3 Kasım 2012

Alaca karanlıkta ilişkiler ZİNA sayılıyor mu?

Medyanın keskin çizgilerle ikiye bölündüğü günleri yaşıyoruz. Bir yanda iktidara muhalefet yapmaya çalışan gazeteler, diğer yanda iktidara destek verenler.
Bu aralar bir kaç gazetenin daha yayım hayatına atılacağını duyuyoruz.
Hiç merak ettiniz mi bir gazete nasıl doğar ve nasıl batar?
İşte size bir doğuş ve batış hikâyesi.
Tercüman grubu içinde doğan Bulvar gazetesinin seyir defteri.
Hem de Bulvar’ın genel yayın müdürü Yalçın Kamacıoğlu’nun kaleminden.
Buyrun birlikte okuyalım:
Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar (Yazı dizisi -1-)
BİTİRİRKEN!
Tersliğin benden kaynaklandığını biliyorum... Bu tür yazıların girişine başlarken denir. Ve başlanır anlatılmaya... Ben zihnimde ve gönlümde bitirdiğim bir mesleği sonundan anlatmaya çalışacağım... Aslında bu işe ben de başlamadım... İrem Barutçu sorguladı. Ben.cevapladım... Bu bölüm kitabın üçte biri. Diğer bölümleri  de söz tamamlayacağım...

Diri iken itilen, ölünce kıymete binenleri kim hatırlıyor? Meslekte 53 yılı geride bırakırsan değil hatırlamak bunu hatırlatmak da bana kaldı diyebiliyorsun! Korkarım şimdilerde böyle bir moda da yoktur... Olsun... Ben bu görevi de yapayım diyorum!... Olmaz ise siz cahilliğime verirsiniz!

TGC (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti) bana da Burhan Felek Basın Hizmet ödülü verdi... Yurt dışında idim... Hoşuma gitmedi değil... Nicedir kabarma hasreti çeken koltuklarıma bir şeyler oldu... İlk aklıma gelen tansiyonuma bakmak ve sağlık kontrolünden geçmekti... Öldüm mü acaba dedim? Neden 50 yıl sonra eniştem öpüyordu? Telaşla araştırdım... Sandım ki bu 50 yıl boyunca gazetecilikte yaptıklarımı (hizmetleri) incelemişler, meslekteki geçmişimi değerlendirmişler ve ödülü hak ettin demişler! Ne kadar yanlış düşünmüşüm! Olur mu öyle şey... Neden yapsınlar ki daha erken... Yaşıyorum... Hele bir öleyim... Yapacaklardır! Umarım...
Ödül görmemişliğimden olacak bir havalara girdim sormayın... Ödüllüyüm ya... Kasılarak sordum:
“ Arkadaşlar bu ödülü alacakları seçerken hangi yöntemi uyguladınız? Temel noktalar ne oldu?”
Aldığım cevap neden beni üzdü onu da anlamış değilim...
“Biz sadece mesleğe giriş tarihine bakıyoruz... 50 yıl doldu mu ona göre hesaplıyoruz” .
50 yıl ayakta kaldım, ölüp gitmedim! Zaman doldu... Ödül benim oldu! Yani ödülü Allah’ın verdiği ömür sayesinde aldım... Allahın bahşettiği diğer hiç bir şeye bakılmamıştı! Meslek hesabı yapmamışlar! Meslek örgütüydürler ya! Benim de verilen ödülün meslekle ilgisini sorgulamam olmayacak bir işti! Sadece alçak sesle nankörlük olmasın diye Allahlık işler dedim, benden başka da hiç kimse duymadı zaten... Ve onları Allah’a havale ettim!
Geleceğe bakmak tatsız, karamsarlığın içinden çıkarıp olanları kavramak ise zor oluyor... Hele dünü dolu dolu yaşamış iseniz... Ustalarınıza saygıyı, mesleğin olmaz ise olmazlarını görmüş ve benisemişseniz bugünü seyretmek sizi kesin dinazor yapıyor!
Meslekteki saygıyı bugün saymak mümkün değil!.. Sıfır! Medya’nın bugüne gelirken isyanları, zindanları, duvarından su sızan beton tabutlukları unutmak olmuyor... Bugüne bakın, kalabalık bir liste yok mu? Dünü hatırlayın... Liste çok da az değildi... Kendimi ilk defa meslekten ayrılmış uzaklaşmış hissediyorum... Bu nedenle sondan başlayıp (BULVAR gazetesi doğuşu batışı) ara ara yazmak bugün de görevmiş gibi duruyor... Bu ortamda neye yarar bilmiyorum, dünden bir ders çıkaran olur mu? Sanmam... Ama gene dünü dolu dolu yaşamış birinin görevi olarak yazmalıyım.... (Yazıyı yazmaya başlarken İrem Barutçu’nun 2008 yılındaki söyleşisinden yararlandım)

 ODHAN BAYKARA : Mesleğin ilk günlerinde ve aktif yöneticilik sona yaklaşırken Odhan Baykara her zaman bana destek oldu... Onun servis şefi olduğu TANİN yıllarında spor sayfasını birlikte inceler resimleri haberleri sıralamayı tartışırdık... Bulvar Gazatesinin ihalesi öncelikle ona verilmişti... Onu mesleğin ilk yıllarında tanımıştım. Belki de Kemal Ilıcak' ın teklifini kabul etmemde onun  ağırlığı öne çıkmıştı! Adım adım gücünün nasıl sıfırlandığını, yakınlarının ona ulaşmada ne kadar yetersiz kaldığını acı ile izledim... Onun her zaman hayran kaldığım sabrı ve iyimserliği hem meslekte hem de yaşamın her alanında giderek yok oluyor!

