmek bana göre bir iş de değildi ama öyle olmuştu! Kenardan seyretmiş, yayımlayacağımız ilanları bile son anda kerhen okumuştum...
Gazetenin çıkışında, ilk günler için böyle bir promosyon darbesi de yaşanmıştı... Pek çok bakkal paketle gelen gazeteyi alıyor, aynı sayıdaki kolayı tercih ettiği için gazete bakkal tarafından toptan satın alınıp saklanıyor, okurun eline geçmiyordu... Bakkal cola’yı daha iyi fiyatla satıyor, daha çok kâr ediyordu...

Çok gizli olunca çok iyi olur ya!. Kemal Ilıcak bir şekilde durumu şöyle açıkladı:“Sorma... Bir yanlışlık oldu... Düzeltiyoruz”  Oysa ben sormamıştım!
İşin aslını öğrenmek istemedim... Kırılmanın ilki bu noktada başlamıştı... Kendimi o sistemden ayrı görmek beni rahatlatıyor muydu?... Öğrenmek bile içimden gelmedi. Belki de bu bir başka kendini koruma refleksi idi... Gene birileri ile karşı karşıya gelecektim... Çalışma hayatında da beni çekilmez yapan huylarımdan biri ince ince, mıncık mıncık kafayı taktığım detaylar olmuştur... Allahın belâsı biri olduğumu hiçbir zaman unutmadım..Unutur gibi olunca da hemen hatırlattılar!...

İlk mekanımız tuvalet aralığında hızla çoğalıyorduk!... Müessesenin mikropları gibi! Mutlaka Bulvar’cıların kuvvetli mikropluğu bunu kolaya indirgiyordu! Ortam kargaşadan kavga ortamına dönüyordu...
Zira gazeteyi çıkarırken düzeltmek, neyin nerede olduğunu, nerede olması gerektiğini yayım sürerken karar verecek durumdaydık... Bana olan öfke, arkamdan konuşmaları aşmış, sataşmalar haline dönmüştü. Zaman zaman tanımadığım kişiler ki -pek çoğu Kemal Ilıcak’ın ben çocukluk arkadaşıyım, Kemal’le benim bin yıllık hukukum var –cümleleri ile giriş yapıp nasihat kısmına geçiyorlardı... Bu sataşmalar gazetenin çıkmasına bir kaç gün kala başlamış hız kesmeden sürüyordu...
-Kemal’i batırmak mı istiyorsunuz... Bu gazete nereden çıktı?
İlk günler sabır ve akıllılıkla-bana göre o sırada akıl cevap vermemek oluyordu- idare ettiğimi sanıyordum... Sustukça bu tür sataşmalar arttı... Öyle ki arkamdan bağırmalar halini aldı...
Genç biri idi bağıran... Kelime kelime aklımda kalmadı... Çok öfkelenmiştim... Ama yaklaşık anlamı zihnimde... Genç adamın yüzü de gözümün önüne geliyor..
-Hürriyetçi... Hürriyetçi!... Burayı ne zannediyorsun.?.. Tercümanı batırmak için sana kaç para verdiler?...
Durup baktığımda beklemedi... Merdivenleri hızla çıktı... Söyleyeceğini söylemiş, eteklerindeki taşları dökmüştü! Kim olduğunu sordum. Nafiz Ilıcak’ın küçük oğlu denildi.

Çok sonraları Almanya da bir trafik kazasında öldüğünü duyduğum an içimin o denli sızlayacağını o kadar üzüleceğimi tahmin edemezdim...
Merdivenlerin üst noktasına yaklaşırken dayanamayıp şu cevabı verdim..
-Kimseden para almadım genç adam! Amcandan da henüz tek kuruş almadım... 3 aydır çalışıyorum... Sen yardım et... Hatırlat! Alacağım maaşı seninle bölüşürüz... Kaç para aldığımı da öğrenmiş olursun!
Aslında bu cevap gerçekti de... Gazeteyi yayıma hazırladığımız ilk üç ay kimsenin aklına bana maaş vermek gelmemişti... 3 ay süre çalışıp ayrılmak isteğim duyulmuş, Tercümancılara öylesine cazip gelmiş olmalı ki, ayrıldı ayrılacak beklentisinden olacak maaş alabileceğimi düşünmemişlerdi!

