İlk yazısını sizlerle paylaşıyorum:
“Salı sabahı yine yağmur vardı. Olsun diyordu pazarcılar, “Allahın işi, vardır bir hikmeti”, bir yandan da çadırların halatlarını geriyorlardı. Necip Usta’nın “demirlere ip bağlamayın” yazılarına aldıran yoktu. Onlar kendi ekmeklerinin peşindeydiler. Gerdikçe geriyorlardı halatları ki, çadır çukur olup, yağmur mallarına zarar vermesin.
Suphiye Abla o gün erken gelmişti. Musa Ağabey ve Özcan eşofman sezonunu kapattıkları için, tezgah açmayacaklardı bir, bir buçuk ay. Onların yerine de Suphiye Abla açacaktı...Bir buçuk metrelik tezgaha her hafta 40 milyon lira veriyordu. Musa Ağabeylerin 1.5 metrelik tezgahını da alınca 80 milyon ödeyecekti. Dükkanının önünü kiralamak herhalde bir tek Türkiye’de olur diye düşünüyordu. Bir yandan da babasının, dükkanının önünü zamanında satın alsa, ayda sadece sokaktan 800 milyon kazanacağını hesaplıyordu.
Suphiye Abla don satıyordu. Ama bildiğimiz donlardan değil, “Arap Kadri donları dedelerimizin kıçında kaldı, artık babalarımız bile bunlardan giyiyor” diyordu. Son teknoloji ürünü, dikişsiz, nefes alan, antialerjik...Emekli olunca, babasının küçük tamirci dükkanını boşaltmış, kardeşiyle birlikte dikişsiz don işine girmişti. Pazarcılar, önceleri “Abla, bunlar dikişsiz, alan kendi mi dikiyor” diye sorup, eğleniyorlardı. Suphiye Abla tezgahının demirlerini kurarken, esmer, çekingen orta yaşlarında bir adam çıkageldi. - Abla boş yer var mı?Vardı aslında ama kendi açıp, tezgahını büyütecekti. “Ne satacaksınız” diye sormadan edemedi, adamın yalvaran gözlerini görünce. “Gül” dedi karşısındaki adam. “Gül fidanı satıyoruz.” “Gül fidanının mevsimi 1-1.5 aydır. Şimdi tam ekim zamanı, Sattık sattık. Satamazsak döneceğiz, fidanlarla geri. Manisa Turgutlu’dan geliyoruz”
“Gelin, açın” deyiverdi. “Abla bizim kimseye zararımız olmaz” dedi gülcü. Pazarın bir raconu vardı. Tezgah açılacaksa, yakın komşularda o malları satan tezgah olmamalıydı. Gülcü yoktu. Burası çamaşırcılar, eşofmancılar, tişörtçüler sokağıydı. Bebe giysisi satan karşı komşusu seslendi: “Abla olur mu ya, şu yaptığına bak...Benim sattığım ürünün aynısı. Bunlar bizi bitirir” diye şaka yaptı. Suphiye Abla “Öyle ya, senin ürünlerinde gül gibi” diye dalgasını geçti. Gülcü espriyi anlamadı, tedirgin oldu.
Cebinden bir 100 milyon çıkardı “Benim sözüm söz abla, geliyorum şimdi. Al şu parayı sende kalsın” dedi. Suphiye Abla, “Tamam” dedi, gelince verirsin 40 milyonu.”
Gül fidanlarıyla çıkageldi gülcü, yanında iki yaşlı adam daha. Birinin yüzünde derin çizgiler. Tarlada çalışmış belliydi, elleri nasırlı. Suphiye Abla’nın kanı ısındı hemen. Diğeri onları taşıyan kamyonun şoförü. Yaşlılarla oldum olası iyi anlaşırdı. Onların çok yaşamış, çok acılar çekmiş olduğunu düşünürdü. Hayatlarının kışını yaşadıklarını yürekten hissederdi. Gül fidanları yere dizildi...Hepsinin üzerinde rengi yazıyordu: “Siyah gül”, “kırmızı gül”, “pembe gül”, “kar beyaz”, “limon sarısı” “ebruli açar”..Gülcü dayı da Suphiye Abla gibi Egeliydi. Egelileri severdi Suphiye Abla. Gelen geçen sordu:
- Kaç lira güller.