MEDYA’nın PARAlandığı bir dönemdi!.. Bugün seyrettiğimiz anlamı ile kimsenin kimseyi beğenmediği ayakların bacak, sancakların oyuncak kabul edildiği bir paralanma değildi!.. Maaşların yerlerde süründüğü bir dönemde birden havaya bir kaç tomar para savrulmuştu sanki... Gazeteciler ve aldıkları maaşlar anlatıla anlatıla bitirilemiyordu. Güneş’e geçen karanlıktan kurtuluyor, cepleri para görünce parıl parıl oluyorlardı! İşte o günlerden, Güneş Gazetesinin çıkış günlerinden bahsediyorum... Ilıcak’lar ile gazete çıkarma maceram o gürültülü günlerin ardından başlamıştı.

O günlerde kitap fuarları ve yurt dışı kitapevleri ile başlayan işleri geliştirmeye çalışıyordum. Bu yeni gazete hamlesi dedikodusunun dışında beni ilgilendirmiyordu. Sadece para harcamak için daha güzel yolların bulunabileceğini söylüyordum kendi kendime! Güneş Gazetesi çıkışında ağabey ile kızkardeş ve enişteyi (Nazlı-Kemal Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nu) karşı karşıya getirmişti.

Kulağıma kadar geldiğine göre sıkca söylenen Güneş Gazetesi olayı Ilıcak’larda öfkeye yol açmıştı. Kemal Ilıcak Güneş gazetesini çıkaranlara diş biliyordu... Eşinin ağabeyi Ömer Çavuşoğlu’na, “Bölünmeyelim, beraberce Tercüman’ın mutfağından yeni bir gazete çıkaralım” demiş fakat olumlu yanıt alamamıştı! Hemen ardından Çavuşoğlu, Kozanoğlu ile yeni bir gazete Güneş’i çıkarmaktan vazgeçmemişti. Muhtemelen Bulvar’ın çıkışında bu öfkenin etkisi vardır. Belki de temelinde, “Biz bir gazete çıkaralım da sen gör bak” mantığı yatmaktadır.

O hafta Kayar’dan yeğenim rahmetli Kenan Kaptan’dan (Fettahoğlu) mektup gelmişti... Açık deniz balık avında AB ülkelerinin aldığı yeni yasakları aktarıyordu. Marmara Adası’ndan Kumkapı’ya getirmek zorunda olduğu mermer taşıma işinin 3 ay daha süreceğini anlatıyordu...
O sıra spor muhabirliğine birlikte başladığım can dostum Server Şengül aradı... Rahmetlinin dilinde adım her zaman  Kamacco idi..Kızılderili kabile reisi gibi!
---Nerelerdesin Kammoccom...  Şu sıralar  bizde (Tercüman) adın geçiyor... Yeni bir gazete hazırlığı var galiba...
---Benim haberim yok... Madem geçiyor, ellemeyin geçip gitsin! Server bir gemi işim var onu kovalıyorum... Gazete işi bizden de geçti..
Hafta bile geçmedi bu kere Tanin gazetesinde spor şefim olan Odhan Baykara aradı... Kemal Ilıcak’a senden bahsettim... Hep birlikte yeni bir gazete çıkaracağız. Sen de ekiptesin... Canım sıkılmıştı... Odhan’a “bu işi bırakmak istiyorum Odhan. Bir fabrika gemi alıp önce Karadeniz’de daha sonra da uluslararası açık denizlerde balıkçılık yapma planlarım var... Yeğenim Kenan Fettahoğlu (Kaptan) gemiyi de buldu... Projeyi tamamlayıp kredi alma safhasına kadar da geldik. Gemi denizde avlanan balıkları toplayacak, belli bir bölümünü donduracak, bir bölümünden konserve yapacak, kalan balık artıklarından da tavuk yemi olarak kullanılan (Balık unu) üretecek şekilde planlanmış bir gemi... O işi kovalıyorum. Odhan “Kestirip atma... Arada ben varım.. Kemal Bey’in sana bir teklifi olacak. “Hayır’ deme” dedi.

Kenan Kaptan 3 aylık bir geçikmeden bahsetmişti... Bir ara yol olabilir mi diye düşündüm... “Ben gazeteciliği bırakmak istiyorum... 3 aylığına geleyim. Beni üç ay sonra bağışlayın... Size yönlendireceğiniz bir gazete yapıp gideyim... Benim işim artık sinir bozacak değil para getirecek iş.olsun!.Medya ya terk edecek kadar kırgınım!.. Gazete işi beni yeniden derde sokar ortama uyamam!” dedim. Bir süre arayan olmadı... Vazgeçtiler diye düşündüm... Huzursuzluğum geçmişti...