Bazen Tercüman’daki iletişim hızının ve gücünün uzmanlarca araştırılması gerektiğine inanırım... Ne internet ortamı ne kablosuz yayın o hızı geride bırakamaz! Öyle hızlı yayılma ve öyle hızlı ulaşma kanalları vardır ki! Ben akıl erdirememiştim...
Hemen ertesi akşam Kemal Ilıcak çağırdı...
-Yalçın sana bugüne kadar maaş ödemediler mi?
-Kemal Bey benimle maaşı konuştunuz mu? Ben size üç ay çalışırım dedim ve işe başladım...
Telefona sarıldı... İdareden kiminle konuştu bilemedim... Gazetenin künyesi de bildirilmemiş, gereken evraklar tamamlanmamıştı...
Biraz dert yandı... Gazeteyi daha fazla gazeteciye ekmek yedirebilmek için düşündüğünü tekrarladı... En güvendiği isimlerin onu nasıl terk ettiğini, onu para için terk ettiğini anlattı...
-Kral dediklerimiz krallıklarını on kuruş için terk ettiler dedi..
-Kemal bey... Güneşi çıkaran yabancı biri değil ki... Eşinizin ağabeyi..
-Tanıyor musun? dedi....
-Görüyorum... Gazetecilerin eline iyi para geçiyor!.. Gazete yaşar mı yaşamaz mı bilemem! Doğru mu yaptı yanlış mı yaptı tartamam... Biraz fazla lüks bir adım... Ama bir hareket geldi... Gazetecilerin maaş seviyesi geçici de olsa arttı!
- Bu iş zaman işi... Sonunda kim ayakta kalır göreceğiz dedi...

İçeri girenler basın yayına verilmesi gereken evrakları getirdi... Ben o anda Bulvar ile ilgili evrakları imzaladım... İşim bitmişti kalkmak istedim.
-Bir dakika... dedi... Bekletti... Oda boşalınca bana gömleğinin sol üst cebinden bir çek çıkarıp verdi...
-Bu gecikmiş maaşlarına karşılık dedi...
-Mesele para değildi dedim..
-Önce para kısmını çözelim... Sana gerisini de anlatırım dedi.
Ben beklemedim çıktım...

Beni tanımayanlar alt alta yazılanlara bakınca “bu adamın her halde iyi bir geliri var... Parayı bu kadar dert etmediğine göre ya çok zengin ya da ortaçağdan kalma şövalye ruhlu” diyebilir...
Oysa benim durumum daha gariban bir noktada idi... Deli olmadığıma sizi ikna edebilmek için sabrınıza sığınıp biraz yetişme tarzımdan, geldiğim kültürden bahsetmem gerek... Yoksa beni olmadığım kadar idealist zannedebilirsiniz... Hayır hayır... Keşke olabilseydim.... Ne gezer! O günlerde durumun içler acısı idi... Büyük oğlum Murat, Saint Benoit Lisesini kazanmıştı! Ailece kara kara seviniyorduk! Yani oğlunuz bir yeri kazanınca sevinmez misiniz?.. Sevinme kısmını bu çocuğun tahsil parasını nasıl karşılarsınız suali tamamlarsa ne ala. Yok paranız yoksa sevinç ayrı bir baskı yaratıyordu. Kara kara düşünmek ile sevinmek anı anda yaşanıyordu...

Çocukluğum Kafkasya’dan göçle gelen büyük bir gürcü ailesi içinde geçti.... Aile bağlarının ve adetlerin gücü şehirli olmanın zaman aşımına büsbütün uğramamıştı! Sadece hafiflemişti! Hürriyet’ten ayrılırken çok az bir tazminat almıştım... Hatırlayanlar olabilir. Orhan Erkanlı çalışanların tüm tazminatlarını sıfırlamıştı... O nedenle ödenen tazminat iki maaşı bile bulmamıştı! Bu para da bitmek üzere idi... Zor durum başka nasıl anlatılır? Bu nedenle de bol paralı bir deniz planlaması yapmıştım ya!