- Fidanı 5 milyon.
Bizde öyle kandırmaca yok. Üzerindeki yazı neyse o renk açar. - Ama tutar mı bunlar, pek tutmaz gibi görünüyor.
- Tutmazsa geri getir, bire beş vereyim. Yedi veren gül bunlar, 11 ay açar.
- Pek pahalı ama, hem nasıl götüreyim ben bunları...Sonra diğerleri geldi, herkesin bir bahanesi vardı. Gülcü saat 12’ye kadar sadece 3 fidan satabilmişti. Suphiye Abla’nın içi içine yedi. Ya satamazlarsa, ya çıkaramazlarsa yer parasını. İyilik mi yapmıştı, onlara yer vermekle. Kendi satıp komşusu satamadıkça utandı...Arabasıyla belediye otobüslerinin yanından geçerken yaşadığı eziklik gibi ezildi içi, dişlerini sıktı. Kendisi tek başına bir arabadayken, 50-60 kişinin bir arabada sıkış tepiş olmasını kaldıramazdı yüreği. Gözlerini kapardı, otobüsün yanından geçerken. Sonra güllerin üçünü 10’milyona düşürdü, gülcü dayı. Sonra satamadıkça, can havliyle 4’ünü 10’a. Suphiye Abla’nın tezgahından iki kadın don seçiyordu.
- A bak, şunlar çok güzel.
- Düşük bellisi var mı? Arzu için istiyorum. O böyle seviyor.
- Böyle düşük belli giyiyor, ama çocuğu olmayacak.
- Şunu da anneme alalım.
- Abla, Gül’ü gördün mü?
- Şimdi burdaydı.
- Gül, gül..Pembe, çizgili giysili..Üç yaşlarında gören oldu mu?
Suphiye Abla ile gülcü dayı da bağırmaya başladı. Gül, güüül, güüül...Gül’ün annesi ve teyzesi sağa sola koşturuyor, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
- “Polis var mı, polisi arayın.”
- Hanım, don seçeceğine, çocuğuna sahip çıksaydın. Oncacık bebeğin eli bırakılır mı?- Güüül...Güüül..Herkes bağırırken, Gülcü dayı kucağında “pembe gül” gibi bir bebeyle soluk soluğa yanımızda bitti.
-Bu mu hanım..?.
- Ahhh Güül..diye sarıldı annesi yavrusuna, gözyaşları içinde. Pazardaki esnaftan büyük bir alkış koptu.
Gülcü dayı, en güzel “Gül”ü getirmişti, bunun değeri parayla ölçülemezdi.
Suphiye Abla o zaman Gülcü dayıya kendi tezgah yerini verdiği için şükretti Tanrıya. Ve dükkanının bahçesine üç gül dikti, gülcü dayı, Gül ve annesini her zaman hatırlamak için...
5 yorum:
Ben bu Suphiye ablayi taniyorum sanki biryerlerden :D
Hosgeldin, sefa geldin, gul gibi guzel yazilarinla... Punto amca kalemi kuvvetlidir diyordu. Babam Suphiye kardes diyordu da baska birsey demiyordu! Eeee haklilarmis. Isinin erbabinin isine karisilmazmis :D
Sanırım vakti yok suphiye Ablanın Sevgili Dilek. Ama az yazsın bizim olsun diyorum. Belki o da benim gibi bu aleme ısınır.
Kendisi sicacik bir insan, onu goren herkes isiniyor, o neden isinmasin bu ortama ama degil mi?
Gül hikayesini ben çok anlamlı buldum. Suphiye Abla'nın yeni yazılarını merakla bekliyorum. Eskiyen gazetecileri herşey yapıyorlar; benim gibi ev çalışanı, sizin gibi emekli, bir de Suphiye Abla gibi pazarcı. Pazarcılık ile gazetecilik arasında sandığımız kadar çok mesafe yokmuş demek:)) Kendisine Dünya'lı eski gazeteci cennetine hoş geldin diyorum.
Kırpıp kırpıp kullanıyorlar bizi Sevgili Nicomedian. Suphiye Abla ev işi, dikişsiz don satışları ve pazarcılıktan zaman bulabilirse bize misafir olacak. Kendi kendine yazdığı güzel hikayelerini sizlerle paylaşacak. Ben zorlamaya devam edeceğim.
Yorum Gönder