Kulağıma gelen başka hazırlıklar da vardı! Rahmi Turan, Kemal Ilıcak’a, “Biz ekip olarak gelip bunu yapalım” teklifini götürmüş; ancak bu görüşmelerden de bir netice alınamamıştı. Kemal Ilıcak’ın , ismim üzerinde durduğu söyleniyordu..Oysa ben Kemal Bey’i çok az tanıyordum..Belki bir iki davette ayak üstü iki üç nezaket cümlesi etmiş olabilirdik... O günlerde, ikinci bir gelişme daha oldu... Sanırım Erol Simavi ile birlikte olduğu davetler ve Gazete Sahipleri Derneğinde de belli aralıklarla beni sormuş... Araştırma ihtiyacı duymuş... O sıra da ben Hürriyet’te yedeğe alınmıştım... Tipodan ofsete geçiş ve bölge gazeteleri projelerinde ön çalışma yapıyordum... Erol Simavi her zaman beni destekledi... Bunu net bir şekilde Nezih Demirkent’in ağzından dinlemiştim... O sırada odasının kapısını kilitleyip şiddetli bir karşı çıkma nutku irad etmiş ve ardından da “son bir iyilik yap... İşten at... Üç kuruş tazminatı esirgeme... Kendim çekip gitmeyeyim.” demiştim... Bana yaklaşık şöyle demişti... “Ulan deli... Bu iş öyle kolay olsa, sırf benim elimde olsa seni10 dakika tutmam... Seni işten atamam. Patronların tembihi var...” 
Belli ki Erol bey de Kemal  Bey’e olumlu sözler etmişti... Ve bu sözlerle başlayan nedir bu adam araştırmasını geçmişim ve aday listesine girecek puanı almışım!

Ardından Hürriyet grubundan beklenmedik bir trasfer daha oldu. Hakkı Öcal Tercüman’ın başına geçti. Genel Yayın Müdürü oldu... Hürriyet te benimle çalışmıştı. Daha da önemlisi onun Yazı Müdürü idim ve hukukumuz iyiydi. Aslında Hakkı Öcal’ı Ankara’dan alıp İstanbul’a gelmesi için ikna etmiştim... Bu arada Kemal Ilıcak’ın da gazeteciliğimden, “Adam buldozer gibi. Keşke onun gibi üç tane genel yayın yönetmenim olsa,” şeklinde bahsettiği de biliniyordu. Ama benim ismimin üzerinde durulmasında bunların dışında bir başka önemli etken daha vardı. Gazeteciliğim kadar, ekip yapmadan çalışma tarzım! Rahmi Turan’ın ekibiyle gelmesi durumunda, Tercüman çalışanlarıyla Turan’ın arkadaşları arasında çıkabilecek problemlere ilişkin öngörü de önem taşıyordu... Hoş ilerleyen zaman gösterdi ki problem çıkmaması nerede ise imkânsız görünüyordu! Tek başıma oluşum ayrı bir tercih nedeni oldu!
Hakkı Öcal göreve başlar başlamaz elinde yarım bir proje buldu... Gazete içinde yeni bir yayın hazırlığı vardı ama beklenen ilerleme olmuyordu... Aradan haftalar geçmesine rağmen düğmeye basılıp tamam denecek bir organizasyon yoktu...

“Hakkı Öcal’ın arayışı daha etkili oldu. Öcal’ı her zaman iyi yetişmiş bir gazeteci olarak gördüm... Ankara’dan gelirken de elimden ne gelirse benden ne zaman yardım istersen ben arkanda olurum demiştim... Beni aradığı zaman Kenan Kaptan ile gemi alma işinin uzayabileceği gerçeği ortaya çıkmıştı... Projenin gerçekleşme süresinde bir boşluk doğmuştu... Hakkı Öcal sana yardım ederim sözünü hatırlatarak konuşmasına başladı... Aklımda kalan özetle şunlardı:

“Un var, şeker var... Bir ikinci gazete için hazırlıklar var ama hayali haberlerle bir maket gazete var gerisi gelmiyor... Kemal Bey ve Nazlı Hanım bu işin başına İlhan Engin’i getirmiş... Odhan da İlhan’ın yardımcısı gibi... Yani tam olarak gazete yapılmadığı için künye de kesin değil ama sanki İlhan Ağabey Genel Yayın Yönetmeni, Odhan Baykara Yazı Müdürü, Sorumlu Müdür de sen olur musun? Bu isimler seni rahatsız eder mi?

--Asla... Kim olursa çalışırım... Ben hiç bir yere bir ekip kurarak gitmiyorum... Gitmedim... Odhan Baykara benim Tanin’den spor şefim... Senden önce de o aradı. Ama bir sonuç çıkmadı... Ben teklifimi yenileyeyim... Bırakın sansımı denizde deneyeyim, denizden vazgeçip gazete işine saplanmayayım. Size destek olabilirim. 3 ay içinde bu gazeteyi yayına sokar belli çizgiye getiririz... Destek verdiğiniz ölçüde çıkış hızlanır... Ama ben devam etmek istemiyorum... Bu meslekte kırgınlıklar yaşadım... Yeni bir gazete çıkarmak yeni bir mücadele daha açıkcası yeni bir kavga... Ben başarısızlığı kabul edemiyorum... Saplanıp kalıyorum... Bu yüzden ayaklarım bu medya dünyasının toprağına yeniden basmasın!