Ama hem eşimin ailesi hem benim ailem aynı kültürün içinden çıkıp geldiği için sıkıntıyı tüm acımasızlığı ile hissetmedik. Anneannesi eksik bir şeyi, halası eksik başka bir şeyi, dedeleri diğer şeyleri görünmeyen bir üslupla hallettiler. Milyarder rahatlığımı, daha da doğrusu milyarderliği böyle tarif edebilirim... Bir başka yanlış terbiyeyi de ninemden kapmıştım... Beni yanında yatırırdı... Namaz öncesi yumurta sarısı, şeker ve kaymaklı sütle iyice karıştırıp köpük köpük yaptığı gogul-mogul ile doyurmadan sokağa da salmazdı... Böyle sabahların hemen hepsinde ben pek çok namazı ninemin sırtında geçirirdim... Sağa sola selam verdikten sonra beni kucağına alır okşardı... Asla bana kızmadı! Ağlayarak ve öne arkaya sallanarak söylediği şeyin neden sonra dua değil bir ayrılık şarkısı olduğunu öğrendim... Göç  türküsüydü... Özlem türküsü idi... Asla Gürcü’ce öğrenemedim. Nineme de o ağlarken ne diyor şarkı diyemedim... Ama unutmamam gereken şeyi çok tekrar etti... Ve unutamıyorum herhalde...
Önce uzun ömür diler “sen bin yıl yaşa” diye mutlaka eklerdi... Ve aynı nasihat unutulmazdı..
-Oğlum... Parayı sen kullan... Para seni kullanmasın!
Ben anneannemin kurbanıyım... Bana günümüze uygun iyi bir eğitim verebildiğini de sanmıyorum!...

Mağduriyetimi anlarsanız, bazı tavırlarımın nereden kaynaklandığını da çözebilirsiniz diye düşündüm... Bu terbiye, Gürcü geleneğinden gelen ve asla suçum olmayan bir tarz! Kadınlarla olan ilişkilerimde de başıma çok dert açtı... Keşke daha farklı olabilseydim... Çapkın biri olduğum izlenimini silemedim... İçki içmediğim halde akşamcı olduğum laflarını kesemediğim gibi. Bıçkın içkici biri olduğum yakıştırması da gerçek ötesidir ama bana yapışıp kaldı! Şimdilerde ben içmem deyince sadece şaşkınlık yaratmaya devam ediyorum! Düne dönük haksızlığın bedelini ödeyen çıkmıyor! Uyumsuzluğumu tarif edebilmenin rahatlığı içinde şimdi Bulvar macerama devam edebilirim...

Yabancılaşmama yardım eden bir başka gelenek de Tercüman’ın salı toplantıları oldu!
Bu garip bir uygulama idi... Yapılmaması gereken ne kadar dedikodu varsa salı toplantılarında tohumlanıyor, ekile ekile gelişiyor ve patron huzunda gerçekleştiği için de resmileşiyordu!.. Her zaman yarım demli ve ılık çaylarla gelen iyice tuzlu kurabiyeler dağıtılırken dedikodularda paylaşılıyordu... Hemen herkes Kemal Ilıcak’ın odasını doldurduğu an ateşe hazır kıta oluveriyordu... Zekâmın ulaşamadığı nokta, içerde düşman olan grupların kapı dışında sarmaş dolaş halleri oluyordu...

Çok kere, her halde Kemal Ilıcak, Bulvar’ı ve beni hedef göstererek aradan Tercüman’ı sıyırıyor şüphesi içine oldum... Bu toplantılara katılmamak için direndim... Sadece iki kere katıldım... İlkinde bir işe yarayacak sanıp ciddiye aldım... Uyum içinde çalışmamız gerektiğine gerçekten inandığım için ciddi ciddi ter döktüm... Dilimin döndüğü kadar anlatmaktan sıkılmadım... Tabağıma konan üç kurabiyeden birini bitirme şansım oldu... Hem cevap yetiştirme derdinden hem de konuşma tarzından iştahım kaçmıştı!
Salonda olan herkes bana döndü... Tercüman ve problemleri unutulmuştu... Söz dönüyor dolaşıyor bu gazete Tercüman ahlakına yakışmıyor... Bizim itibarımızı bozuyor da kilitleniyordu...
Biraz dikkatli dinleyince anladım ki benden Tercüman’a benzer bir başka Tercüman yapmam isteniyordu... Daha da güzel yanı, Kemal Ilıcak beni Tercüman kadrosu önünde açıktan desteklemekten dikkatle kaçınıyordu!