 --Yalçın Ağabey... Bu gazeteyi Cen Ajans tanıtacak... Reklamlarda Orhan Ayhan oynadı. Her şey hazır... Tanıtım filmleri de çekildi... Reklam yerleri bile ayrıldı... Sadece reklam filmi için ajansın maket gazetesi var... Gerçek gazete yok... Gazete bir türlü hazır hale gelemiyor... Hep yarın için hazır olacak deniyor... Yarınların sayısını unuttum... BENİ KIRMA... Gel bu benim ilk genel yayın müdürü olarak görev aldığım gazete... Bu işi kotaracak sen varsın... Ben yakın bir ağabeyimizden de yaratıcılığını dinledim... Yazı Müdürüm olarak seni tanıyorum... Bu işi yapalım... Kemal Beyle bir kere konuş...
Hakkı Öcal konuşmasını bekleyecek zaman yok, yarın hemen gel diye de bitirmişti...

O gün hayatımın hatasını yaptığımı fark edemedim... Gazetecilik mikrobu vücudumuzda ise zor atılır bir şey! Eroin gibi... Afyon gibi... Bugün yeniden dünü hatırlamaya gayret ederek yazıyorum... Kendimi bir şey zannedip abartmamaya özen gösteriyorum. Biliyorum ki gazetecilerin pek çoğu (anı yazanların kitaplarını okuyunca bu kanaate varıyorum) anılarında ya kendileri çok öne çıkıyor veya gönüllerindeki aslanı vahşi ormana salıveriyorlar!... Ve biliyorum ki gazeteciler ölünce kıymete biniyorlar!.. Ve sadece ölünce arkalarından iyi adamdı deniyor. İmamın merhumu nasıl bilirdiniz sorusundaki değişmeyen cevap gibi! Defterin kapanışı bir haber sonrasında 3 saniye 5 saniye sürüyor! Yıllarını vermişsin kimse saymıyor... 20 yaş vesikalık resmi ile kaybettiklerimiz köşesine girebilmiş isen ne mutlu! Ebediyete göç bu denli sade!. Böyle bir medya ya, ortama dönmek olacak iş değildi!.. Yüreğimin aklıma attığı künde, henüz sırtımı yere yapıştırmamıştı... Geçici bir iş diye algıladım... Kredi alma ve gemi işinde de Kemal Ilıcak desteği hatırı sayılır bir destek olabilirdi... Bakanlar hükümetler ve sözü geçen kişiler sık sık ILICAK Yalısında ağırlanır varsa bir iki rica cümlesi kulaklara fısıldanırdı... Formaliteleri aşmada çok önemli!.. Önce şu gazete işini bitirmem gerek diye düşündüm... Sonra gemiye dönerim!..  Reddedilmiş bir aşık durumundan ihaneti meslek edinmiş bir medya’dan kurtulurum sandım!

Topkapı’dan dönüş yapmadan nereye geldim diye başımı çevirip binaya baktım.... Koskoca bir T harfi çıkıyordu karşınıza... İddiasını ilk bakışta kavramasanız da farklılığını fark etmemeniz imkânsızdı! Arka bahçesi büyüktü... Külüstür arabamı en uçta en arka sırada bıraktım... Kapıdan karşılandım!.. Demek ki işleri gerçekten beklemeyecek kadar acil diye düşündüm....
Ben ne kadar doğrucu olabilirim?.. Zihnimin veya gönlümün beni yanılttığı noktalar olursa okurlardan şimdiden özür dilerim... Ne kadar doğrucu olabilirsem o kadar doğruları yazmaya gayret edeceğim... Bunu diğer meslektaşlarıma bir şeyler yüklemeden yapmak istiyorum... Ilıcak ailesi ile çalıştığım dönem gazeteciliğimin erozyona uğradığı bir bölümdür. İstemeden girdiğim, istemeden karıştığım, istemediğim ve hak etmediğimiz halde hedef seçildiğim bir manasız kavganın bir anlama da mesleğimin son perdesi... Daha da acısı Tercüman’da uzaktan yakından çalışmış olanların kolaycı suçlaması ile bir köklü gazetenin çöküşünü hazırlayanlardan biri olarak görüldüm... Bu kadar hata yaptım mı? Bu soruyu her zaman her yerde sordum kendi kendime... Kim hata yapmamıştır acaba?.. Bildiğim hatalarımı sayabilirim... Ama kendimi Tercümancıların ağzından dinlediğim zaman sadece şaşkına dönüyordum!.. Ben neymişim diye!

Bazen insanları yaşadığınız zaman dilimi içinde yanlış da değerlendirebiliyorsunuz. Gazeteciliğin dar boğaza girdiği o yıllardaki dönemi Ilıcak’larla yaşadım... Gelen değişimi görmeden Tercüman ve Bulvar olayını çözemezsiniz... Sonuçları anlayamazsınız... Medyanın Özal dönemi ile başlayan değişimde eski tip patronların alıştıkları ortam yok olmuştu! Gazetecilikten gelen patronların yaşam alanları yok olmuştu! Gazetelerin beslenme kanalları, şekilleri hızla değişmiş bu değişikliğe ayak uyduracak yenilikler yapılamamıştı! VE SİYASET elindeki muslukları imkânları hizaya sokma terbiye etme gibi hayırlı işlere ayırmıştı! Gerçeği arama önce gereksiz kılınmış, benim dediğimi tekrarla, ne dediysem ona inan kural olmuştu... Resmi ilanlara dayalı muhasebe hesapları gayri resmi ilişkilerle hesap dışı kalmıştı... KAMU KURULUŞLARINA bir pazar sabahı Ankara’nın en yüksek tepesinden bir telefon emri geliyor ve sayfanızda mürekkeplenmeyi bekleyen ilanlar tek tek iptal olabiliyordu!

(Yani gazetecilikten gelen gazete patronlarının silinmeye başladığı bir dönemi iyi tahlil etmek gerekir... Milliyet el değiştirmedi mi? Fikir olarak en kuvvetli okura sahip olan Cumhuriyet sarsıntı içine girmedi mi? Siyaset basını sindirmede kendine bağlamada daha çok araç kullanmadı mı? İnançları bir olan grupların birliği en azından öteki fikrini arızalı kılmıyor mu? Paranın hükmü gazete satın almaya yetince ayrıca gazeteci satın almayı anlamsız kılmadı mı? Gazete patronlarının sanayicilerden olması temelde kötü bir değişim de değildir. Zira zarar ederek sonsuza kadar çıkacak bir gazete normal ölçüler içine sığıyor mu? Ama gazetenin ruhu yani “tarafsız kalma ve sadece doğruyu arama gayreti” faydacı olmayı engellediği için gerçeği görmek istemeyenlerin elleri üzerinde ölmüştür! Geçerli olan ilke burası bir ticaret hanedir, biz falan siyasetin destekçisiyiz  prensibi tahta çıkınca gerçeği yansıtmanın hayali bile mezarı boylamıştır... Nerede bunlar diyenlere işaret olacak mezar taşı da silinmiş, şimdilerde haber kutsaldır ilkesi hatırlanmaz olmuştur. Gerçek yok ama size neşeli şeyler verelim denmiş, bir gürültülü ortam daha renkli, daha içi boş alanlar baş tacı olmuştur.)

Benim kerhen mesleğe dönüşüm bu karmaşık döneme denk gelir. Henüz kimin maskesi kimi markalıyor belli de değildi! Çalıştığım dönemlerde suçlamalara hiç bir zaman cevap vermedim... Gerçek değillerdi... Ciddiye de almadım... Belki de bu bana olan kızgınlığı ikiye katladı... Hatalı davrandığımı daha politik ve suya sabuna dokunmadan yapabileceklerimi yapmadığımı şimdilerde çok rahat kabul edebiliyorum... Bir yere kadar... Haberi iğfal etmeden... Kılına dokundurtmadan... Haberi her zaman kutsal saydım... Esnetilmesine karşı çıktım. Şöyle yapabilirdim... “Patronun sözü demiri keser” der ince eleyip sık da dokumazdım... Hem daha çok sevilen, daha çok imkânlara kavuşan şöhretli ve daha zengin biri olurdum.Tek sıkıntım ve tartışılan konum verilen makam aracının markası ve modeli olurdu!

Neden olmadım? 

Bulvar’ı yayın hayatına sokma işi sarpa sarmış görünüyordu. Zaten bana düzgün kolay bir iş gelmemiştir ki! Bu kadar karışık bir işi kısa zamanda çözebilmek için sadece işi düşünüp etrafa bakmadan çalışmak gerekiyordu... Birde deli olmak!  Başkalarını konuşturup fikirlerine önem veriyor havası içinde olabilir miydim! Belki! Olmadım... Olsa... Yapar mıydım?.. Hayır... Zira zamanım yoktu! Olsa da yapmazdım!. 1 ay sonra gazete çıkacaktı… Ve planlamayı ben yapmamıştım... Başlarken iş bana her zaman yabancı oldu! Bana göre yanlış bir yerden başlanıyordu... Magazin deyince akla gelen şey manken popoları ile ünlülerin gece kıyafetleri de değildi... İnsanların gölgede kalmış tüm duyguları magazindi... Kuralları zorlamadan yapılabilir bir işti!. Zor olan siyasette de partiler üstü durmak gerçeği, halkın aradığı gerçeği gene halka en kısa ve yalın hali ile sunabilmekti. Dükkanı açtığımız yerde köklü bir marka Tercüman vardı... Biz yanaşma idik!. Ve ben hızlanmaya başlamış bir trene yakalayabildiğim bir vagondan biniyordum! Hengi istasyon olduğu da benim için belirsizdi... Yapmadım... Başımı sallayıp geçemedim... Gene kılı kırk yardım!. Ben daha önce de mesleğine küsmüş biri olarak o güne gelmiştim. Nezih Demirkent ile de yapamamıştım… Rahmetli oldu ve aramızdan ayrıldı... Bana  “yapma Yalçın o olay anlattığın gibi değildi” diyemez. Bu benim için geçerli bir yasaktır... Onu mezara indirdiğimiz anda başlayan ve sürecek olan... Belki çok can sıkıntısı yaşarsam mezarına kadar gider mezar taşına fısıldaya bilir! “Eh be Nezih ağabey.....”