Ertesi salı günü, iş bana hakarete kadar vardı... Bağırıp çağırmam söz konusu oldu! Kimseyi işlerine karıştırmaz bir tavrı var dendi!.. Biz haber veriyoruz, alıyor yeniden yazdırıyor... Bu bize hakaret değil mi dendi... Üçüncü sayfaya kadın resmi basmayı sürdürüyor, biz ikaz edince dönüp bize siz kadından anlamazsınız ki... diyor  dendi...

Ne zaman ve neden bağırdığım asla söylenmez... Bağırmam öne çıkar! Gazete yaparken beni zamanın karşısına oturtursanız tüm dikkatimi işe yani gazeteye veriyorum... Kime ne demişim ses tonum siliniyor. Zamanında iş bana ulaşmamış ise çok kolay çileden çıkıyorum... Ses tonum nasılmış hiç önemli değil ki... Her şey siliniyor! Belki de Tercüman’da ki bu ses tonu ile ilgili şikâyet haklı idi... Ama bunu Tercümancılar dile getirdiği için dikkate alınacak bir şey gibi de görmedim... Çünkü, onların paylaşmadıkları bir şeyi ben arkadaşlarımla hep paylaştım... Sonunda iyi bir gazete çıkarma keyfi... Kendimizce elden geldiğinin en iyisini paylaşmak... Benim ses tonum, sinirim hep işle ilgili oldu... Ve çalıştığım arkadaşlar bunu bilirler... İş sonrası hiçbir şey kalmaz... Gazete çıkar mutluluk geri döner...

Gazetecilik açısından bakınca, iki anlayış arasında nasıl bir fark oluştu, bunu daha iyi sergilemek için örnek olayları da sunmam gerekiyor. O dönem çekirdek kadro kurma gerekliliği giderek acil önlem alma haline dönmüştü... Bir akşam üzeri Nazlı Ilıcak üst kattaki işlerini tamamlamış bir halde Bulvar’a geldi... Ankara için Isparta’ dan Demirel’inde ailesini iyi tanıdığı birini, Tayyar Şafak ismini ortaya attı... Benim isimlere ön yargım yoktu... Ama Tayyar Şafak adını TRT’ den duymuştum... Nazlı Hanım konuşur musunuz deyince mutlu oldum... Tayyar ile ilk konuşmamda her zaman yaptığım gibi kesin prensip aktardım... Haber kutsaldı ve kim tarafından olursa olsun çekiştirilmesine izin veremezdik.... Hele siyaset alanı içinde bu kuralın kesinlikle ihlal edilmeyeceğine inanmam gerekiyordu... Akçalı konuları asla konuşmayacağımı da ilettim... Sadece belli bir uyum politikasına dikkat ederdim. Onun dışında maaş pazarlığına hiç girmedim... İşte o günlerde idi... Nazlı Hanım Akın Kamacıoğlu ismini ortaya attı... Akın o sırada Hürriyet’te çalışıyordu, çalıştığı ortama uyum sağlamakta sıkıntısı da vardı... İnanılır gibi değil ama Nazlı Ilıcak çok normal bir tonda bana kardeşimi neden istediğini yaklaşık şu cümlelerle anlattı!
“Akın bey sizden daha sakin biriymiş... Çalışması daha kolay... Etrafında da sizin gibi tepki toplamayan, belki de Tercüman grubu ile ilişkileri daha yumuşatabilecek biri...”
ADNAN HOCA RÖPORTAJI: Nazlı Hanım zaman zaman Bulvar’da röportajlar da yaptı. Bu röportajlardan birinin konuğu Adnan Hoca idi. Bu yazı nedeniyle Nazlı Hanım, Akın ve Adnan Hoca yargılandılar. Nazlı Hanım ve Akın beraat etti, Adnan Hoca mahkum oldu.