Alacak karanlık menfaat ilişkileri artık meslekte zina sayılmıyordu! Ben haber denince hafif okşamaları da flörtü de etik bulmadığım için mesleki soğukluk beni yıldırmıştı… Kucaktan kucağa sıçrayan haber sabahlara kadar uyuşturucu ile beslenen haber namus abidesi olup hakkın hakanı da oluyordu!

Yani o sırada meslekle ilgili endişelerim, duygularım geride kalmış yeni bir kanaat doğmuştu... Bu şartlar içinde mesleği sürdürmemek, bırakmak duygusu öne çıkmıştı. Kafamda tek duygu vardı... Kaçmak... Mesleği sevmiyor olduğum için değil… Aksine aşık olduğum için… Gazeteciliğe toz konduramadığım için… İtilip kalkılmasına isyan ettiğim için bırakıyordum... Bu gün aynı şartları yaşasam yapar mıyım... Hayır gene de yapmayabilirim!... O ateş beni çabuk eritir… Uykusuz, hırçın, titiz mi titiz, geçimsiz mi geçimsiz olurum! Ama asla ihanet edemem!

Beni rahatlatan cümleyi daha sık tekrarlıyordum... 3 ay soluksuz çalışırım. Kim ne derse desin... Yapılması gerekenleri yapar... Doğru olanı yaparım... Gerçeği çizdirmem... Olmadı bağlayan yok ki... Çeker giderim!

Reklam filmi hazır, reklam kuşakları satın alınmış ama ortada hiçbir ciddi iş yok... Durum bu... Böyle bir durumda odaklanacağınız tek şey kalmıyor mu? Bunu başarmak ve biran önce ayrılmak! Bu nedenle etrafımdaki tepkiyi görmezden geldim! ASLA DOĞRU BİR ŞEY DEĞİLDİ..!

Biliyordum ki benim olduğum noktada ve genel olarak habercilikte politika yaparak zamanı iyi kullanamazsınız... Yanılırsınız... En iyi ve etkili politika her zaman doğruyu söylemektir. Bir tarafa kaykılabilirsiniz... Haberin tarafsızlığını hiç bir başka neden bozmamalı. Bozulduğu an döner sizi vurur... Bana göre kimse haberin kutsallığını bozmamalı... Doğru haber olmaz ise tüm yorumların ne denli eğri olduğunu yaşamıyor muyuz? Ve bu yanıltıcı tablo kavgayı kargaşayı giderek öteki olmayı, ayrışmayı beslemiyor mu? Kaldı ki bilmeyenlerin bilgiçliği de sapmayı derinleştiriyor! O zaman da özenle korumamız gereken bu temel ilkeye titizlikle uyulmasını isterdim... HER ZAMAN ÖYLE HİSSETTİM... ÖYLE OLSUN İSTEDİM... TİTİZLENDİM... Her olayda taviz vermeden sonuna kadar yürümek istedim. Ve her olaydan sonra sevilmeyenler listesindeki sıramı yükselttim!

Bunu belge olarak kalsın ,bir dönemin sıkıntısı bilinsin diye yazıyorum... Gazeteciliği seçecek gençler sadece TV yıldızlarının görkemine kapılmadan, onların sanal güçlerini doğru algılamadan, gerçek gazetecinin acılarını bir parça kavrasınlar diye anlatayım istiyorum. Bu meslekte aşkın göz yaşı ile beslendiğini, çok şeyin feda edilerek mesleğin ayakta kalabildiğini söylemek için yazıyorum... ILICAK’larla birlikte anlatmam ayrı bir şey ifade etmiyor... Gazetecilik hayatımın genel gidişi içinde ILICAK’ları yol işaretleri olarak görmek gerek... Haberin kutsallığı ve zaman zaman da neyin haber olduğu tartışmaya açılmıyor mu?.. Haberin şüpheyi barındırdığı bu dönemde nereden nereye geldiğimizi anlamak yaşananları nakledersem daha kolay olmaz mı? Belki de hiç bir işe yaramaz yazdıklarım ama “ben yazdım derim...” Yeter...

Yorum da, fikirlerin, tarafların ayrı ayrı görüşleri ifade eder olması ne kadar doğal ise haber için de ona dokunamayacağımız bir ortamın yaratılması o derece önemli değil mi?
Bu inanç Tercüman-Bulvar kavgasında beni aykırı yapan nedenlerden biri oldu!.. Başta geleni oldu… Kötülüklerin başı oldu! Önüme gelen eksik haberleri zaman zaman direkt açıp haberi yapan muhabire sormam yakışıksız bulundu... Şefler ve müdürlerin anlamsız kinlerini besledi. Bana göre onların eksik bıraktığı şeyleri tamamlıyordum. KOMİK  işler oluyordu... Adam çinayet işliyor... Eşini ve amca oğlunu vuruyor... Köy belli, yer belli, mekan belli, zaman belli... Öyleyse tamam... Yaz haberi! Çoğu geri çevirdiğim haberde neden sorusu sorulmuyordu... Öldürmüş tamam da neden öldürmüş... Keyf için mi? Buna benzer olmadık eksikler çıkıyordu... Yani bana göre yayınlamamız imkansız eksik haberler geliyordu... Bunu düzeltin dediğim zaman, haber ölüyordu. “Henüz belli değil” deniyordu! Çok kere yanlış noktalarda gereksiz gelişmelerle geri verdiğim haber yeniden eksik yazılıyordu. Beni daha da sıkıntıya sokan şey haber servislerini yenileme, akışı değiştirme ve doğru haberi yerleştirme şansım yoktu. Yetkim yoktu... Ve imkânım yoktu. Ayrıca Tercüman sistemi içinde haberi geri çevirme olgunlaştırma, geliştirme alışkanlığı yoktu..Önemli terslik bu noktada başlıyordu.

Haber havuzu Tercüman birimleri içinde oluşuyordu. Benim alışkanlığımdan, belki de haddinden fazla haberi irdelemem, habere güvenmeme, haberi çok yanlı araştırma alışkanlığım varsa resimleme yeni unsurları kovalama gayretim ukalalık gibi algılanıyordu!.
Tercüman tarafından bakınca ortaya zaman zaman “ukala- başkasını beğenmeme- tablosunu” tamamlayabiliyordum... Çok zaman bu titizlik Tercümancılara bir hakaret gibi de algılandı... Biz haber yapıyoruz adam kalkıyor yeniden sorguluyor şikayetini şekil olarak doğru da görebilirsiniz… Oysa alışkanlıklar kolay vazgeçilir bir duygu olmuyor... Kendimce haberin eksiklerini tamamlıyordum, ama her seferinde bana olan tepkiyi de çoğaltıyordum... Şöyle düşünmedim... Eline gelen haberi olduğu gibi kullan! Boş ver... Haberi yapan sen değilsin ki... Keşke Yalçın olmasam dediğim oluyor!
Fark nerede kalacak? Aynı yerde iki gazete çıkacak! Aynı haberler aynen kullanılacak! Tercüman terbiyesine harfi harfine uyulacak!

Ne olacak?..... O zaman Tercüman gazetesi varken biraz daha az sayfalı bir ikinci Tercüman yapmayacak mıydık? Bu çelişkileri anlatacak tartışacak zaman bile yoktu... Olsa idi ne olurdu? Bugün hiçbir fark olmayacağını biliyorum... En büyük ve kuvvetli duygunun aşk değil alışkanlık olduğunu bildiğim gibi.... Onlar gene aynı şeyi yapacaklardı... Haberlerinde bir farklı koku alacaktınız... Bizdendir!. Milliyetçidir… Dini duyguları sağlamdır… Bu koku Sirkeci Garının ızgara köfte satıcılarının kokusu gibi havaya sinmişti… Başka bir kokuyu alabilmek zordu... Oysa ben daha rüzgarlı bir alanı, daha temiz bir havayı soluyarak gelmiştim… Haber haberdi… Kutsaldı... Bakire kalması korunması, namus davası kadar önemliydi… Gençlere destek olma gayretim de alışkanlıkları kıramadığım noktada kuvvet kazanıyordu... Benimle yetişenlerin pek çoğu “İYİ gazeteci” olarak öne çıktı... Kendimden mümkün olduğu ölçüde bahsetmeden olayları sıralamak istiyorum... Ama benden kaynaklanan olumsuzlukları da örtmeden! Ne yazık ki gazete de bir işi düzgün yönetmek her şeyi ulu orta söylememekle başlıyor... Ben bunu bildiğim halde yapamadım! Haberle ve zamanla yarışmak beni sabırsız yaptı...

Günah keçisi rolüm bu prensibi koruyamadığım için sadece Ilıcak’larla çalıştığım zamana sıkışıp kalmadı. Beni daha sonra da takip etti!.. Ama başlama noktası yani Günah Keçisinin doğum tarihi Kemal Ilıcak’ın odasına girdiğim gündür...

Kemal Ilıcak ile Yalçın Kamacıoğlu, Kemal Ilıcak’ın odasında karşı karşıya gelir ve konuşurlar. Kamacıoğlu, “Üç aylığına gelirim, Bulvar yerli yerine oturunca balıkçılığa geri dönerim” teklifini yeniler... Kemal Ilıcak “Peki” der. O görüşmede, Kemal Ilıcak, “Ben, sendikaların yapmadığı bir şey yapıyorum. Bu gazeteciler, emekli olunca işlerinden kovuluyor ve “Kemal abi, çocuklarım aç” diye bana geliyor. İlgisiz kalamıyorum... Kadrom şişmiş durumda... Kadromda atıl olan insanlara ikinci bir ekmek kapısı açmak istiyorum. Ayrıca makine dairem 20 saat gazete basabilecekken, günde 3-4 saat çalışıyor. Evet, derseniz ana geminin yükünü hafifletirsiniz,” der. Ayrıca Bulvar projesinin kafasında Güneş’ten önce de olduğunun altını çizer. Kamacıoğlu ise, “Ben Tercüman tarzı bir gazete yapamam. Bulvar tarzı deniyor... Nedir tam olarak bilemem... Çok pespaye bir şey de yapmam. Ancak halkın nabzını tutan, hafif bir gazete yapabilirim” der. Kemal Ilıcak ile konuşmada Hakkı Öcal da odadadır...

--Yalçın ben seni uzaktan izliyorum... Hakkı anlattı.. .Hürriyet’in Yazı Müdürü olduğun dönemde de Nezih ile (Demirkent) konuştuğumuz anlarda seni olumlu yaratıcı dayanıklı ve çalışkan fakat inatçı biri olduğunu söylüyordu... Bana kalırsa meslekten erken ayrılmakla yanlış yaparsın... Gazetecilik için yaşın daha genç... 41 yaşındasın... Biz Hürriyet’e benzemeyiz... Tercüman ailesiyiz... Bizimle mutlu olabilirsin... Bir başla... İkide bir 3 ay sonra ayrılırım deme, bu çok hoş olmuyor dedi.
Hakkı Öcal hele bir başlayalım Kemal Bey... Gazete bir hazır hale gelsin... Ben Yalçın ağabeyin her ihtiyacı ile ilgileneceğim... deyip işi geçici de olsa bağlamıştı... Aslında genel olarak bakınca da Kemal Ilıcak haklıydı... Ben nasıl olsa gideceğim havası içinde olursam inandırıcı da olamayacaktım. Elimi taşın altına sokmadan bir şey yapamacağım durumu da çıkıyordu!. Zira kısa bir dönem de geçse İlhan Engin ile Odhan Baykara’nın treni çekmedikleri, sürükleyemeyecekleri ortaya çıkmış, ve bu yüzden sıkışık bir alanda ve zamanda ihale üzerime yıkılmıştı... Beni ne kadar beğendikleri sözü, iltifat kısmını dolduruyordu... Beğeninin altında daha çok çaresizlik de yatıyordu..

 O noktadan sonra artık suyun içinde idim... Kollarımı oynatmam ve boğulmamak için yüzmem gerekiyordu! Bütün imkânsızlıklara rağmen elimden geldiğince iyi bir gazete yapmayı tek hedef seçtim... Belki de yanlış bir hayalin peşine takıldım! Ama o aşk yok mu o aşk… Gözlerimi her zaman kör edebiliyor... Ve çok kere aklıma ihanet ediyorum... Delilik bu dendiğinde hak veriyorum... Sözde çok önemlisin icraatta kimse seni takmıyor!

Bina alabildiğine büyüktü... Ama bu kadar boş alanda benim yerim yurdum da yoktu... Büyük bir nezaket gösterisi içinde olan Hakkı Öcal’nın odasında toplantı masasında çalışmağa başladım... Bu durum bir kaç gün sonra beni sıktı... Rahatsızdım... İki yönde sıkıntı vardı. Tercüman gazetesinde Genel Yayın Müdürü olmak kolay değildir. Belli kimlikler, belli kişiler, belli noktalar vardır. Ağzınızla kuş tutsanız böyle yapılarda yeni gelenin havası alınır! Kabul edilmesi uzun sürer... Belki de sizi kabul etmeleri çok zaman imkânsız olur! Bu nedenle Öcal’ın kendi odasını istediği gibi kullanamaması moralimi bozdu. Bir terslikte mantıkta yatıyordu... Hem ikinci gazetede ise çok önemli oluyordu hem de işleyişi için yer bile ayrılmamıştı!

Bir dönem Hakkı Öcal’ın yazı müdürü olmam onun bugün genel yayın müdürü ağırlığını gölgelemiyordu... Bugün benden üstte bir yerde idi..Normalden çok daha fazla özen gösteriyordum... Sık sık yalnız kalmasını sağlamak için odadan ayrılıyordum...Bulvar üst yönetimi, Odhan Baykara, İlhan Engin, Yalçın Kamacıoğlu ve Tercüman ekibi içinde de Şakir Süter’den oluşmaktadır.  Gelgelelim Baykara ve Engin gazete içeriği ve çatısı hakkında kesin bir karara varmış değillerdir. Ve bu hemen her gece başka bir teklifin tartışıldığı, ertesi gün başka bir çerçevenin gündeme geldiği bir ortam yaratmıştır.  Ortada olmayan bir gazete vardır ve olan şeyleri şöyle sıralamak mümkündür... İlhan Engin Genel Yayın Yönetmeni olarak öğleden sonra gelip Odhan Baykara’ya bugün neler yaptık diye sormaktadır... Odhan Baykara yepyeni bir fikir için gece iyice tartışacaklarını açıklamaktadır!... İşin ne olduğu nereye vardığı meselesi hemen hemen her gün bir sonraki güne kalmaktadır... Yani nasıl bir gazete için oturup plan yapılacağı hangi ön araştırmaların temel olacağı servisler elemanları henüz keşfedilmiş de değildir!

GELECEK YAZI: NAZLI ILICAK’ın Tercüman daki Lakabı!

 

4 yorum:

Tijen dedi ki...

Akın abi çok önemli bir iş yapmışsınız, sağolun aktardıklarınız için. Ellerinize sağlık (Yalçın beye de teşekkürler!)

Punto dedi ki...

Sevgili Tijen; medyanın perde arkasında neler döndüğünün belge olarak -sanal da olsa- gelecek nesillere bırakmanın borç olduğuna inanıyorum.

Asortik Krep dedi ki...

Bir solukta okudum,devamını bekliyorum.

Punto dedi ki...

Devamı da var Sevgili Asortik Krep. Hepsi 12 bölüm. Ben de devreye giriyorum bir kaç bölüm sonra.