Metheder havası da eklenince inanılır gibi değildi! Ama cümle kelimesi kelimesine doğru.. Kızgın ve daha çok şaşkındım... Bu nasıl bir söylem ve umursamazlık!... Söylediğim söz nereye gidiyor diye dikkat etmeyen biri yıllar sonra “beni hiç kimse sevmiyor” diyordu! Bugün nasıldır bilmem...Gene aynı kadın  mı.?.. Eski Nazlı Ilıcak mı? Biri yedisinde ne ise yetmişin de odur sözü ne kadar doğru? Uzunca bir süredir ne haberleri ne atışmaları ne de tartışmaları izlemediğim için gerçek anlamı ile dışardayım!
Tercüman ailesine mensup üst düzey gazete yöneticileri ve ben yılda bir hafta veya 5 gün tatil de yapardık... Bu ilk birliktelik Kemal Ilıcak’ın o tarihte ortağı olduğu Bodrum’a yakın Pina Tatil Köyünde hem Tercüman’cıların bir bölümü, hem de Ilıcak ailesinin birkaç aile dostu ile beraber olduk... İlk tanışmada Nazlı Ilıcak ile karım arasında şu konuşma geçmişti!
-Aaaa siz de mi Çerkezsiniz Birsen Hanım? Her zaman Çerkez kadınlarının güzel olduğu söylenir de!
- Belki de arada bir çirkinleri de çıkar demeyi unutmuşlardır... Nazlı Hanım!

Eşim bu cevabı vermişti, lafın üzerinde de durmamış göründü ama ömür boyu Nazlı Ilıcak’a uzak kaldı! Mesafeli oldu! Lafı unutmadı... Bu örnekler ciltleri doldurabilir... Şaşırtıcı olan Nazlı Ilıcak’ın neden kendisini çok kişinin sevimsiz bulduğunu bir türlü keşfedememesidir!
Nefret olmasa da bana göre de işler ters başlamıştı... Ama gene de onunla çalıştık... Çok dikkat edilirse içinde belli bir sıcaklık, kendini kabul ettirme gayreti ve zaman zaman çevresini hatırlama özellikleri vardır! Şok eden, böyle birinin bu tür soğutucu cümleleri çok sık ve gereksiz kullanmasıdır... Yıllar öncesine ait bir özellikten bahsediyorum... Yakın zamanını bilmiyorum... Nazlı Ilıcak kardeşimi neden tercih ettiğini anlatırken kullandığı çok nazik cümleleri umarım bugün de başkaları için kurmuyordur! Diliyorum değişmiştir!

Akşamüstü Beşiktaş’a gidecektik... Ailenin haftada bir babaanne günü vardı... O gün Akın, ben kız kardeşim Filiz ve çocuklarımız hep beraber babaannede olurduk...
Annemin en mutlu, evin en karışık, çılgın günü olurdu bu... İkizler M.Ali, Suphi ve benim oğullarım Murat- Aytek evi hallaç pamuğu gibi alt üst ederlerdi. Akın’la o gün iki üç cümle konuştuk...
-Ağabey Kemal Ilıcak aradı... Gelir misin diyor?
-Ağabeyin olarak söylemem gerekirse sana çok ihtiyacım var. Gelirsen yüküm yarıya iner... Ama bu konuda karar verirken hiç tanımadığın bir yere gidiyormuş gibi karar ver... Düşün...
-Duyduğum kadarı ile her şeyin faturası sana kesiliyormuş! Ben burada mücadele edeceğim diyorsan sonuna kadar birlikte olalım... Yok boş ver burada yapılacak iş bu kadar ise ben de gelmeyeyim....

Gerçekten soru beni şaşırtmıştı... İşe girerken kalmak istemediğimi Akın da biliyordu... Gemi işi giderek yavaşlamış yeniden hayal sınırının ufkuna geri çekilmişti..

--Ağabey benim için sıkıntıya girme... Bu işte garanti olan ne var ki... Her zaman her şey oluyor.  Bunu ne sen ne de ben önleyemiyoruz... Gerekçeleri dahi bilmediğimiz işler olmuyor mu!? Ben geleceğim... Ne gelirse benim de başıma gelir... Birlikte olalım...

Gelecek yazı:  Akıl almaz haksızlık

Hiç yorum yok: